22 Aralık 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

16 C Cumhuriyetimizin 90. YILI 29 Ekim 2013 Salı Bir çocuğun gözünden 30 ATATÜRK o ORHAN KARAVELİ Ulusumuzun getirildiği sosyal ve kültürel düzeyi açıkça ortaya koyan bir Kurban Bayramı’nın (!) daha birkaç gün önce geride bıraktık. Cumhuriyetimizin 90’ıncı yılı öncesinde görüntüler gene evlerimizdeki ekranlara kadar uzandı. Ordumuzun en seçkin ve en üst rütbelerdeki askerleri, bilim adamları, milletvekilleri ve gazeteciler vicdanları tatminden uzak oynanmış / belgeler ve kimlikleri kuşkulu / ‘gizli tanıkların’ ifadeleriyle bir bayramı daha demir parmaklıklar arkasında geçirdiler. Artık, bölünmüş; ‘onlar ve biz’ denilerek birbirine karşı kışkırtılmış, neredeyse düşman edilmiş bir topluma dönüştük. Şimdilerde çoğumuz Cumhuriyet’in başta laiklik olmak üzere bütün ilkeleriyle resmen de ortadan kaldırılacağı günü beklemiyor mu? Ne oldu, nasıl oldu da düşürüldük bu inanılmaz duruma? 90’ıncı yılına ulaşmışken, tüyleri yolunup cascavlak bırakılmış o güzelim Cumhuriyet’imizin bu hâlini görmemek için bir yerlere mi saklanacağız? Yoksa, ‘Aziz Atamız!.. Senden sonra gelenler kurduğun Cumhuriyet’in ve gerçekleştirdiğin Orhan Karaveli devrimlerin kıymetini bilemediler hatta ona açıkça karşı çıktılar.Sana ve Cumhuriyete sırtında olmak üzere sanırım yedi kez Hacca gitmişti ama ihanet ettiler...’ deyip işin içinden çıkabilecek miyiz? İyi her fırsatta ‘..biz dinimizi O’na borçluyuz.. O olmasaydı de ya ‘ben bu Cumhuriyeti ve devrimleri onlara değil minarelere çan takarlardı..’ derdi. sizlere emanet etmiştim. Unuttunuz mu?...’ derse ne 30’lu yıllarda Atatürk’ü bir komşumuz gibi öylesine yapacağız?.. yakınımızda hissederdik ki annem beni bir yere yollar 1930’lu ve ‘Atatürk’lü’ yıllarda. Ankara kalesinin veya mahalleli arkadaşlarla sokakta oynamaya bırakırken: yamaçlarındaki Samanpazarı semtinde doğmuş bir ‘..sakın yere tükürme!.. ellerini de cebine sokma!.. çocuktum. Dedem, ‘hürriyet şehidi ve ‘son Seymenbaşı’ Halil Efe, babam ise Mustafa Kemal’in güvenini kazanmış Atatürk’ü görürsün de çok utanırsın!..’ derdi. O’nu ilk ve Kurtuluş Savaşımız boyunca O’nun yanında bulunmuş gördüğümde 4 yaşında bile henüz doldurmamıştım ama görüntüsü beynime öyle bir kazınmış ki hâlâ net bir bir ‘Kuvvacı’ idi. Öteki dedem ise, Hamamönü’ndeki biçimde anımsıyorum: 29 Ekim 1923 günü Hipodrom’da Taceddiniveli Camii’nin on yıllarca imam/hatipliğini 10’uncu yıl nutkunu okuyor ve ben O’na yakın bir yerde yapmış ve ‘Milli Mücadele’ye katılmak üzere Ankara’ya ve babamın kucağında oturuyordum. Bıraksa koşup gelen Burdur Mebusu Akif (Ersoy) Bey’i evinde konuk yanına gidecek ve ‘..Paşam, ben geldim!..’ diyecektim. etmiş bir din adamıydı. Akif İstiklal Marşımızın sözlerini O gün karar vermiştim ne yapıp edip O’nu yakından da onun konuğu iken yazdı ve ilk kez o gecenin sabahında görmeye... odasına kahvaltısını getiren henüz 15’indeki sarı saçlı Akşam üzerleri sık sık geçerdi siyah arabası içinde mavi gözlü bir kıza okudu: ‘Nasıl olmuş... beğendin Samanpazarı meydanından. Anafartalar Caddesi’nin mi?...’ diyerek. Kızın adı Raife idi. Raife benim annemdi. yaya kaldırımlarında toplaşan öbek öbek insanlar da Dedem O’nun: ‘efendiler, buna şapka derler!...’ dediğini O’na el sallar, ‘..Çok yaşa Gazi Paşa!..’ diye seslenirlerdi. gün sarığını çıkarıp camideki yerine koymuş ve ilk Şoförünün yanında bir yaver, kendi yanında ise genellikle bulduğu ‘fötür şapka’yı başına geçirmişti. Eşi Hatice bir konuğu bulunurdu. Ne bir polis motosikleti ne de Hanım’a da şöyle sözlendiğini anlatırdı: ‘...hatun, çarşaf bir koruma. Siyah bir otomobil, içinde de korumasız, devri sona erdi. Hemen kendine bir manto diktir!..’ bir adam. Karar vermiştim, evde kimseye belli etmeden. İlki, Ege vapuruyla İskenderiye’ye kadar, sonrası deve ’lu yıllarda Atatürk’ü bir komşumuz gibi öylesine yakınımızda hissederdik ki annem beni bir yere yollar veya mahalleli arkadaşlarla sokakta oynamaya bırakırken: ‘..sakın yere tükürme!.. ellerini de cebine sokma!.. Atatürk’ü görürsün de çok utanırsın!..’ derdi. O’nu ilk gördüğümde 4 yaşında bile henüz doldurmamıştım ama görüntüsü beynime öyle bir kazınmış ki hâlâ net bir biçimde anımsıyorum. Otomobilini durduracak ve O’nunla konuşacaktım. Daha 6 yaşındaydım. Yol zaten bomboş. Otomobil belki de 30’la gidiyor. Koşup yolun ortasında durdum ve arabayı da durdurdum. Kapısını açarak sol ayağını ‘marşpiye’nin üzerine koydu ve bir el işaretiyle yanına çağırdı beni. Etraftaki herkes donup kalmıştı: “Neden yoluma çıktın çocuk? Neden durdurdun arabamı?” “Sizi görmek istedim Paşam...” “...Yaaa! Peki, daha önce hiç görmedin mi beni?...” “Gördüm ama, uzaktan. Hipodrom’da. Bir de arabayla siz buradan geçerken camın arkasından...” Ellerimi kısa pantolonumun yanlarına yapıştırmış, topuklarımı birleştirmiştim, askerlerin yaptığı gibi. Koşup karşısına geçtiğimde bir de selam vermiştim: “Şimdi beni yakından görmüş oldun. Nasıl buldun beni?” demez mi.. “Paşam, doğrusu biraz şaşırdım...” “Nasıl yani?” “Paşam, ben bizlerden çok farklı sanıyordum. Böyle kocaman... Gökler gibi... Oysa, sen de bizler gibi bir şeymişsin!..” Güldü. Yanında oturan beye bir şeyler söyledi sonra gene bir el işaretiyle beni daha yakınına çağırıp yanağımı okşadı: “Okula başladın mı?” “Hayır Paşam, seneye.” “Umarım gene görüşürüz!..” O’nun ‘umduğu’ gibi oldu ve gene görüştük. 1936/37 ders yılının son günü. 1’den 2’ye geçmişim. Yakındaki ‘İstiklal Mektebi’nin bütün öğrencileri ders yılı sonunda pikniğe gitmişiz Söğütözü’ne. Orada, zaman zaman gelip dinlediğini duyduğumuz küçücük bir kulübesi varmış koca Atatürk’ün. Meğer O’da aynı gün orada değil miymiş? Topluca yanına çağırdı bizleri. Yaveri yanımıza gelip ‘Paşa Hazretleri’ni rahatsız etmeyeceksiniz! O sorarsa cevap vereceksiniz!..’ diye tembih etti ama bu bizden biri, bu sıcacık insan karşısında kim durabilir ? Öylesine sokulduk ki yanına neredeyse hasır koltuğundan düşürecektik. Kocaman, beyaz tafta kurdeleli bir kızın fazlaca yaklaştığını fark edince hemen kucağına çıkmaz mıyım? Ne de olsa ‘tanışıyoruz...’ kendisiyle. İnce uzun parmaklarını saçlarıma sokarak ‘..Senin ne güzel kestane rengi saçların var...’ dediğini hâlâ duyar gibiyim. Kestane rengi saçlarım çoktandır beyaza dönüştü ama bir tek teli bile eksilmedi. Eksileceği de yok gibi görünüyor. ‘Bu nasıl şey?’ diye soranlara ‘Nasıl dökülebilirler?.. diyorum. Onlara Atatürk dokundu.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle