29 Nisan 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Selim İleri’den ‘Yaşadığım İstanbul’ ‘Bir istanbul avcısıyım’ İstanbul bir iddia... Kolay bir şehir asla değil... İçine doğmak da, içinde yaşamak da, hele ki bir yazar duyarlılığıyla izini sürmek de... Bunu yapan ehil kalemlerden biri kuşkusuz usta yazar Selim İleri. İstanbul onun için sadece muazzam tarihi ve manzarası olan bir şehir değil... İstanbul onun için bundan ibaret değil... Memleket de... Can da canan da... Yazının izini sürdüğü, yazarlardan dağarına açılan bir yıldız yolu da... Yaşadığım İstanbul‘da, canım İstanbul’unun binlerce yıllık yaşamını, tarihî mirasını, mimarî dokusundan mutfağına kültürel birikimini, duyduk duymadık ehil yazarlarından, şairlerinden ressamlarına, tiyatro ve sinema sanatçılarına sayısız ayrıntıyla irdeliyor elbet. Ama hepsi bu kadar mı? Hiç değil hem de... Yaşadığım İstanbul ona göre unutmak istemeyen bir yazarın kitabı. İstanbul daha yaşarken, durup dururken, bir yandan da “tarihe karıştığı”nı imlediği şehir sonra, örselendiği... Kırk beş yıla varan kalem erbaplığında yazdıkları nedeniyle seveni de oldu, nefret edeni de... Bireyci, küçük burjuva edebiyatının temsilcisi sayıldığı da oldu... Derin acılar duyduğu zamanlar da. Kimseye kırgın değil. Kimseye saygısını yitirmedi. Susmayı tercih etti. Uygarca yaşamayı, birlikte var olmayı, birleştirici olmayı özledi hep. Bu gericilikse, “mükemmel bir gericiyim” demesi de bundan. O zaman Yaşadığım İstanbul kitabına mükemmel bir gericinin İstanbul güncesi neden yanlış olsun. Selim İleri’yle kitabını konuştuk. SAYFA 8 ? 29 MART ? Gamze AKDEMİR azar kuşkusuz çağının tanığı, inisiyatifi hatta sivil eylemcisi... Gezegenine hele ki kentine duyarsız kalmaz, kalamaz... Ayaklarını bastığı topraktan, tarihten, ışıktan, hatta nemden, tozdan, isten bile alır gücünü, kitlelerle buluşturur, kitleleri yerinde uyandırır, uyarır... Yaşadığım İstanbul her şeyden önce ‘bir yazar unutmaz ve kanmaz’ın da ifadesidir diyebilir miyiz? Bu kitap tanıklıklarını kitlelerle buluşturuyor mu, bilmiyorum. Gücünü varsa nemden, tozdan aldığını sizin incelikli saptamanızla düşünüyorum. Kitaplar keşke okurlarla daha çok buluşsa... Bugün sadece ticarileşmiş yayın dünyasının ortasında kitaplar, yani pek çok kitap sadece belli sayıdaki okurla haşır neşir. Her şeyin para değerleriyle ölçüldüğü zamanların dayatması böyle. Yaşadığım İstanbul unutmak istemeyen bir yazarın kitabı diyebiliriz. Fakat kendisinden önce de unutmak istememiş yazarların sessiz sedasız gömülmüşlüklerini de biliyor. Bir zamanlar var olanın yanı sıra hep var olmasını düşlemekten asla vazgeçmeyeceğiniz İstanbul’u da okuyoruz... Bu bağlamda hem nasıl bir İstanbul düşlediğinizi, hem de ‘İstanbul’un sizce en ideal zamanı ne zamandı’yı anlatır mısınız bizlere? İstanbul doğup büyüdüğüm, git git yaşlanmaya koyulduğum kent. Hayatımın çok uzun bölümü İstanbul’da geçti. İstanbul hatıralarımın şehri, anılarla donandığım kent. İnsan yaşadığı şehri şu veya bu sebeple seviyor, o şehirden kolay kolay vazgeçemiyor. Oysa İstanbul daha yaşarken, durup dururken, bir yandan da “tarihe karıştığım” şehir. Kadıköy’de doğdum, Bahariye Caddesi’nde tramvay dan danları dinledim. Güzelim Moda Plajı, yüzmeyi öğrendiğim Fenerbahçe Plajı, bizim erişemeyeceğimiz ama güzelliklerini uzaktan hep seyrettiğimiz köşkleriyle Suadiye, Bostancı, hele sabah saatlerinde birbirini kovalayan vapur iskeleleri... Ne kaldı geriye? Anılarım arasında o İstanbul, o Kadıköy’ü çok güzel ve beni ne kadar çok beslemiş! Mesela yazdıklarıma bakıyorum, 1970’lerin verimi Dostlukların Son Günü’nde, hemen hemen bütün hikâyelerde Şifa, Moda. Sonra da 2000’lerde, Fotoğrafı Sana Gönderiyorum’da yine oraları. Arada Mavi Kanatlarınla Yalnız Benim Olsaydın, Gramofon Hâlâ Çalıyor, son dönemde Bu Yalan Tango: Hep Kadıköy’den semtler, yöreler... Fakat “bugün” bunları yazınca, bilmeyerek, hiç niyetimiz olmadığı halde, Faulkner’in “Yoknapatawpha”sı gibi kurmaca, uydurmaca bir yer yazmış gibi oluyorsunuz. Üstelik Kadıköy İstanbul’da değişime az uğramış bir bölgeyken... Düşlediğim İstanbul artık daha resimler, Nazmi Ziya’da, Çallı’da, Avni Lifij’de, Bereketoğlu’nda, Feyhaman Duran’da, Laga’da, ötekilerde... 2012 Y ların... Hayli içsel, duygusal bir biçem... Evet, bütün bu saydıklarınızın, saptadıklarınızın hepsinden yararlandım, esinlendim. Öyleyken, İstanbul’da bir içlilik olup çıkıyor. Sürüp giderse İstanbul yazıları, yarın yine esinleneceğim. Gerçi gökdelenli yeni İstanbul’da “komşu teyzeler, bakkal amcalar” git git kaybolmaya yazgılı. Fakat hiç değilse biz yaştakilerin anılarında biraz daha var olacaklar. Saksı çiçeklerinden ya da eski ve nedense hep küçümsenmiş Türk filmlerinden söz açınca biçem kendiliğinden duygusallaşıyor belki. İşin içine bugünü karıştırınca roman çeşnisi değişiyor. “ESERLERDEN ÇOKÇA YARARLANDIM” Geçmişin “hayaletleri” olarak değil kanlı canlı “tanıkları” olarak el veriyor size referans aldığınız, saygıyla andığınız, yapıtlarıyla irdelediğiniz nice yazar... Oktay Rifat’ın, Behçet Necatigil’in, Samiha Ayverdi’nin, Sabahattin Ali’nin, Peyami Safa’nın, Sait Faik’in, Orhan Kemal’in İstanbul’u değil sadece; Abdülhak Hâmid’in Kenan Hulusi’nin Ziya Osman Saba’nın, sizin deyiminizle iddiasız romancı Muazzez Tahsin Berkand’ın İstanbul’unu da okuyoruz... Türk edebiyatının yol haritası niteliğinde de okunabiliyor kitap… Yaşadığım İstanbul, edebiyatımızın eksik püksük bir yol haritasıysa ne mutlu bana. Baştan beri İstanbul yazılarında eserlerden çokça yararlandım. Bu eserlerin bazılarını zaten defalarca okudum. Zaman zaman o eserlerde yazılanlar, yaşananlardan, yaşadıklarımdan daha sahici, daha içe işleyici geldi bana. İstanbul kitaplarımdan birinde olacak, galiba İstanbul Lâle ile Sümbül de, akıbeti artık meçhul Haydarpaşa Garı bende Memleketimden İnsan Manzaraları’nın giriş bölümüyle birdenbire asıl anlamına kavuştu. Ya da, Oktay Rifat’ın Bir Kadının Penceresinden romanını okuduktan sonra, İstanbul yaşamasının bedbaht yüzünü çok daha derinden hissettim. Kenan Hulusi’nin Beyaz Ruslar’a dair harikulade öyküleri olmasaydı, 1917’nin kılıç artıklarını İstanbul’daki acı maceralarıyla nereden sezinleyebilecektik? Muazzez Tahsin’i iyi ki andınız; bazı kitapları, biliyorsunuz, Fransız edebiyatından uyarlama. Ne var ki, örnekse Çiçeksiz Bahçe’de öyle bir Yeşilköy anlatır ki, geçmişin sayfiye semti Yeşilköy’e Yeşilköy’deki o alafranga dünyaya ait çok önemli bir belgedir... Yapıt, sizin edebiyatınızın da yol haritası kuşkusuz… Selim İleri’nin İstanbul yazılarını, yapıtlarındaki yeri malum olsa da soracağım. Nasıl başladı İstanbul yazılarınız? Bir de Çelik Gülersoy’un size hediye ettiği İstanbul Kitaplığı’nın 1988 basımı kataloğu da sizin için önemli bir kaynak olmuş değil mi? İstanbul yazıları benim dışımda başladı. Yani tasarılarım arasında yoktu. İstanbul, öykülerimde, romanlarımda fondu. Belki o yüzden dikkati çekti. Yazmaya başlayınca, İstanbul’u başka türlü görmeye, okumaya, duyumsamaya yol aldım. bir roman okuyorsunuz, iki satır fakat pırıltılı bir tasvir çıkıyor karşınıza, hemen not alıyorsunuz; bir gün mutlaka bir yazıda anmak üzere ya da bir resme, sözgelimi Cihat Burak’ın bir eserine, o resimdeki İstanbul ayrıntısına artık odaklanıp kalıyorsunuz; tabii yazmak için. Yazmak için bir ‘İstanbul avcısı’na dönüşüyorsunuz... Çelik Bey dostumdu, İstanbul’u en çok sevenlerdendi. İstanbul Kitaplığı’nı şehre armağan etti. Bu görkemli armağandan ne kadar yararlanıldı, bilemem. Çe ? En ideal zaman da onların resimlerinde. Bir ışık vardır onların eserlerinde, adeta ortaklaşa duyumsanmış bir İstanbul ışığı. Gözlerimi kapayınca o ışığı yine görebiliyorum, ama gözlerimi açınca Necatigil’in eşsiz “Panik” şiiri İstanbul! “ESKİLERİN DURDUĞU BİR ZAMAN GÖRDÜM MÜ, KOŞUP YAZIYORUM” Yaşadığım İstanbul, kaç İstanbul’un öyküsü? Yaşadığım İstanbul, İstanbul’da yaşayan her kişinin her an hissetmesi gerektiği gibi, katman katman bir İstanbul, Bizans, Osmanlı, Cumhuriyet, Demokrat Parti yılları, bugün. Bir köşede sizi hâlâ Bizans bekleyebilir. Mesela Narlıkapı’ya gidin, sahil yolu size hâlâ Bizans’ı söyler. Kocamustafapaşa’da bir arka sokak da hâlâ Yahya Kemal’i ve “Kocamustafapaşa”yı... Onca değişmeye, bozulmaya rağmen ‘kendini koruyan’ bir İstanbul da söz konusudur. Demin Necatigil’i andım; onun bir başka şiiri, “Yedikule”, bütün çaresizliği içinde direnmiş İstanbul’u dile getirir. Ezbere bilirim: Necatigil, “Küçük kent kapıları, sur dibi dükkânlar/ Her zaman olmalıdır/ Yolları nasılsa oralara düşenler/ Eskilerin durduğu bir zaman olmalıdır” diyor. Ben de “Eskilerin durduğu bir zaman” gördüm mü, koşup yazıyorum. Öyle kent rehberliğine meyleden bir İstanbul güzellemesi değil okuduğumuz... Edebiyatın, müziğin, sinemanın, şiirin, annelerin, komşu teyzelerin, bakkal amcaların, saksı çiçeklerinin, sokak aralarının, yalı tepelerinin, sırtların, yokuşların, mazgalların, satıcıların, çocukların, şerbetlerin, şurupların, pembeleşen soğanların, balıkların, etlerin, rakı ? lik ver gayet y mıştır. lerden heyeca Sür bir ken nıklık.. uğradığ şim gel rip olu erke ve çokça diyen y Kitabı duygu erinç, c Gal olarak erince sında h ğım İst da, iç i Sinema dilimiz dik am ması’nı ce don tım, elb Ann tanbul, dim” d bul’u d Ann manınd şam mı tün ins içe kap yenlerd rılır yen dar yar Anne vardı, m di, kırl tanbul Varlıkl halli bi Tuvale dar ola meyi b özveris Ölünce “BUG DAİR EKS Bili sormak maktır niz; yaş mayı h şaalı, e en üret man di Sem bir kıyı mari ya çokça d semt ca hemen ne küç nu, hiç ları için lediğim kadark mı. 193 mini ya nemini ling’in çok şaş hazin. şık; en Üretke mak ise men he rasyedi Bug CUMHURİYET KİTAP SAYI 1154 CUMH
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle