28 Aralık 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

EKİM P CUMA E R V A S I Z P E R kitap T A V S I Z Enis BATUR Mehmet Tatlısu “Okuma salonu” skerlik herkesin yaşamında ‘özel’ bir yer tutmuştur, benimkisi bir de özel bir döneme, 12 Eylül’e denk geldi. Çankırı’da, on yedi asteğmendik. Bir tür kader birliği yapılıyor öyle ortamlarda; kendi çevrenizden uzakta, ilgi alanlarınızı paylaşmayan insanların ortasında, yalnızlık özel bir lehçeyle konuşmaya başlıyor. Çankırı’da, sonuçta, bir bütün yıl geçirdim. Geleli bir hafta olmuştu, otobüste yanıma, bizden bir önceki dönemden bir asteğmen oturdu ve biraz çekinerek sohbetin kapısını araladı. O gün orada başlayan diyalog, beni içine düşmek üzere olduğum kuyunun ağzından çekip aldı: Mehmet Tatlısu bir edebiyat öğretmeniydi, ama bu bir şey sayılmazdı: Beni asıl şaşırtan, onun Edebiyat’a duyduğu büyük tutku, insanı kötülüklerinden arındıracak ölçüde yüksek bir inançla bağlanmışlığı oldu. Aylarımız uzun konuşmalar içinde geçecekti. KULE CANBAZI SUNAY AKIN C 15 Sen Hayatta Olmayabilirsin! B oluyordum. Edebiyata, sanata, kültüre bağlılığında yaşı ilerlerken en ufak gevşeme işareti görmemiştim. Mehmet Tatlısu, eğitim alanında çeyrek yüzyıl hizmet verdikten sonra, emekliye ayrıldı. “ZAMANIMIZIN BİR KAHRAMANI” Memleketi Çorum’a yerleşmeden önce, ömrünü verdiği, alçakgönüllü yaşam çarkından, belki de ailesinin bütçesinden kısarak oluşturduğu kütüphanesiyle ilgili bir karar aldı ve bu kararını uyguladı: Demirci Eğitim Fakültesi’nin 8 bin kitaptan oluşan kütüphanesine tam 4019 kitap armağan etti. "Mehmet Tatlısu Okuma Salonu"nun açılış haberi, Manisa’da yayımlanan Halıkent gazetesinde, Eğitim Fakültesi öğretim üyelerinden Şaban Çetin’in dörtdörtlük bir portre yazın eşliğinde yer aldı: "Bağışlanan kitaplar geniş bir kültürel yelpazeye sahiptir. Kitaplıkta roman, hikâye, şiir, tiyatro, sinema, deneme, tefsir, hadis, felsefe, psikoloji, tarih, sanat tarihi, kültür alanları dışında her sahada ansiklopedi, sözlük, kültürsanat dergilerinin tam koleksiyonları da bulunmaktadır. Çorum çevresinin geleneksel kültürü içinden çıkarak, Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünde üniversite hayatını tamamlayıp eğitim ordusuna katılan ve 23 yıldır Demirci’de ikâmet eden Mehmet Tatlısu hoca, artık fahri bir Demircili sayılmalıdır." Onu bilemem ama, bana kalırsa, Mehmet Tatlısu, Lermontov’un sözleriyle, "Zamanımızın Bir Kahramanı" sayılsa çok daha yerinde olur. Kütüphanesi, onun yalnızca en büyük mal varlığı değil, aynı zamanda en büyük manevî yatırımıydı; onu 5 bin öğrencilik bir eğitim kurumuna bağışlaması, uluorta reklâmı yapılan bazı bağışlarla bir tutulamaz. Mehmet Tatlısu’nun beni kardeşi saymasından sonsuz gurur duyuyorum. A kendine; sadede geliyorum: Çankırı sonrasında, Mehmet Tatlısu, Manisa’da, Demirci Eğitim Fakültesi’nde, 23 yıl boyunca öğretim görevlisi olarak çalıştı. Uzun, dopdolu mektuplarından onun nasıl kendisini geliştirmeyi sürdürdüğünü, öğrencileriyle ne denli yoğun ve yapıcı bir üslupla ilgilendiğini öğreniyor, Türkiye’de neredeyse herkes irtifa kaybından nasibini alırken Tatlısu’nun düpedüz bir ermiş gibi tertemiz kalışına tanık eş yaşındaki çocuk, annesinin elinden tutmuş İstanbul Oyuncak Müzesi’nden ayrılırken bir an durdu, geriye baktı ve buruk bir ses tonuyla şunları söyledi: ‘‘Anne, biz bu eve taşınalım mı!..” Çocuk, müzede annesinin çocukluğuyla tanışmış, arkadaş olmuştu. Oyuncakların büyüleyici, renkli dünyasında annesini kendisine daha yakın hissetmiş, aralarında farklı, hem de çok farklı bir iletişim kurulmuştu. Oyuncak müzesini gezen çocuklarda tarih ve koruma bilincinin oluşması işte böylesine keyifli ve de hayatlarında asla unutamayacakları en mutlu anlarında başlıyor. ‘İYİ Kİ VARSINIZ’ İstanbul dışında olduğum için, müze görevlilerinin tanık olduğu bir olay da şudur: Suudi Arabistan’dan kalkıp, oyuncak müzesini görmek için İstanbul’a gelen yedi Arap, kaldıkları beş yıldızlı otelde Oyuncak Müzesi’ne nasıl gideceklerini sormuşlar!.. Otel görevlilerinin müzeden haberdar olamayışlarına şaşıran misafirlerimiz, ülkelerinden internet aracılığıyla edindikleri adres sayesinde müzeye ulaşmayı başarmışlar!.. Müzede en çok kalan, oyuncakları saatlerce inceleyenlerin Japon konuklarımız olduğunu söylesem, eminim hiç şaşırmazsınız. Ziyaretçi defterine Japonların yazdıklarını okuyamıyorum ama, Filiz Demirbaş’ın duygularını sizlerle paylaşabilirim: ‘‘Sayenizde çocukluğumu hatırladım; 56 yaşlarımı bir kez daha yaşadım. Çok duygulandım... Çocuklarıma bu oyuncaklarla nasıl oynadığımı anlattım. Bir gün ben olmayacağım, fakat çocuklarım, çocuklarını bu müzede gezdirirken beni anlatacaklar ve anacaklar...’’ Ziyaretçi defterinin sayfalarını karıştırırken Yunanistan’dan, Hollanda’dan gelen ziyaretçilerin el yazıları, aydınlanmanın yalnızca bir millet için değil, tüm insanlık adına yapılması gerektiği gerçeğini bir kez daha gözler önüne seriyor. Sırada, bir yazarın alabileceği en büyük ödül geliyor. İşte, küçük Emine’nin müzeyi gezdikten sonraki duygula KESKİN AYRIM... Mehmet Tatlısu safkan bir Anadolu çocuğuydu. Köyde doğmuş, iyi bir öğrenim görmüş, sevda duyduğu alanda eğitimci olmaktan gurur duyan biriyle daha önce karşılaşmamıştım. Muhafazakâr bir dünya görüşüne sahip olmasına ve benim agnostik olduğumu bilmesine karşın, bu keskin ayrım ilişkimize hiç halel getirmedi. Mehmet Tatlısu muhafazakârdı ama kesinkes tutucu değildi: Necip Fazıl’ı, Ahmet Oktay’ı, Selim İleri’yi sevdiği edebiyat adamları arasında ön sırada tutardı. Onunla birlikte katettiğimiz o dönem ikimizden birer kardeş yarattı sonunda; o gün bugün bağlantımız, duygusal ve düşünsel alışverişimiz kopmadı hiç. Mehmet Tatlısu’yu elbette sevdim insan olarak, ama ona duyduğum saygı bir o kadar önem taşıdı benim için: Umudumu yitirecek olduğum anlarda varlığı, var olduğunu ve değişmeden, bozulmadan kaldığını bilmek beni çöktüğüm yerden doğrultmaya yetti. Sabırsız okur, "Bize ne bu kişisel dökümden şimdi?" diye sorabilir kendi rı: ‘‘Her çocuğun bir kahramana ihtiyacı vardır. Benim kahramanım sizsiniz. Sizin ata ve silaha ihtiyacınız yok. Şiirleriniz, öyküleriniz ve müzeniz sizin silahlarınız... İyi ki varsınız ve bu müzeyi kurmak için savaştınız.’’ Türkiye’de bir müze kurmanın ne denli zor olduğunu bilerek çıktım yola. Hatta zor değil, ‘imkânsız’ olduğunu desem, yanlış olmaz... Bir yılı aşkın sürede karşıma çıkan aydınlanma, kültür ve sanat düşmanı canavarın dişlerine karşı en büyük kalkanım, müzenin ziyaretçi defterine yazılanlar oldu, olmaya da devam ediyor. Bu yolda görebildiğim en somut, en büyük desteği ise Kadıköy Belediyesi veriyor. Türkiye’de sivil müzeciliğin yolunu açma çabamda Sayın Selami Öztürk, Oyuncak Müzesi’nin bulunduğu sokağı boydan boya yeniliyor ve bu desteğiyle de ülkenin her köşesinden gelen ziyaretçilerin sevgisini kazanıyor. Birkaç hafta sonra İstanbul’un en güzel sokaklarından birine sahip olacak Oyuncak Müzesi... Söz sokaktan açılmışken, adı gibi bir insanı, Kadıköy Belediyesi Fen İşleri Müdürü Düzgün Meriç’i ve çalışma arkadaşlarını da sevgiyle selamlıyorum. İstanbul Oyuncak Müzesi Kadıköy’de, Dr. Zeki Zeren Sokağı’nda bulunuyor. Sokağımıza adını veren Sayın Zeren, tıp tarihimizin en büyük anatomi hocalarından biridir. Biz de, Kadıköy Belediyesi’nin desteğiyle ülkemizin kültür ve sanat anatomisindeki kamburları düzeltmeye, kırıkları tedavi etmeye uğraşıyoruz. Bu konudaki tek ilacımız, tek merhemimiz ise müzenin kapısından içeri giren ziyaretçilerimizdir... ‘BU ÜLKEYİ SİZ YÖNETSENİZ’ Zeynep Denizelli, ‘‘Keşke bu ülkeyi siz yönetseydiniz’’ diye yazmış deftere... Sevgili Zeynep, yöneteceğim!.. İnan bana yöneteceğim!.. Müzenin ziyaret defterine ‘‘Sen hayatta olmayabilirsin’’ diye yazan küçük parmaklar çoğalıp, ülkenin geleceğine karar veren imzaları attığında, bu ülkeyi ‘sen’ diye tanımladığın düşünce yönetiyor olacak... Shakespeare ile Tanışmak İster misiniz?/ Mehmet İnanç Turan/ Etki Yayınları/ 256 s. “Shakespeare’in eserlerinde dört yüz yıl önce çizilen karakterleri güncel yaşamda hemen buluruz. Onları tutkularından, kıskançlıklarından, gülünç, trajik yanlarından tanırız. İnsanları birbirine bağlayan rekabetçiçıkarcı ilişkiler, sevgiler, dostluklar, aldatmalar, korkular, güçsüzlükler öz olarak hiç değişmemiştir. Shakespeare’i entelektüellerin alanının dışına taşıyarak, sıradan insanın onu anlamasını, sevmesini sağlamak gerekiyor. Bu çalışma hen Shakespeare’i daha önce tanıyanlara hem de onunla tanışmak isteyenlere sesleniyor” diyor Semih Poroy. Şiirim Gibi Yaşadım/ Can Bahadır Yüce/ Dünya Kitapları/ 206 s. “Bu kitap, umarım, Hilmi Yavuz'un biraz da o görünmeyen yüzüne ayna tutar. Pek çok 'entelektüel' konuda düşünce üretmiş bir şairle nehir söyleşi yapmak, elbette, ilk bakışta ürkütücü bir şey. Fakat daha söyleşiye başlarken, bazı meseleleri bir kenara bırakmayı kabullendik. Oryantalizm, Osmanlılık, gelenek gibi Hilmi Yavuz'un defalarca yazdığı, üzerine konuştuğu konuları bu kitapta sormadım. Belki günü geldiğinde bu konuların her biri için ayrı ayrı söyleşiler yapmak gerekecek. Ben, Hilmi Hoca'dan yalnızca hayatını anlatmasını istedim. Sorulmayan çok soru, kitaba girmeyen birtakım cevaplar var. Zaten bir şair hayatı üzerine söyleşi yapıyorsanız, sınırları baştan belirlemek durumundasınız. Ben de öyle yaptım, başkalarının kurcalayacağı konuların üzerine gitmedim, polemiğe açık sorular sormamaya çalıştım. Yine de kitapta, isteyen için polemik malzemesi bulunabilir, eğer bunun bir anlamı varsa! Söyleşide yalnızca bellek konuştu; bazı anıları tarihlerle örtüştürmeye çabalamadakı. Althusser'in Gelecek Uzun Sürer'de söylediği gibi, Hoca da 'Anılarımda ne idiyse öyle' dedi. Ve ortaya, pek çok yaşamdan oluşmuş bir şair hayatının göz alıcı dökümü çıktı” diyor Can Bahadır Yüce. Susan Bir Yerin Dili/ Feridun Andaç/ Dünya Kitapları/ 242 s. “Zamansızlığın dili orada; düşün düşbozumu, yalnızlığın adı… Adsızlık daha çok söylenir oldu. Yani aidiyetsizlik… Kopuş, kapanış, savrulma… Belki de hiç adlandırılamayan… Öyle ya çepeçevre kuşatılmışsınız. İçiniz ayaklanmış bir ordu gibi… Gene de suspussunuz. Yaşadığınız yerin adını ünlemez, o kara parçasını çevreleyen denize kimi zaman aldırmaz, günün dönüşümüne, mevsimlerin diline alıştırırsınız kendinizi. Zamandır sizi anlatan, sizin bağlandığınızdır zaman…” ‘Susan Bir Yerin Dili’nde Feridun Andaç, yaşamı kavramaya yönelik çokboyutlu metinsel bir eylem önerisi sunuyor. Kocanızı Afrika Usulü Nasıl Pişirirsiniz/ Calixthe Beyala/ Çeviren: Sevgi Tamgüç/ İstikbal Kitabevi/ 152 s. kılmadan geçmemi olanaksızlaştıracak kadar dal budak salmıştı. O dönem boyunca onun sevdiği yemekleri yapıyordum: Taze ananaslı yengeç ya da hindistancevizi kremalı langust.” Fransız Akademisi’nin roman ödülüne değer bulunan Calixthe Beyala’dan, yemek tarifleri de içeren bir öykü kitabı ‘Kocanızı Afrika Usulü Nasıl Pişirirsiniz’. Kayıp Şecere/ Muharrem Erbey/ Agora Kitaplığı/ 118 s. “Uso Dayı mekânı cennet olsun, nur içinde yatsın. Gider gelmezdi. Bilirdik. Parası olmayınca çıkmazdı. Çıkmayınca takatsiz kalırdı. 12 Eylül zamanı sokağa çıkma yasağı vardı. Herkesi toplayıp götürüyorlardı. Uso Dayı’nın oturduğu sokakta her evden birkaç kişi alıp götürmüşlerdi. Götürdükleri kişileri boş bir arazide bekletiyorlarmış. Bu nedenle sokakta askerler sürekli tur atıp, dışarıya kimseyi salmıyorlardı. Komşu kadınlar bir iki gün sonra onu hatırladılar.” Muharrem Erbey ‘in öyküleri yer alıyor bu kitapta. Doria ve Barbaros/ Jurien de la Gravière/ Çev.: Ayşe Meral/ Profil Yayıncılık/ 294 s. ‘Doria ve Barbaros’, başta Oruç ve Hızır Reis olmak üzere Akdeniz’de gittikçe güçlenen Osmanlı denizcilerini anlatan yazar, tarihin en önemli deniz savaşlarından biri olan ve Osmanlı donanmasının galibiyetiyle neticelenen Preveze deniz savaşına varan süreci anlatıyor. Yapıt, Akdeniz’in nasıl bir Osmanlı Gölü haline geldiğini gözler önüne seriyor. Yazar özellikle 16. yüzyılda Akdeniz’deki güçler savaşını ele alıp bu savaştan Osmanlı Devleti’nin nasıl galip çıktığını ortaya koyuyor. Bu güç savaşını ele alırken çeşitli tarihî olayları inceleyip Hıristiyan Avrupa devletleri arasındaki mücadelelerden de söz ediyor. Ş arap ve Din/ JeanRobert Pitte/ Çeviren: Esra Özdoğan/ Kitap Yayınevi/ 76 s. “İkimizin oluşturduğu çifti kurtarmak için azimle yemek pişiriyordum, çünkü o, beni dünyanın en güzel kızlarıyla aldatıyordu. Boynuzlarım, ormanda ağaç dallarına ta İnsanoğlu ekmeği yapmadan binlerce yıl önce, yine Mezopotamya’da aynı tahılları daha fazla suyla karıştırıp mayalanmaya bırakarak birayı elde etti. Kafkasya’da ise Antikçağ’ın sonlarında yaban üzümlerini veren bitkinin ehlileştirilmesi, yani daha iyi bitkilerin seçilip yetiştirilmesiyle iri ve sulu taneleri olan üzüm salkımları içme fikri de fazla gecikmedi. Ama bu ‘su’ çok geçmeden mayalanmaya başladı, kendiliğinden ısınıp kaynadı ve şarap ortaya çıktı. Yunan ve Roma dinleri, başlıca tanrılarından birini, Dionysos ya da Bacchus’ü her zaman şarapla birlikte andılar. Tektanrılı Yahudiliğin doğuşu bol bol akan şaraplarla ilgili birkaç olay çevresinde gerçekleşti. Hıristiyanlık Kudas ayiniyle bu yolda yepyeni bir adım attı: Ekmek ve şarapla İsa’nın bedeni ve kanıyla birleşmek mümkündü! Böyle büyük bir erdemle donatılan şarap yeni dinin yayılmasına eşlik etti ve onunla birlikte dünyaya yayıldı. Ama şarabı sınırlayan iki engel vardı: Şarabı öbür dünyadaki bir nehirde akıtmaya karar veren İslam dini ve pirinç. Çinlileşen Asya’nın her yerinde, diğer buğdaygiller gibi pirinç de, şarabın toplumsal ve dinsel rolünü üstlenen bir tür biranın yapımında kullanıldı. Sembolik sistemleri, tüketilme ritüelleri ve olağanüstü etkileriyle şaraba çok benzeyen değişik mayalı içkiler Hıristiyanlığın geç ulaştığı bölgelerde tanrıyla bağ kurmak için kullanıldı. UNICEF: BIR MILYARDAN FAZLA INSAN SUYA HASRET Her gün bin çocuk susuzluktan ölüyor CENEVRE (AA) BM Çocuklara Yardım Fonu (UNICEF), içme suyu kıtlığının dünyada her yıl 1.5 milyondan fazla çocuğun, yani her gün 4 bin 200 çocuğun ölümüne yol açtığını açıkladı. UNICEF’in ‘‘Çocuklar için ilerlemeler’’ başlıklı raporunda, bir milyardan fazla insanın içme suyuna ulaşamadığına ve 2.6 milyon insanın da temel temizlik imkânlarından yoksun olduğuna dikkat çekildi. UNICEF Genel Müdürü Ann Veneman, 2015’e kadar BM tarafından belirlenen ‘‘içme suyuna ulaşamayan nüfusu yarıya indirme’’ hedefine ulaşmak için çabaların ikiye katlanması çağrısında bulundu. UNICEF, dünyada 125 milyondan fazla çocuğun, içme suyu kaynağı olmayan evlerde, 280 milyondan fazla çocuğun da evlerinde gereken temizlik koşullarından yoksun olarak yaşadığına dikkat çekti. Fon, her yıl 1.9 milyon çocuğun ishalden öldüğünü, bunların 1.5 milyonunun ishale, temizlik için suyun olmaması sonucu yakalandığını bildirdi. Raporda bu sayının dünyada 5 yaş altı çocuk ölümlerinin yüzde 18’ini temsil ettiği belirtildi.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle