06 Mayıs 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

K DÜNYA KADISINA BEN SORULMAZAM KALSIN BENİM DAVAM DİVANA KALSIN Kabul buyruldu duası Divan’a kaldı davası Tanrı sevgilisi demek, Pir Sultan Umarım âdildir Divan yasası Dilerim onurlu çıkar kadısı Yoksa daha çook ölür dirilir Pir Sultan itaplar Adası M. SADIK ASLANKARA [email protected] [email protected] Acısıyla yüzyıllara taşacak bir ağıt... “Düşler Yanarken” başlıklı şiirinde şu dizelerle kapatıyor perdeyi: “yanar/ ha/ yanarım// erir/ ha/ eririm// tut ki/ şairim// tükenirim/ mum gibi/ mum/ dikin/ keyfinize” (39) Nitekim Ataş’a göre Sivas, “tanrının susturulduğu şehir”dir. (46) Belki bundan ötürü, kente şöyle giriyor şair: “orada bir şehir var/ sözsüz duvak/ ayları yaz/ mevsimi/ temmuz biraz// gitsen karanlık/ gitmesen// kırık saz” (54) Yeniden Tanrı’ya dönüyor Ali Ekber Ataş: “can muzdarip/ canan garip/ canlar ateş semahında/ hep aynı havada tanrı” (58). Ataş’ın Sivas’a özgülediği şiirlerinin yalnız kaldığı düşünülmemeli. Kimbilir kaç şairin kaleme sarılıp yüzlerce şiirle yazınımıza döktüğü bir acının ortak dağarına sahibiz, biliyor muyuz? İleride şiir, öykü vb. bu tür verimler, pek çok seçkide bir araya gelecek, bu da ciltleri bulacak. Ancak bunlar, özel bir tarihe odaklandığı için değer kazanacak değil elbette. Bu ürünlerin değeri, yapıtların kendi içlerinde taşıyacağı estetik nitelikle ölçülecek tüm zamanlarda. Ama yine de bunlar bize, Sivas’ın zaman aşımına uğramadığını, ötesinde gelecekte de zaman aşımının yaşanmayacağını göstermeye yetiyor… Belki Homeros’un İlyada’sı gibi tekleşip bir çatı altında toplanacaktır verimler, ama sonuçta yüzlerce yıl da geçse aradan Sivas, bütün canlılığıyla kuşaktan kuşağa geçmeyi sürdürecek… “YILDIZ İZİ”... Zeynep Altıok Akatlı, Fazıl Say’ın çocukluk arkadaşı. Babalar arasındaki dostluğun çocuklara uzandığı bir ilişki biçimi, o nedenle bir yumağı çağrıştırıyor bu… Kopmayan, çığ gibi giderek kendisini daha da sıkılayıp bütünleyen biçimiyle… Zeynep Altıok Akatlı, Yıldız İzi’nde, kendi kaleminden bir “anılar, acılar, yaşanmışlıklar” bütünü sunuyorsa da, bunun sıra içi yaklaşımla anıların kaleme alınışı biçiminde olmadığını belirteyim… Yazınsal açıdan önümüzdeki zamanlarda da değerini koruyacağını düşündüğüm bir kitap çünkü Yıldız İzi. Zeynep, yapıta girerken şu notu düşüyor: “Ne şanslı çocuktum ki Ruhi Su’nun sesinden, Turgut Uyar’ın şiirinden, Tomris Uyar’ın ince zekâsından, Abidin Dino’nun çizgisinden geçerek Zeynep oldum. Ali Ekber Ataş Bilal Kayabay Bu vicdani sızı bir göçük halinde olanca ağırlığıyla dururken ortada, yazar, şair, tiyatrocu, sinemacı, ressam, müzisyen hemen her sanatçı sürekli gündeminde tutmayı sürdürürken bunu, Sivas’ın zaman aşımına uğrayacağı, unutulabileceği kaygısı anlamını yitiriyor bir bakıma… Kuşkusuz Bilal Kayabay’ın şiiri de bir ret. Nitekim 2 Temmuz 1993’ten bu yana Sivas’ın yazınımızdaki yansımalarını dikkatle izliyor, bunları yazınsal bağlamda yerli yerine oturtmak için çabalıyorum. Sayısını tutmuş değilim, ama bugüne dek bu konuda azımsanmayacak bollukta şiir, öykü, roman verimlendiğini, bunların tümüne değilse de önemlice bölümüne 2 Temmuzlarda gerek “Kitaplar Adası”nda gerekse öteki yazın dergilerinde yer açmaya çabaladığımı pek çokları biliyor olmalı. Bu arada öteki sanat alanlarında yapılanları da elimden geldiğince izliyor, gözlüyorum… Şairler alanın en çalışkanları, onları öykücülerle denemeciler izliyor, ardından romancılar geliyor… Sözgelimi Yiğit Bener kimi öykülerinde soruyor, hem de ilk öykü kitabında: “Tanrı’nın gerçekten de rızası var mıydı ki? Sevap mıdır insan yakmak? Normal midir seyretmek?” Arkasını getiriyor: “Düşmanca söylemden, canice eyleme götüren yol bu kadar kısa olabilir mi?…” “Öfke, hatta nefret bile insana ait duygulardır… Tedavi edilebilir. Oysa kayıtsızlık! Odun biçer gibi hiç tınmadan insan doğrayaÖteki Kâbuslar, Can, 2012, 35, 43, bilmek…” (Ö 46) Bütün bunların tek tek bireylerin belleğinde kalıcı kayıtlara dönüşmediği, toplumda bu doğrultuda bir toplumsal bellek kültü oluşmadığı düşünülebilir mi? Demokrasinin çoğunlukçu değil çoğulcu bir rejim olduğu söylenmiyor mu? O halde demokrasi, aslında bir azınlıklar rejimi gibi alınabilir… Ne demek istiyorum? Tüm toplumun içinde herkes birörnek iken bunlardan ayrılan tek bir kişinin bile eğilimini dikkate almak zorundayız… Sivas acılarının on dokuzuncu yılında Ali Ekber Ataş’tan Düşler Yanarken (Artshop, 2011), Zeynep Altıok Akatlı’dan Yıldız İzi/ Anılar, Acılar, Yaşanmışlıklar (Doğan, 2011) ile Fazıl Say’dan Metin Altıok Ağıtı (Evrensel, 2008) başlıklı kitaplarla birlikte olacağız bu hafta… yo olarak özgünlüğünü sürekli koruyacak olan Metin Altıok adlı yapıtı, “zamanaşımı” yaklaşımının nasıl da bir zamanüstülük yansıttığını gösteriyor aynı zamanda. Nitekim müzisyen, “’Metin Altıok’ oratoryosu, 9 aydan beri üzerinde çalıştığım, ama aslında 9 yıldan beri kafamda evirip çevirdiğim bir epik eser türü” (45) derken, verimlediği yapıtın nasıl bir sevgiye dayandığını, tutkudan beslendiğini ele veriyor. Say, Metin Altıok’u seçişinin nedeniyle bunun nasıl bir anlama karşılık geleceği üzerinde de duruyor. Şöyle diyor, konuyla ilgili sorusu olanlara: “Bestelediğim eserde, Sivas’ta can veren onca sanatçıdan yalnızca birini seçmiş olmamın belirli nedenleri var. Metin Altıok, orada can veren aydınlarımızın bir simgesi olmakla kalmaz; şiir geleneğimizin de bir simgesidir.”; “…[Ş]unu da belirteyim, bağırmayan, yumuşak başlı bir şiirdir onun yazdıkları./ ‘Metin Altıok’ oratoryosuna onun gözüyle bakmaya çalıştım. Altıok, ‘Hayatı ölümle birlikte tartmak’tan söz açıyordu. (…) Şairin ölümü, bir müzik eserinin doğuşunda baş etmen olabiliyor. Bize derin insani değerleri hissettiren şairler ölümsüz değil midir zaten?” (46, 47) Yapıtı bize ulaştıran Devlet Çoksesli Korosu sanatçıları Bahar Pancaroğlu, “Kıpırdayamıyorum, kaçamıyorum. Artık kaçamıyorum. Metin Altıok, gözüme yaş düşüyor,” (65) derken M.İnci Tığlı Atak da şu notu düşüyor: “Bu eserin bir parçası olduğum için çok gururlu, çok mutluyum.” (66) Ancak yapıtın ilk sunuluşunda, oratoryo seslendirilirken arkada akması tasarlanmış olan Sivas yangını belge görüntüleri sansürleniyor yazık ki. Buna karşın sahneye çıkıyor Fazıl Say. Sanatçıyla bir söyleşi yapan Derya Sazak’ın sorusu üzerine, şöyle diyor: “Sahneye çıktığım için 54 yenildim, sahneye çıkmasaydım 80 yenilmiş olurdum.” (34) Aynı söyleşisinde Fazıl Say, şunları da ekliyor: “Oratoryoda şairimizin yaşamı ve şiirleri işlendi, elbette ki yaşamının noktalandığı bahtsızlığı gizlemeyecektim.”; “’Metin Altıok’ oratoryosu intikamcı öze sahip değil. Tersine uygar ve insancıl. O filmin eserden çıkarılmasının teklif bile edilmemesi gerekirdi.” (29, 32) Fazıl Say Salâh Birsel’le Pera’yı dolaştım, Metin Eloğlu’yla garip şiirler okudum. Nezihe Meriç’ten ağlamanın ne büyük meziyet olduğunu, Leylâ Erbil’den hayatta nasıl durulacağını öğrendim. Bir şair babam gittiyse, bir şair babam Hilmi Yavuz oldu.” (15) Örgüyü babasından, “antika” denilen elişi yapmayı “Bilge Ağbi”sinden (Karasu) öğreniyor küçük Zeynep. “…[Ş]imdi benim hayatımın iki kıymetlisi birbirine bakıyor. Birbirlerini çok iyi tanıma fırsatı bulamadılar ve belki de hayattayken birbirlerinin birikimini takdir ettilerse de, hayat ve mesafeler onları ‘dostluk’ mertebesine getiremedi ama ben de onların ortak noktası değil miyim?” (21) Annesi Füsun Akatlı ile babası Metin Altıok’u böyle ilişkilendiriyor Zeynep Altıok Akatlı… Böylelikle gerçekçi bir “yıldız izi” sürücüsü olduğunu da ortaya koyuyor. Soyutlayımı, dönüştürümüyle bir yazar olarak daha yakından tanıyoruz böylece onu. Zeynep’in üzerinde durulması gereken bir yazar olduğunun da kanıtı aynı zamanda yapıt. Bu nedenle önümüzdeki hafta Zeynep’in Yıldız İzi’ne bir de bu açıdan bakarak onu yeniden gündeme alacağım, böylelikle de gerek yazınsal gerekse toplumsal açıdan getirdikleri üzerinde bir kez daha tartışacağız… İşte iki kızımız; Sivas’ın yuttuğu babaları arZeynep Altıok Akatlı “METİN ALTIOK AĞITI”... Ülkemizde, sorumluluk duygusuyla taşıdığı toplumsallık bilincini birebir halkına da yansıtanlar arasında Fazıl Say, sanatçıların önde gelenlerinden biri hiç kuşkusuz… İşte Say’ın, Metin Altıok’a özgülediği, orator “DÜŞLER YANARKEN”... Ahh, şiirler dışında merhem bulamamak mı kendimize, yaramızı iyileştirmeye? Altıok şiirlerinin ilk yayıncılarından yazar Ahmet Say ne diyordu onun için: “Metin’in dış dünyaya ilgi göstermek yerine, birey olarak insanın ruhsal dünyasının gizemli yönlerini dile getirmeyi yeğlemesi, bizim içe dönük şiir geleneğimize özgü bir yaklaşımdır.” (52) Ali Ekber Ataş, dından anneciklerini de yitiriveren iki canımız; Zeynep Altıok Akatlı, Eren Aysan… Hiç mi sorumluluğumuz yok toplum olarak? Öteki kızlarımızla oğullarımız, onların anne babaları için de? Tek tek bireyler olarak? Peki bu sorumluluğu, görevi yerine getirebiliyor muyuz, insanoğlunun aydınlığa çıkışında önemli rol oynamış sanatçıların ardından, geriye kalan çocuklarına gereken değeri verebiliyor muyuz? En az on beş yıldan bu yana 2 Temmuz’un “Dünya Aydınlanma Günü” olarak kutlanmasını öneriyorum. Pek destek görmüş değil önerim. Bir ara Server Tanilli yürekten katıldığını dile getirmişti bu önerime. Kemal Gündüzalp de destek verdiğini belirtmişti bir yazısında. İlginçtir, Kemal Kılıçdaroğlu bile, bu doğrultuda vurgu getirmişti bir röportajında, ama yazın çevrelerinden hâlâ çıt çıkmış değil! Şiir gününü, öykü gününü, tiyatro gününü, sanat gününü, şunu bunu kutluyor da bizim kocaman meslek örgütlerimiz, bir “aydınlanma günü”ne gerek duymuyorlar demek ki henüz… Ben söylememiş olmayayım yine de; 2 Temmuz Dünya Aydınlanma Günü’nüz kutlu olsun efendim… ? 2012 ? SAYFA 19 CUMHURİYET KİTAP SAYI 1167 28 HAZİRAN
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle