23 Aralık 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Nevra Bucak’ın yeni romanı ‘Kadınların Şarkısı’ Kadın yüreğine ince dokunuşlar Nevra Bucak yirmi yıl önce yazdığı ancak ortaya çıkarmak için bugünü beklediği romanı Kadınların Şarkısı‘nda aşkın cisimsel ya da bedensel değil bir yürek işi olduğunu savunuyor. Bucak, erkeklerin duygusal aşk bağlamında önemsemediği, dışladığı kadının yürek çığlığını ya da duygularını kadınlar arası ilişkiye yükleyerek edebiyatımızda ilk kez kadınların içsel, yürek acılarını dile getiren Halide Edip Adıvar’ın Handan’ını cesur bir biçimde daha da ötelere götürüyor ve çağımıza taşıyor. ? Tansu BELE şk romanları, yazıldıkları dönemin duygu dünyasını yansıtır. Onlar her çağda yaşanan akıl tutulmalarının yürek haritaları gibidir. Akla ve düşünceye ışık tutar, yol götserirler. Duyguların güdülemediği, ateşlemediği akla akıl denir mi? Dahası duygunun ya da yüreğin yol göstericiliğinden yoksun akıl faşizandır! Bencildir o çünkü dünyayı kucaklayacak sevgiden yoksundur, yalnız kendini düşünür, bu yüzden de tek başınadır. Başka biçimde söylersek, aklı ya da düşünceyi kendinden çıkarıp yaşama ya da dış dünyaya yönlendiren ve açan, onu sevmeye kanatlandıran duygularımızdır. Sevinçlerimiz, umutlarımız, beklentilerimiz ve en önemlisi sevgimiz olmasa, “aşk” olmasa merak eder miyiz dünyayı? Onun için düşünür müyüz? Öğrenmek, bilmek, bütünleşmek, birlikte olmak, “bir” olmak ister miyiz? Paylaşır mıyız her şeyimizi? İnsanlarla; hele karşı cinsle… İnsan olana aklının yanı sıra duyguları da gerek; dahası aklın “erkekçe, erkeğe özgü ve salt ona yaraşır”, duygusallığınsa “kadınca, kadına özgü ve salt kadına yaraşır” olduğunu öne sürmek, akla ziyandır. Akıl ne zamandır erkek işi, duyguysa kadın işi oldu? Çok basit: Akıl “faşist” olduğundan beri! Duyguyu aptalca bulup dışlayarak salt kendini beğenmeye başladığından beri. Şimdi burada bu saçmalığın tarih açısından çözümlemesine falan girişecek değilim elbette, ancak iki cinsin arasındaki bölünme ve kopma da işte böyle başladı, diyebilirim. Duyguları “kadınca” sayıp SAYFA 8 ? A düşünmeyi ve aklı yalnızca erkeğe mal etmek tarihin yürüyüşü içindeki yerini aldığından bu yana, akıl tutulmaları da erkekle kadının arasına girdi ya da toplumsal ilişkilerin gelişimini bozdu. Çünkü duyguları akıldan kovan erkek, sevgisiz ve aşktan yoksun kaldı. Yalnız da… Çünkü salt akıl yalnızdır, tek başınadır ve ıssızdır. Bu yüzden acımasızdır. Aklın acımasızlığı: Dünyada bencillik de, faşizm de, daha da önemlisi sömürünün her türlüsü de işte böyle başlar ya da başladı. İnsan bugün yalnızsa nedeni budur ve kadın da bunun için acı çekiyor. YİRMİ YIL ÖNCESİNDEN BUGÜNE Bana bu gerçekleri düşündüren Nevra Bucak’ın son romanı Kadınların Şarkısı oldu. Yapıtı okurken aşk temasıyla sarılıp sarmalansam da onun çok ötelerine çekilip götürüldüğümü duyumsadım. Çünkü roman; yazarın öbür yapıtları gibi yine aşkı konu edinse de bu eksenin çevresinde dünyaya yeni bir bakış açısıyla bakıyordu sanki. Neydi bu bakış açısı? Aşkın o tatlı, romantik yüzünün maskelediği acının açığa vuruluşu. Sevgi beklentilerinin, aşk umutlarının ve hayallerinin yumuşacık sarıp sarmaladığı, örttüğü gerçeklerin katılığının, soğukluğunun ortaya konuşu. Yazar, daha romanın girişinde çok vurucu bir tümceyle bu bakış açısını vurguluyor zaten, büyük Hint şairi Tagore’un tümcesi, romanın bütün eksenini oluşturuyor: “Sana evime gel demiyorum, benim uçsuz bucaksız yalnızlığıma gel.” Nevra Bucak bu romanını gerçekte yirmi yıl önce yazmış. Ancak gün ışığına çıkarmamış. Bence iyi de yapmış çünkü yapıtın konusu gerçekte günümüze çok uygun; yaşadığımız dönemde sıkça tartışılan bir açılımı var. Yapıt aşkın cisimsel ya da bedensel değil bir “yürek işi” olduğunu savunuyor. Dahası hiçbir akılcı kural ve sınırlama tanımadığını çünkü aşkın özgür ve bağımsız, sınırlar ötesi bir iletişim bağı olduğunu vurguluyor. Aşk kural tanımaz çünkü kuralların hiçbirine sığmaz! Aşar gider her türlü kuralı ve engellemeyi. Bedeni de! Aşkı kurallara, “klişe” olana sığdırmaya 2012 çalışmak erkeğin aklının icadı bir iştir; elbette kadını da. Kadınların ruhları tıpkı doğa gibi basmakalıp düşünceleri aşar gider. Kadınların Şarkısı’nın başkişisi bir kadın ve onun iki ismi var: Semiramis ve Belma. Bu kadın, ona tutkun bir erkeğin kaleme aldığı bir romana konu olmuş, kültürlü bir kişi ve bir adada yalnız yaşıyor. Eski bir soprano ve artık panjurlu, ahşap evinden hiç dışarı çıkmayan, kimseyle görüşmeyen yaşlı bir kadın. Roman, kendisi de kadın olan anlatıcının o kitabı okuyarak bu gizemli kadını yaşadığı adada bulup onunla dostluk kurmayı başarmasıyla başlıyor. Belma’lı bölümlerin birinci tekil şahıs anlatımıyla yazıldığı romanda, kadını ilkin fiziksel özellikleri ve çekiciliğiyle tanıyoruz. Sonra onun yavaş yavaş iç dünyasına giriyoruz. Bu giriş, anlatıcının yani yazarın Belma’nın kimliğini bizlere usul usul açmasıyla yapılıyor. Anlatıcı Mine’nin bildik, alışılmış kadınerkek ilişkisi bağlamında yaşadığı bir cinsel tutkuyu ya da aşkı, üçüncü tekil şahıs anlatımıyla verdiği bölümler de Belma’nın sıra dışı iç dünyasına daha bir kolaylıkla girmemizi ve tanımamızı sağlıyor. Öyle ki Belma ya da Semiramis’in yapayalnız dünyasının kırılgan ve duygu yüklü yapısını içselleştirmemizin yolunu gösteriyor bizlere. Bu arada Mine’nin de erkeği eliyle içine kilitlendiği ıssızlığı görüp okura sergilemesini de hüzünle kavrıyoruz. Mine, Semiramis’in duygularını bulguladıkça, onun duyarlı, sevgi dolu dünyasına girdikçe, kendisine cinsel aşkı büyük bir tutkuyla sunan, ona “aşık” erkeğiyle birlikte nasıl bir duygusuzluğu yaşadığını anlayacaktır. HANDAN’IN BİR ADIM ÖTESİ Kendisi de yazar olan Mine, Belma’nın sevecen kişiliğini tanıdıkça erkeğindeki bencilliği görür. Belma’yla dostluğunu ilerlettikçe onun gizemini çözer ve ona büyük bir tutku duyar. Öyle bir tutkudur ki bu, Semiramis diye çağırdığı Belma’nın yüreğine sahip olmak gibi bir şeydir sanki; dahası bu yürek bütünleşmesinde artık, bedensel ya da cinsel aşkın ötesine geçmek vardır. Semiramis bu tutkuyu, yıllar önce bir başka kadınla yaşamıştır. Muna adlı bu kadın sonraları ölmüş, Semiramis yalnız kalmıştır. Bu yalnızlığın çağrısını sanki yüreğinde duyan yazar Mine, Semiramis ya da Belma’yla tanıştığında, evli ve çocuklu erkek arkadaşıyla yaşadığı cinsel ve bedensel aşkın kendisini nasıl nesneleştirdiğini anlayacak sevgilisinin gerçekte onunla yalnızca bir alışverişi paylaştığını sezecektir. Mine, Belma’yı tanıdıkça erkek arkadaşının onu ve tutkusunu yalnızca bencilce kullandığını, gerçekte kendi benliğinden başka bir şey düşünmediğini anlar. Bu mükemmel cinsel paylaşım ve uyumda ruh ve yürek birliği yoktur, yürekler yine tek başınadır! Bu da gerçek aşk değildir, olamaz! Oysa Semiramis’le neleri paylaşır Mine; en başta çok sevdiği operaları, sonra yüreğini ve duygularının ince ince sızlayıp onu insan olmaya çağıran sesini… İnsan denilen yaratık sevmeyi ancak duyguları aracılığıyla başarır, duygularını “öteki”yle paylaştıkça aşkı yaşar, bu da onu insan yapmaya yetmez mi? Mine’yi, büyük aşkı Muna’nın yerine koyan Semiramis, ona yüreğini sunacaktır. Kadınların Şarkısı, kadın yüreğine sıcacık, duyarlı, zarif, incelikli dokunuşlarla yaklaşan, bu yumuşacık yüreği incitmeden, kırmadan dünyaya açabilen bir roman. Aşkı, kırılganlığını bilerek bu yüzden de onu çok güzel bir romantizmle sarmalayarak sunan bir anlatımı var. Dilsel anlatımı da yumuşak, romantik. Aşkın yokluğunda yaratacağı acıyı ve hüznü bilerek, varolmadığı zaman bizleri kapatacağı yalnızlık çemberinin ürkünç soğukluğunu duyurarak, dokunaklı bir Türkçe ve lirik bir dille söylüyor şarkısını. Erkeğin bedenine kilitlediği ve yapayalnız bıraktığı kadın yüreğinin boynu bükük, üzgün şarkısını dile getiriyor. Okurken satır aralarında opera aryalarında çınlayan kadın seslerinin yürek sızılarını duyar gibi oluyoruz. Bedenine hapsedilen, erkeğin gözünde yalnızca cinsellik ya da bedensel güzellik olarak görülen kadının umutsuzluğunu duyuruyor, tıpkı Carmen’in acı çığlığı gibi. Ben bu yapıtta, edebiyatımızda ilk kez kadınların içsel, yürek acılarını dile getiren Halide Edip Adıvar’ın aşk romanlarındaki kadın çığlıklarını duydum. Halide Edip’in Handan’ına çok benzeyen Semiramis beni yazıldığı yıllarda epey ses getiren Handan’ın yalnızlık çığlığını andıran bir aşkınlıkla aldı, “sıra dışı aşk”ın kıyılarına götürdü. Handan da aşkta aradığını bulamayan ve yalnızlığını müzikle gidermeye çalışan bir kadındı, bu yüzden epey eleştirilmiş, anlaşılamamış, erkek yazarlarca dışlanmış ve “doyumsuz, ne istediğini bilmeyen hatta namussuz bir kadın” olarak yerden yere vurulmuştu. Ancak o da tıpkı Semiramis ve Mine gibi, erkeğin yalnızca bedenini gördüğü ve yüreğini dışladığı kadını anlatmaktaydı. Nevra Bucak erkeklerin duygusal aşk bağlamında önemsemediği, dışladığı kadının yürek çığlığını ya da duygularını kadınlar arası ilişkiye yükleyerek Handan’ı cesur bir biçimde daha da ötelere götürüyor ve çağımıza taşıyor. Edebiyatımızın geçmişine yaslanarak onu bugünlere daha da açıkça ve aşan bir biçimde aktarmayı başarıyor. Nevra Bucak’ın cesur ama o ölçüde duyarlılıkla kotardığı romanı Kadınların Şarkısı’nı yazınımızda önemli bir çıkış olarak niteliyorum. ? Kadınların Şarkısı/ Nevra Bucak/ Aya Yayınları/ 120 s. 9 ŞUBAT CUMHURİYET KİTAP SAYI 1147 CUMH
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle