Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Yalancı Mesih, Flora'yı çok etkilemiştir. Bir arkadaşına şöylc yazar: Bunlar Isa'nın, SaintSimon'un, Fourier'nin sözleridir. Onlar da böyle konuşur. Hoş, Flora'nın yıllardan beri oluşturduğu düşünceler de bunlara denk düşmektedir. Zamzak Cenapları onu sadece kendine getirmiştir. O günden sonra Tanrının, kadınları erkeklerin boyunduruğundan kurtarmak için, kendini seçtiğine inanmaya başlar. 1840'da da Londra'da GezintUer adlı kitabını yayımlar. Kitapta Ingiliz işçilerinin davlumbazı kırılmış yaşamlannı dile getiriyordur. Paris'e döndükten sonra Fransız işçilerinin durumuyla da ilgilenir. 1843'te, Işçilerin Birligi adlı kitabı da çıkarır. Bu, yeterli değildir. Ertesi yıltn nisanında bütün Fransa'yı adımlamaya, her gittiği yerde kadın ve işçi haklarını, yağmurlar yağdınp, şimşekler şakıtarak bağırmaya başlar. Auxerre, Dijon, Lyon, Avignon, Marsilya gitmediği yer kalmamıştır. O gUnlerde onu gören bir yazar resmini şöylc çıkaracaktır: Flora dünya yakışığı bir kadındı. Oözlerinde Doğunun sıcaklığı vardı. Bir inancın doğurduğu canlılık ve ateş bu güzelliğe tuhaf bir şeyler katmıştı. lşçilerin ortalık yerinde ufacık, tefecik kalıyordu ama içini tutuşturan o nar pekmeziyle, coşkulu konuşması onu koskoca bir dev gibi gösteriyordu. üelgelelim Flora sağlığına hiç kulak asmıyordur. Gün gün künyesini yitiriyorsa da umurlamıyordur. "Sağlığım yitse bile kenditn mutluyum ya!" diyordur. Bordeauxya geldiği vakit bir iç kanama geçirir. Doktorlar, hafif atlarla, tizcek koştururlarsa da kurtaramazlar. 14 Kasım 1844 günü de Flora Tristan beş günlük geçici dünyadan çekip gider. y okur, billahi bunları yeniden, yeniden oku. D!den o günden beri hiç ses çıkmadı. Geçen defa, Max Brod'u yürüttüğünde büyük bir incelik göstermiş, beni derdimle başbaşa bırakmak için altı ay görunmemişti. Bir inceliğini de altı ay sonra göründüğünde ortaya çıkarmıştı. Onu kitap odasında değil de salonda ağırlayışım karşısında çok içerlediği halde öfkesini hiç belli etmemişti. Gerçi, arada, küçük domuz yavrulan hırıltılannı yayına sokuyordu ama bunlara soluk borusundan gelen doğal ve gurgursal sesler süsü veriyordu. Ben de birkaç ay geçince o zamanlar kuşkularımı besleyecek kesin işaretler bulunmadığı için onu yine kitap odasına aldım. Çünkü kilapların sıcaklığı arasında pineklemek varken salonda yaylanmak benim de ağınma gidiyordu. Beri yandan Knin kişiliğinde gerçek bir kitapseveri de selamlıyordum. öbür konuklarıma çalışma odamla kitaplarımı zorla gösterdiğim halde o küçük bır baş kaydırmasıyla hemen kitaplara koşuyor çenesini en alt rafta toz içinde yaıan kitaplara varınca her yere daldırıyordu. Yine de kızgın demir üstündeydim. Kitaplanmdan birinin her dakika araklanabıleceğini hesaphyordum. Bereket, D. kitap yürütmcnin ycri ve göğü bilmeyen sığır yürekli kişilerin işi olduğu üzerine sık sık söylevler çekiyor, içime gülsuları serpiyordu. D. bu kez bakalım yine altı ay sonra mı görunur? Yoksa iki cildi birden aşırdığı için bir yıl sonra mı? Habcr olsun ki, bu kez hiç yumuşamıyacağım. Onu salondan başka bir yere oturtmayaeak, çay da demlemiyeceğim. Hele her zamanki gibı ucuz pastanelerden kek mekgeleceğıni hep telefonla bıldirir almaya da gitmeyeceğim. Dahası, kitap odalarını hemen kilitleyeceğim. Tuvalete gitmek için geçilen, kitaplarla dudak dudağa, koridorun kapısına da asma kilit vuracağım. Salonda guluklanmasına da bana mısın demiyeceğim. Üstelik, tehlike çanları çalmasa da, on dakikada bir kalkıp üstünü başıııı ve elinden hiç bırakmadığı bunu daha önce açıklamadım çantasını arayacağım. Yirmibeş kuruşa Amerika 5 1 NaimTtraü 'Yirmibeş Kuruşa Amerika'yt yazdtğı günlerde E 1925 yttında Giresun'un Piraziz ilçesindedoğan Tirali, Galatasaray Lisesi'ni ve Istanbul Hukuk Fakültesi'ni bitirdi. I952yılında Yenilik Yayınevi'ni kurarak Yenilik Dergisi'ni çıkardı. Vatan Gazetesi'nde Yazı Işleri MüdürlüğU, fıkra yazartığı yaptı. 19611965 yılları arasında Giresun milleivekili olarak Mecliste bulundu. "Park", "Yirmi Beş Kuruşa Amerika", "Aşka Kitakse" ve "Piraziz Nire Berlin Nire'' adlarım taşıyan öykü kitaplarını yayımladı. Tirali'nin yayımladığımız öyküsü, Missouri gemisinin tstanbul'a ilk geldiği 1946 yılından kesitler sunuyor bizlere. ana kalsa, yerimden bile kıpırdamazdım. Her gün gazetelerde, sincmalarda, savaş gemileri görmek ten usanmıştını. Bir de tutup, Amerikan donanması gelip Boğaziçi'nde demiriemiş diye rahatınıdan mı olacaktım? Sonra biliyordum ki <Jzel çağrılar, önemli adamlar veya dayısı olanlar içindir. Ne önemli bir adamdım, ne de dayım vardı. Evet, bana kalsa rahatımı bozmayacaktım. Reçel kavanozunu dışından yalayanlar örneği, deniz kıyısına varıp, gemileri uzaktan seyretmek de bana göre değildi. Ama sen bütün işleri bozdun sevgilim. Sen söylersin de ben yapmaz olur muyum? "Gidip şu gemileri görelim" dedin. önemli bir adam olmamam ve dayısızlığım geldi aklıma o ancla. Hoş bir şey değildi. Çok şükür ki, beceuksiz, sıradan biri olduğumu bilirdin. Onun için üzülmeme yer yoktu. Dolmabahçe'ye iner, deniz kıyısındaki parkın kanepelerine oturup, hem gemileri görürüz, hem de laflanz diye düşündüm. Gelgelelim evdeki pazarlık çarşıya uymuyor. Elalem hinoğluhin. Uçan kuştan para sızdırmanın yollarını arıyor. Açıkgözün birı, Nuhu Nebî 'den kalma yarım metre boyunda, boru gibi bir dürbun bulmuş, Teknik Üniversitesi'nin yanındaki merdivenlerın başında üç ayağını kurarak, gelıp geçene on kuruş karşılığında, gemileri ikı dakika seyrettirmiyor mu? Eh kızım, sana çok görmüyorum. Bütün kadınlara özgu zaaflardan senin de kurtulamadığım bilirim. Ne yapacakları biliniyordu. Kimi meraklılar, kentin tarihi anıtlarını dolaşacak, Kapalıçarşı'dan paslı kılıçlar, nargilc marpuçları, kendilerine şaşırtıcı gelen daha birçok ufak tefek nesne toplayacaklar, öbürleri Beyoğlu'ndaki meyhane ve barları doldurarak, gece yarılarına kadar ne bulurlarsa içecek ve sokaklarda şarkılar söyleyecekler; takım takım genelevlere girip çıkacaklardı. Etekleri uçurtan sert bir rüzgâr esiyordu. Uçak gemisi ve kruvazörler, hiçbir canlılık belirtisi göstermeyen kocaman deniz yaratıkları gibi, Boğaz'ın orta yerinde çivilenip kalmışlardı. Kabataş'a doğru yürüyelim dedik. Kıyı boyunca gemileri seyrettikten sonra dönecektik. Sen, iskeledeki kalabalığı görünce, hemen sokuldun. Birkaç motor rıhtıma yanaşmış, sallanıp duruyordu. Motorların başında, sesleri sıtma görmemiş, üstü başı perişan adamlar, durmadan bağırıyorlardı. Rüzgâr homurdanıyor, adamlar seslerini yükseltiyorlardı: "Yirmibeş kuruşa Amerika!.. Haydi baylar bayanlar, fırsatı kaçırmayın! Yirmibeş kuruşa Amerika!" B arkta oturacak yer yoktu. Birtakıın aylaklar bütün o civarı doldurmuştu. Kıyıya durmadan Amerikan denizcileri çıkıyordu. Hepsi de guzel çocuklardı. Sonra bir iki gün içinde, ne kadar da dost edınmişlerdi... BeyoŞlu'nun o herkesçe bilinen sokak surtüklerı, mağaza tezgâhtarları ve asıl şaşılacak şey, bir sürü kolejli genç kız Amerikalılarla gezip yürümek için birbırleriyle yarışıyorlardı. Erkek, ya da kadın arkadaşları, hemen kollarına giriyorlar, yüksek sesle konuşup şakalaşarak, Taksim'e çıkan yokuşu tırmanmaya başlıyorlardı. P ıhtımdakiler, birer ikiştr motorlara biniyorlar, sekiz on liralık müşteri bulan kaptamar, dümene geçerek yola çıkıyorlardı Hiçbir şey söylemedin. Biliyordun ki, bu kez ben sana önerecektim. Yirmibeş kuruş ve Amerika. Doğrusu kaçırılacak fırsat değildi. Neyc yarardı yirmişbeş kuruş. Bir muhallebi veya bir pasta parasıydı olsa olsa. Ve şimdi, birkaç saat sonn» yiyeceğim bir pastayı, Amerika için gözden çıkarabilirdim. Bundan kuşkun yoktu. "Yirmibeş kuruşa Amerika!" Bu kadar ucuza önerilen bir ulkeyi, kim görmek istemezdi ki? Nitekim motorlar, beş on dakikada dolup yola koyuluyorlardı. "Haydi ikı kişi daha, yirmibeş kuruşa Amerika!" Diye bağıran, en öndeki motorun çığırtkanını duyar duymaz, ikimiz de oraya koştuk. Yerlerimize oturmaya kalmadan hareket etmiştik. Işsizgüçsüz bir sürü insan arasındaydık. Çoğu kadındı. Rüzgârdan çekindiklerinden, kapalı bölüme oturmuşlardı. lstanbul'un kenar semtlerinden olmalıydılar. Başlarında eşarplar vardı. Dışarıda bizden başka yedi kişi daha bulunuyordu. Geniş kenarlı fötr şapkalarını başlarına geçirmiş iki üniversiteh, yağlı perdösülu, saçları özenle taranmış, altın dişli kısa boylu bir adam, davranışlarından taşralı oldukları anlaşılan orta yaşlı üç kişi ve mektebi asmış bir ortaokul öğrencisi. Mantona iyice sarınmıştın. Ben de pardesümün yakalarını kaldırmıştım. Ellerini avucumun içinde ısıtıyordum. Bir ara taşralılar, bizi göstererek konuşmaya başladılar. Herhalde büyük kentlerde ahlakın çok R bozulduğundan söz ediyorlardı. Herkesin anlayışına göre değişen töre, umurumuzda değildi. Birbirimizden hoşlanıyorduk, bunda ne kötülük vardı! üzgâr sert ve soğuk esiyor, deniz üzerinde, motorumuzun kâh önUnde, kâh sağında solunda, köpüklü dalgalar görünüyordu. Gökyüzü kapanıktı. Gemilerc yaklaşmıştık. önce muhriplerin arasından geçtik. Kimse aldırış etmedi. Gazetelerde günlerce savaş öyküleri anlatılan kruvazörün yanına varınca, seyredenlerin ilgisi arttı. Güvertede dolaşan denizciler el sallıyorlardı. Karşılık vermeye çalıştık. Rüzgâr saçlarını uçuruyordu. Ne güzel oluyordun. Yirmibeş kuruşa, Amerikan gemilerini görmek için kıymıştım. Senin, böyle saçlarını uçar görmek, esen sert yelden hoşlanmadığını belirtmek için gözlerini kısılmış görmek, o anda her şeyi unutturdu bana. Amerika'yı, yirmibeş kuruşu, donanmayı, denizcileri... Sıra uçak gemisine gelince herkes heyecanlanmıştı. Kaç katlıydı? İçinde neler yoktu: Asansörler, kepenkleri indirilmiş buyük hangarlar... Hoparlörden kalın bir ses duyuluyordu. Güvertede duzinelerle uçak vardı. Motordakiler düşüncelerini açıklıyorlardı. Esnaf kılıklı adam taşralılarla ahbap olmuştu. Onlara uçak gemisinde atonı bombası yapıldığını söylüyordu. Taşralılar, herifi tam bir güvenle dinliyorlar, sonra da atom bombasına ilişkin bildiklerini yineliyorlardı. Atom bombasının, Kitap'ta bile yeri olduğunu söylemişti kasabadaki hoca. Motorumuzun rüzgârdan eğilen bayrak direğini, ortaokul öğrencisi doğrultmaya çalışıyor, Amerikalılara karşı onurumuzu koruduğu için göğsü kabarıyordu. Türk donanmasından birkaç gemi de Boğaziçı'ndeydi. Yavuz'un önünden geçilerek, Kabataş iskelesine dönülürken, coşkuya gelip: "Aslana bak be!" diye bağırdı. öbürleri, sanki bunu bekliyorlarmış gibi, Yavuz'un savaş yeteneğinden söz açarak, dünyada onun üstüne bir kruvazör daha bulunmadığını birbirlerine onaylattırdılar. Üniversiteli gcnçlerin, konuşulanlara pek kulak astıkları yoktu. Onları daha çok, kapalı yerde oturan genç kadınlar ilgilendirmekteydi. Rıhtıma yaklaşmıştık. Başka motorlar da zırhlılar çevresinde dolaşmaya gidiyor, Boğaziçi vapurldiı uçak gemisinin yakınından geçerken, korkulacak bir biçimde yana yatıyorlardı. Yirmibeş kuruşları vererek rıhtıma a>ak bastık. Hoşnut görünüyordun. Soğukıan burnunun ucu kızarmış, nemlenmişti. O halinle de şirindin, cana yakındın. Bir şeyler söylerdin, yalan yanlış, cıvıl cıvıl konuşurdun. Ve ben, cebimde para kalmadığını, yaklaşan yıl sonu smavlarımı, yattığım odada tahtakurularının kış uykusundan uyanmaya başladıklarını unuturdum. R aç ay geçtı, bilmiyorum. Bak yine Boğaziçi'ne dost Ameı ikan gemileri gelmiş. Yine tstanbul tuysüz denizcilerle dolu. Bir gün, nasıl olsa ayrılacaktık. Seni unutamadığımı söylemeden edemeyeceğim. Gazetede zırhlıların resimleriyle karşılaşınca, yirmibeş kuruşa gördüğumüz Amerika'yı, yirmibeş kuruşluk mutluluğumu/u düşündüm. Aynı şeyi hayal etmenin de ayrı bir tadı varrnış. Tabii senin için anlamı yok bunun. Konuştuğun delikanlı, sana davetiye bulmuş. Birlikte gemileri gezmişsiniz, öyle duyduın. Herhalde durumundan hoşnut olmalısın. Bana danlmasaydm, yine yirmibeş kuruşIuk gezilere çıkmak zorunda kalacaktın. Senin adına kıvanç duydum demezsem, içim rahat etmez. Amerikan gemilerini görüp gezmek, az şey midir canını... 1947 K 27