Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Kâtip edebiyattan nasıl kovuldu? Mabeyin Başkâtibi Uşaklıgil'den TMO'nun küçük memuru Muzaffer Buyrukçu'ya kadar, eski edebiyatçıların hemen hepsi kalem efendiliğine bulaşmış insanlardı. Şimdi ise durum farklı. Bir rastlantı mı acaba, memurun, aynı dönemlerde hem edebiyattan kovulması hem de sosyal ve • ekonomik yönden zebunlaşmış olması?.. Necatl Güngör icediı edebiyatımızda "memur"un öykusu yazılmıyor. Aranırsa, tektuk örneklere rastlanabılir belki. Ama birkaç örnek, geçrniş yıllardaki nicel yoğunluğa ula^ama/. Memurun öyküsü ne zaman bitti; nasıl bitti? Bu soruların karşılıgı başlıbaşına bir araştırma ve ayrı bir yazı konusu. Kestirmeden bir yanıt vermek gerekirse, şunu rahatlıkla soyleyebilirsiniz: Memur edebiyatçıların soyu tükendi de ondan... Eski edebiyatçıların, hemen hepsi kalem efendiliğine bulaşmış insanlardı. Devleti âliden aylık almış, devlet dairelerinin tozlu havasını solumuşlardı. Mabeyın Başkâtibi llşaklıgM'dcn, TMO'nun kuçük memuru Muzaffer Buyrukçu'ya kadar... Refik Halil, kâtipliğin, Sultan Hamid devrinden itibaren saygınlığinı yitirdiğini ya/.ar. Onun dediği, edebiyatçı memur değil, sıradan kâtipler... Cumhuriyet dönemindeyse, otuz kırk yıl öncesine kadar toplumda saygın bir yeri vardı memur milletinin, memur, devlet güvencesı altında yaşayan insandı. Bir rastlantı mı acaba, memurun, aynı dönemlerde hem edebiyattan kovulması, hem de sosyal ve ekonomik yönden zebunlaşmış olması? Eskiden, yani Osmanlının gününde, cülus ve bayramlar dışında, eğer koşullar elverirse altı ayda bir maaş yüzü görürdü kâtip takımı. öyleyken bileev sahibi, konak sahibi, çifte kadın sahibi olan kâtipler vardı. Üstelik, koca tstanbul'da parmakla gösterilecek kadar az sayıda bir yaratıktı. Say ki zümrüdü anka kuşu mübarek! Her mahallede bir milyoner yaratma sevdalısı devlet adamlarının inadına, her mahallede ancak bir kâtip vardı. Kâtibin evi ya da konağı, o mahallenin belli boncuğuydu. Birine adres tarif edileceği zaman kâtibin evinin bulunduğu yere göre anlatılırdı. GünümUzde müteahhitten, hayali ya da gerçek ihracatçıdan ya da Kapalıçarşı kuyumcusundan ne anlıyorsanız, kadim zamanlarda kâtip işte o anlama geliyordu! Her genç kızın düşlerini bir kâtip süslerdi. Setresi uzun, ama eteği çamur olmayan bir kâtip! O devirlerde bir devlet dairesine ayakkabıyla da giremezdiniz. Her devlet dairesinin kapısında bir papuççu bekler, içeri girmeden once önünuze hemen terlikleri koyardı. Terlikleri ayağınıza geçirir, yeşil renkli aba per•deyi aralayıp öyle girerdiniz kalem odasına. Tabii kalem odasında masalar, sandalyeler, camlı dolaplar da yoktu... (öyle şeyler olsa olsa ecnebı baııka şubcleıınde bulunurdu.) Orta yerde başefendi, yani kalem amiri, kıvırcık ankarakeçisi pöstekisi serilmiş yer minderinde ve bir dizıni dikmiş, öbürü altında, kulaktan atma gümüş çerçeveli gözlükleri hem önüne konan evrakı görebilsin hem de olan biteni izlesin diye burnunun ucuna tutturulmuş, kendisiyle bir hizada olan pencereden, avluya bağlanmış mor kadife palanlı beyaz Mısır merkebini övünUrcesine seyre da N Ciğer ekmek satıcılarının, kamış kalem pazarlamacılannın, dilencilerin devlet dairelerine dadanmaları, Abdülhamid döneminde ortaya çıkan görüntülerdi. Üstüne üstlük, görevi başında yemek tıkınan, namaz kılan, takunyalı ayaklarla aptese yönelen bir kâtip taifesi türemişti ki bu zamanda, bunlar, yozlaşmanın ilk belirtileriydi. Demiştik ya, memurlar altı ayda bir maaş alırlardı Osmanlıda. Bir şey daha ekleyelim buna: Kalem de biri öldilğü zaman, onun maaşı, daire âmirinin insaf ve takdirine göre arkadaşlarına pay edilirdi. Bu nedenle de dairede biri hastalanacak olsa arkadaşları, bin umutla onun ölumünü gözler dururlardı! Osmanlıda memur olmak, lstanbul'da oturmakla eşanlama gelirdi. Bir kimse, isterse vali olarak atanmış olsun, taşraya ancak sürgün için giderdi. Gözden ve gönülden düşmüşlüğün simgesiydi taşra! (Şimdilerdeyse küçük bir memuru cezalandırmak, süründürmek isterseniz tstabul'a yollamanız yeterli.) Bu yönden memurlar iki ana gruba ayrılırlardı: lstanbul'da oturacak olanlar, yani felekten torpilliler ve taşraya gönderilecekler, yani arkasızlar... Burada kimi roman kahramanlarını anımsamamak mümkün mü? lstabul'dan kaçıp da izini kaybettirmek için o "bilinmezler ülkesi" Anadolu'ya sığınan 'Feride ögretmen'i nasıl anımsamazsınız? Bir devlet daircsindeki memurlar şu unvanlarıyla anılırdı kadim zamanda: Müsevvıd, Sermüsevvid, Mümeyyizi sani, Muavvini evvel, Müdür... Müscvvid, bir tezkerenin müsveddesini yazan kimseydi. İki satırlık bir şey bile olsa onun yazdığı müsveddeyi, Sermüsevvid denetler, düzeltir, Miimeyyizi sani'ye havale ederdi. Ordan Müdür Muavvini evvei'ine yahut sani'sine gider; sonunda Miidür'e gelirdi. Müdür, "yazıla" buyruğunu verdi mi müsvedde temize çekilirdi. Günümüzde devlet dairelerinde yaşanan kırtasiyecilikle karşılaştırırsanız, hiç de çağımızın gerisinde olmadıklarını kolayca anlarsınız. Bu demek ki eskinin Üsküdarlı kâtibi, bugünkü devlet dairelerinde iş kovalayacak olsa kırtasiyeciliğe pek de yabancılık çekmezdi. Ama torbalar, sandıklar dolusu evrakı metrukenin küçük bir bilgisayar disketine sığdınldığını, elektronik yazı ve hesap makinelerinin sihirbazlıklarını, telefon denilen gâvur icadının bir ömür uzaklıktaki yerlere ses ilettiğini görse; gözleri faltaşı gibi yuvalarından fırlar, korkudan dudakları uçuklayıp nefesi güçlü hocalar aramaya çıkardı herhalde... Gerçi devlet dairelerinde takunyalı, yeşil takkeli din kardeşlerine rastlamak belki yabancılığını giderir, gönlünü biraz ferahlatırdı. Ama şimdiki kâtip taifesinin her ayın başında tıkır tıkır maaş aldıklarını duyunca, kıskançhktan yüreğine inmeler inerdi mutlaka. Kâtip efendi nerden bilir, şimdiki paranın kendi zamanındaki bakır mangırdan bile aşağı düştUğünü? Altı ayda bir aldığı maaşla konaklara kurulup oturmak şöyle dursun, günümüz memurlannın ay ortasını bile zor bulduğunu muhtereme nasıl anlatırsınız acaba? Çızgı SEMIH POROY lardı. O, görevine sabahleyin eşek sırtında gelir, akşama çarşı pazardan nevalesini dUzüp heybesine yerleştirerek yine bununla dönerdi. Kuşkusuz, o zamanki Mısır eşeği, şimdinin makam otosuna "tekabül" etmekteydi. Eşek sahibi bir âmir olmak, o devir kâtiplerinin hemen tümünün hayalindeki son aşamaydı! O günlerde klasörler, telli dosyalar, tel zımbalar, ataşlar bulunmadığı için, evrak bez torbalar içinde saklanır; torbalar da ayrıca yeşil boyalı sandıklara konurdu. Torbalar karışmasın diye de kalın Arabî harflerle ay adIarı yazılırdı. "Ben, onun cemaziyülevvelini bilirim" sözü, işte bu evrak torbalanndan aşırıp kendisine don diktiren yoksul bir kâtiple ilgilidir. Kâtiplerin kullandıkları iki tür mühilr vardı: Biri, yalnızca sabinin adının kazılı olduğu "zat" mührü; ötekisiyse dairenin adını taşıyan mühür. Bu ikinci mührUn vurulduğu kâğıt, şimdiki antetli kâğıtların yerini tutmaktaydı. Eh, ıstampa yerine de siyah zift parçasının kullanılmasını yardırgamazsınız artık... Şimdiki gibi düzgün kesilmiş, tıraşlanmış kâğıtlar nerede o zamanlar? Koca bir tabakadan, işin gereğine göre makasla kesilip alınır kâtip efendi tarafından. Kendini bilen, usul erkân görmüş bir kâtip, asla ve asla, dizine ya da çekmeceye dayayarak kâğıda yazı yazmazdı. Bu, ayıpla 12 rın en büyüğü sayılırdı da ondan... Masa, sol elin ayasıydı! Yanlış yazılan bir sözcük dille yalanır, silinir, hohlanıp kurutulur, yerine doğrusu yazılırdı. Bir evkaf dairesinde kUçük bir kâtiplik kapmak için aranılan tek koşul vardı: "Hüsnühal" yani gtlzel yazı sahibi olmak! Bu nitelik, şimdinin allı pullu, kınalı mumlu diploması yerine geçiyordu. Tabii yalnızca hüsnühat sahibi olmak da tek başına yeterli olmazdı kimileyin. Herhalde sırtınızı nazır paşalardan birine dayamış olmak da gerekirdi. Tanzimat'ın getirdiği yenilikler, Osmanlıda devlet dairelerinin de çehresini değiştirmişti. Daire âmirlerinin oturduğu pöstekinin yerini kadife kaplı koltuklar, sedef kakmalı çekmecelerin yerini de oymalı ceviz masalar aldı. Nereden mi biliyorum bütün bunlan? Kendisi de büyüklü küçüklü memuriyetlerde bulunmuş olan Refik Halit Karay anlatıyor, "Üç Nesil Üç Hayat" adlı kitabında. Üstada sorarsanız, Sultan Aziz devrindeki zarif yazı takımlan zamanla azaldı, onun yerini adi cam hokkalar aldı. Devir değiştikçe, kâtip takımının huyları da değişti. Artık kimseler elde yazı yazma geleneğine uymaz olmuşlardı. Gelgelelim eski kulağı kesikler, yeni yetme kâtiplerin masada yazma alışkanlıklarını bir türlü benimseyemiyor, onlar yine elde yazmayı surdürüyor lardı.