16 Haziran 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

20 Barış ADIBELLİ AÜ SBF Uluslararası İlişkiler Bölümü [email protected] Ejderhanın iç dinamikleri C S TRATEJİ alınıyordu. Doğu Asya’da büyük güç statüsüne ulaşmak isteyen Çin için bu pek kabul edilebilir bir gerçek değildi. En azından çok önemli bir güvenlik açığı oluşturuyordu. Tüm bunlar yaşanırken Sovyetler Birliği ile birlikte tarihe karışması beklenen Çin’in hâlâ ayakta olması ABD’yi pek memnun etmemişti. Clinton yönetiminin biraz daha esnek yaklaşımı Çin’e büyük avantaj sağlamıştı, ama Washington’daki şahinler, Çin’le yolların ayrılmasını istiyorlardı. Çin ise, Washington’a yönelik saldırgan politikalardan hep uzak kalmayı denedi ama 1995 yılındaki Tayvan Boğazı Krizinde ABD kuvvetleriyle burun buruna gelmekten de kaçamadı. O dönem hatırlanacağı üzere Tayvan nedeniyle neredeyse iki ülke arasında savaş çıkacaktı. Tüm bu olumsuz koşullar altında Çin, sessiz sedasız Avrasya stratejisini devreye soktu. Çin’e göre denizler üzerinden güvenli şekilde enerji ve mal taşımanın ABD nedeniyle riskli hale gelmişti. Oysa Avrasya’nın hâkimi Sovyetler Birliği artık yoktu ve halefi Rusya ise kendi politik ve ekonomik sorunlarıyla uğraşıyordu. Çin, Avrasya’yı bir geçiş koridoru olarak kullanmak için istememişti, Çin, Avrasya’nın enerji kaynaklarını istiyordu. Çin’in bu konudaki hırsı daha sonraki dönemlerde biraz daha ileri gidecek ve Avrasya üzerinden Orta Doğu bölgesine ulaşmayı deneyecektir. Çin, derhal Orta Asya Devletleriyle ikili ilişkileri geliştirdi, onlara mali ve teknik yardımlarda bulundu. Buna rağmen Çin’in istediği olmuyordu. Zira bölgede güçlü bir Amerikan varlığı hissediliyordu. Bunun nedenini Pekin kısa sürede kavradı. Bölge ülkelerinin kendi aralarında Sovyetler Birliği döneminden kalma birçok sorun bulunuyordu ve bunların başında sınır sorunları geliyordu. İş böyle olunca ABD gibi kimi güçlerin müdahalesi ve içişlerine karışması kaçınılmaz oluyordu. Öte yandan Rusya da boş durmuyordu Bağımsız Devlet Topluluğu ve Yakın Alan Doktrinin gibi kimi politikalarla eski Sovyet coğrafyasını elinde tutmaya çalışıyordu. Washington’un Çin üzerindeki baskısı da artmış durumdaydı. Çin, stratejik bir hamle yaparak ki belki de yakın tarihinin en zor kararını alarak 1960’lardan beri neredeyse düşman olduğu Rusya ile 1996’da stratejik ortaklık anlaşması imzaladı. Bu anlaşmadan Çin oldukça karlı çıkmıştı. Her şeyden önce yeniden toparlanma evresinde olan Rus ekonomisine Çin sıcak para sağlamış karşılığında ise Rusya’dan askeri teknoloji alarak ordusunu Soğuk Savaş sonrası standarda yükseltmiştir (!) Bu teknoloji transferi Putin dönemine kadar devam etmiştir. Son yıllarda, özellikle Rus ordusundan üst düzey generaller, Çin’in Rusya’nın yardımıyla büyük bir askeri güç haline geldiği konusunda Kremlin’i uyarmaktadırlar. Bu uyarı kendisini TU22 stratejik bombardıman uçağının Çin’e satışında göstermiştir. Rus tarafı bu uçağı Çin’ satmamakta şu an için kararlı görünüyor. Çin, Rusya’yı kontrol altına almıştı; ama bölgedeki sorunlar devam ediyordu. Bu sorunların üstesinden gelebilmek için bütün bu bölge ülkelerini bir araya getirecek bir mekanizma oluşturdu. Şanghay üzyıllar boyunca Batı dünyası Çin’in dünyayı algılama mantığını çözmek için olağanüstü çaba harcamıştır. Bu amaçla 1600’lü yıllardan itibaren misyonerler vasıtasıyla Çin hakkında yeterli olmasa da Batı dünyasında bilgiler belirmeye başlamıştır. Geleneksel olarak Çin’in dünya görüşü aslında binlerce yıl önceye gitmektedir. Geçen süre içerisinde bu düşünce hiçbir zaman geçerliliğini yitirmemiştir. Çinlilere göre, Çin, dünyanın merkezidir. Bu nedenle, Çincede Çin anlamına gelen Orta Krallık kelimesi kullanılmaktadır. Bu görüşe göre, dünyadaki bütün halklar ve krallıklar, ya da devletler, Göğün Oğlu Çin imparatoruna bağlıdır. Çinliler, kendilerinin dünyadaki en üstün medeniyet olduklarına inanır, diğer medeniyetleri ise kendilerine hizmet için var olduklarına kabul ederler. Ancak düşüncede bu kadar katı olmalarına rağmen, pratikte bir kez Çin imparatorunun hükümranlığını kabul ettikten sonra artık o kişi veya krallık Çin medeniyetinin bünyesine katılmış olur. Bu algılamanın aslında zorlayıcı bir yönü yok, yani imparatorun hükümranlığının kabul edilmesi aslında sembolik hatta dinsel bir ayin şeklindedir. Kabul etmeyenlere karşı sınırlı da olsa bazı yaptırımlar gelebilir; ancak bu da o dönemdeki Çin devletinin gücü ile doğru orantılıdır. Aslında Mao bu görüşe karşı çıkarak bir devrim gerçekleştirmiş ancak sonradan görmüş ki bu görüş gerçekte Çin’in ulusal kimliğini ve gücünü bir şekilde muhafaza etmiş ve Çin onurunu yükseltmiştir. 1950’lerden itibaren Mao, daha önce karşı çıktığı görüşe biraz daha yakınlaşmış. Komünist dönemde Çin Sovyetler Birliği’nin empoze ettiği MarksistLeninist doktrin içerisine sıkıştırılmaya çalışılmış, fakat uygulanmaya çalışılan kalıp Çin’e uymamış, sonuçta tam tersi olmuş Çin, Markisizimi ve Leninizmi kendi bünyesi içerisine almış. Kuşkusuz bu Çin tarzı sosyalizmin gelişmesinde önemli bir faktör olmuş. Sovyetler Birliğine karşı aslında Çin medeniyetinin üstün gücü galip gelmiş ve Çin kendi yoluna gitmiştir. Bu bağlamda, Kültür Devrimi aslında devrim karşıtı güçlerle ya da kültür devriminin jargonuyla söylemek gerekirse halk düşmanlarıyla değil Çin’in dünya görüşüne karşı olan dinamiklerle de savaşmıştır. Esas, Çin’in bugünkü dünya görüşünü etkileyen sürecin başlangıcı Soğuk Savaşın bitimi olmuştur. Soğuk Savaş sonrası dönemde ABD tarafından ilan edilen Yeni Dünya Düzeni, Çin tarafından benimsenmemiştir. Komünist Blokun Şanghay çökmesiyle yalnız kalan Çin, ne tam manasıyla komünist bir ülke olmuş, ne de tam manasıyla kapitalist bir ülke olmuş. Sonuçta, Çin, 1990’ların ortalarından itibaren kendisini ve uluslararası sistemdeki yerini yeniden tanımlamaya gitmiştir. 1997’de yaşanan Asya finansal krizinden yara almadan kurtulmuştur. Japonya başta olmak üzere Güney Kore, Endonezya ve Malezya gibi ülkelerin ekonomilerinin oldukça hasar gördüğü bu kriz en iyi Çin’e yaramıştır. Yabancı yatırımcılar bölgede tek istikrarlı ekonomi olarak gördükleri Çin’e yönelmişler, bu da Çin ekonomisinin büyümesine neden olmuştur. 1990’lardaki kendini yeniden tanımlama sürecinde Çin, ilk defa Doğu Asya’da büyük güç statüsüne talip oldu. 1950’lerden beri bu statü ABD’nin desteğiyle fiili olarak Japonya’nın elindeydi, fakat ekonomik krizin sarstığı Japonya’nın daha fazla bu statüyü Y Çin dünyayı nasıl okuyor Milenyum ile birlikte Çin, başta Şanghay İşbirliği Örgütü olmak üzere çeşitli basamakları kullanarak bölgesel güçten küresel güce terfi etti. 2002 yılında Komünist Parti’de yönetimin değişmesi ile Çin’in dünyaya bakışı Genel Sekreter Hu Jin Tao’nun milliyetçi yönünün daha ağır basması nedeniyle değişti. devam ettirmesi zor gözüküyordu. Çin, ise yeni dönemde bu statünün takipçisi olacağının mesajını verdi. Bölge ülkeleri de beklenilen tepkileri verdi. Çin, binlerce yıldan beri bölgeye Çin’in hâkim olduğunu hatırlatarak, Büyük Güç Statüsünün Çin’in tarihten gelen bir hakkı ve mirası olduğunu her fırsatta vurgulamaktan da geri kalmadı. KÜRESEL ETKİSİ OLAN BÖLGESEL GÜÇ Kuşkusuz 1990’ların sonunda ideolojinin ötesinde Çin, kendi bünyesiyle uyumlu sistem arayışını sürdürdü. Çin, klasik olarak önceden beri savunduğu Çok Kutuplu sistemi tek çıkar yol olarak kabul ediyordu; ancak önündeki en önemli engel Çin’in kutuplardan birisi olacak kadar bir potansiyelinin olup olmadığı sorunuydu. Dolaysıyla bu sorunu aşmak için ilkesel bir takım yol haritaları belirlendi ve bu kapsamda başta ekonomi olmak üzere birçok alanda reformlara gidilmeye başlandı. Ekonomi, yeni güçlü Çin’in en önemli itiş motoruydu. Gelişen ekonomi ise enerjiye bağlıydı. Enerji ise dışarıdan
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle