22 Kasım 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Nilüfer Kuyaş’tan ‘Ada’daki Ev’ ‘Bu, aydınlıkla karanlığın savaşının hikâyesi’ Sürek avı... Avlanan avlanana... Siyaseten, manen, ruhen ve bedenen… Kaçma zorunluluğu hisseden bir kadın... Kaçmasa olmayacak... Çare yok kaçacak... Sistem onu da er geç avlayacak, bir şey yapsın ya da yapmasın. Evlatlarına yapacağı işkencelerin ihtisasını şevkle ilmeden yurdundaki milyonlar gibi, onun da hissettiği bu... Derin bir kuyu gibi yurdu, sürekli enerji yutuyor! Tek korkan kendi değil ki... Korkmak ayıp değil ki... Amerika onu bekliyor... Doktora bursu da hazır... Eee ne bekliyor Esra? Nilüfer Kuyaş imzalı “Ada’daki Ev”, sokağının adı Âşıklar Yolu olan manzarasız, metruk, kör bahçeli ama ey özgürlük diyeceği, öyle hissedeceği Büyükada’da kiraladığı evde vereceği o kısa “ara”nın ve yaşama, demokrasiye, yüreğe çekili bir rölanti halinin öyküsü... Bol bol düşünmenin, kendine yüklenmenin, veda etmenin... Başkahramanının deyimiyle “şu güzelim cehennem ülkemize” veda etmenin... Öte yandan bir böcek başa tebelleş ki sormayın gitsin… Böcekleşmekten korkmak onunki… E haklı da; erkin elinde terlik, peşimizde, ha tepeledi, ha tepeleyecek! Tek o mu böyle hisseden? Müslimi gayrimüslimiyle kimsenin kendini ne tam ait ne tam sürgün hissettiği bir ülkenin topraklarından seslenen bir roman Ada’daki Ev. Sevgiyle nefret, iyiyle kötü arasında, şehirle kır, toprakla bitki arasında, gitmekle kalmak arasında yarılmış hayatlarımız, o sürekli doldurulması gereken boşlukla, modernlikle gelenek arasında, özgürlükle kısıt arasında bölünmüş hatta yarılmış hayatlarımıza dobra bir yakın plan. Kuyaş’la Ada’daki Ev‘i konuştuk. SAYFA 16 ? 9 ŞUBAT 2012 ? Gamze AKDEMİR “Dünya karanlıktı, aydınlık olan bizlerdik!” Romandan… ürek avı... Avlanan avlanana... Kaçmak zorunda... Kaçmadan olmayacak... Çare yok kaçacak... Amerika onu bekliyor... Bu göbek bağı, ana rahmi yurdundan çekip gitmeden, kısa süreliğine de olsa kaybolacağı Ada’daki evde vereceği o kısa “ara”ya tanıklık ettiren bu roman, Esra’nın deyimiyle “şu güzelim... cehennem ülkemize veda etmenin ve yaşama, aşkla örülü yüreğine çekili bir rölanti halinin de öyküsü değil mi? Sorunuz romanı güzel özetliyor. Ada’daki Ev çok basit bir imgeyle başladı, sonra giderek halkalar halinde karmaşıklaştı: Genç bir kadın güzel hayallerle Büyükada’da yazlık ev kiralamıştı, ama iş eve yerleşmeye gelince, orada yalnız kalamayacağını anladı, eve giremiyordu, yalnız kalmaktan, gece o evde tek başına uyumaktan dehşet duyuyordu, binbir bahaneyle evden uzak durmaya çalışıyor, bir yandan da korkusundan utanıyor, korkusunu yenerek eve sahip çıkmaya çalışıyordu, sanki ev vahşi bir yaratıkmış da onu ehlileştirip dize getirmesi gerekiyormuş gibi. Masallarda gördüğümüz cinsten bir sınav haline geliyor o evle ilişkisi. Kendi ruhuna sahip çıkmanın simgesi oluyor adeta. Genç bir kadının özgürleşme çabasını izliyoruz. O evi tutmakla kendine bir tuzak kurduğunu anlıyoruz. Doğrudan değil de böyle dolaylı olarak yüzleşiyor korkularıyla. Aile yaşamından gelen kırgınlıkları var, yaşadığı toplumda tanık olduğu dehşet verici bir siyasi baskı ve karmaşa var, söylediğiniz gibi bir sürek avı söz konusu. Arkadaşlarının çoğu ya hapiste ya polisten kaçıyorlar, Esra o siyasi çalkantıyı ve anarşiyi uzaktan dehşetle izliyor. Üstelik bir adama sevdalanmış, fena halde âşık olmuş ama o aşkla ne yapacağını bilemiyor, evlenmek istemiyor, sevdiği adamla evlenmeden birlikte yaşamasına toplumsal gelenek karşı çıkıyor, o kurallara meydan okumak istiyor ama onu da beceremiyor, çareyi okumak için yurtdışına çıkmakta bulmuş ama gitmek de zor. Göbek bağını kopartmakta müthiş zorlanıyor. Sonunda mahsur kalıyor Ada’da, tıpkı ıssız adaya düşmüş bir kazazede gibi. Ama bu ada ıssız değil, orada tesadüfen tanışıp dost olduğu insanların sevgisi, onlarla kurduğu ilişki Esra’yı iyileştirmeye başlıyor, dediğiniz o rölanti halinden, içine gizlendiği kozadan çıkacak gücü buluyor sonunda. Ada’daki Ev, hem bir yeniden doğuş hikâyesi, hem de elmadaki kurt hikâyesi. S “Ada’daki Ev romanında ışıkla karanlığı Esra’nın ruhunda çatıştırdım, belki günün birinde o dengeyi bulur umuduyla” diyor Nilüfer Kuyaş. Kimimiz elmayı yemeye devam ederiz, ya da başka bir elmaya uzanırız, kimimiz de o kurdun varlığından öyle bir düş kırıklığı duyarız ki bir daha elma yemeyeceğim deriz. Esra bir daha elma yemem diyenlerden, ama sonuçta başka çaresi olmadığını görüyor, yaşamak istiyorsa eğer, kurduyla böceğiyle her şeyi göze alıp tekrar bir elma ısırmak zorunda. Bereket, hayattan korktuğu kadar hayata büyük iştah da duyan birisi, geçirdiği travmadan sonra tekrar sarılıyor hayata, ışık karanlığı yeniyor, ama yenemeyebilirdi de. “IŞIKLA KARANLIĞI ESRA’NIN RUHUNDA ÇATIŞTIRDIM” Sık sık ‘canı cehenneme’ diyor Esra… Büyük bir öfke ve şaşkınlık duyduğu için. Toplumsal baskılar, çevresinde gördüğü bütün kötülük, duyduğu korku ve çaresizlik sürekli öfkeye dönüşüyor, “canı cehenneme” diye beddua etmek onu geçici olarak rahatlatıyor. Esra’nın bir travma yaşadığını, derisinin çok ince ve iç dünyasının hayli kırılgan olduğunu, duygusal açıdan aşırı uçlarda dolaştığını göstermek için böyle bir minik küfür ya da beddua iliştirdim onun dudaklarına. Bugün sık kullandığımız bir deyimle, çevresindeki negatif enerjiyi kovmak için böyle basit, çocukça bir savunma mekanizması geliştirmiş. Düşünün, genç bir kadınsınız, babanız muhafazakâr ve adeta sokağa çıkma yasağı uyguluyor, sevdiğiniz adamla buluşmanız hep sorunlu, etrafınızda insanlar olur olmaz sebepten tutuklanıp hapse atılıyor, bir daha haber alamıyorsunuz, kurallar etrafınızı kuşatmış, özgürlüğünüz kısıtlanıyor, bütün bu baskıya baş kaldırıp “hepinizin canı cehenneme!” diye haykırmak istemez mi insan? Esra sürekli bu ruh halinde yaşayan, sıkıştırılmış bir karakter. Esra... Ömer... Ayhan... Yalın yakınlık, yalın şefkat arzusu, kendini anlayana tutunma azmi... Romandaki bu duygu hemen hepsi için söz konusu diyebilir miyiz? Romanın merkezinde böyle bir aşk üçgeni var. Esra, Ayhan ve Ömer aynı sırada tanışmış üç karakter. Esra ile Ayhan’ın aşkı romandaki en önemli eksen, fakat Esra güçlü bir şekilde Ömer’in cazibesine de kapılmış, öte yandan Ömer ile Ayhan arasında bir bağ var, iki erkek arasında örtülü bir arzu seziyoruz. Bu üç kişiden her biri diğeri üzerinden ötekini sevmeye çabalıyor. Aşk ve arzu çoğunlukla böyledir, iki kişi âşık olunca, üçüncü hatta bazen dördüncü kişiler de vardır resimde. Şefkat arayışı demeniz hoşuma gitti, çünkü bu üç kişinin birbirine sığınma ihtiyacı olduğunu da görüyoruz, hiçbiri diğerinden tam olarak kopamıyor, üçlü bir ilişki kuramadıkları için de, hepsi ayrılıyor sonunda. Esra’nın oradaki fantezisi de ilginç: İki adamı da seviyor, bu iki adam birleşip aynı kişi olsalar belki mutlu olurdum diye bir fikir geliyor aklına. Hem Apollon’dan hem Dionysos’tan medet uman Esra en çok hangisine neden yakın olsa gerek? İkisine de yakın, ikisine de ihtiyacı var; tıpkı hem Ayhan’a hem Ömer’e ihtiyaç duyduğu gibi. Ömer Dionysos olarak görünüyor ona, Ayhan da Apollon olarak, keşke ikisi birleşebilse diye hayıflanıyor, önceki sorunuza bağlanıyor, romanın temelindeki simgeye geliyoruz böylece. Dionysos ve Apollon, bu iki tanrı mitolojide karanlığı ve ışığı simgeler. Esra’nın yüreğinde de bir aydınlık ve karanlık çatışması var, Nietzsche’nin felsefesine göre, hepimizin yüreğinde olan… Çünkü hayatın temelini oluşturan bir çatışma bu. Romana böyle bir felsefi boyut eklemek istedim. Esra Ada’da tanıştığı Vassa’dan öğrenip, Nietzsche’nin “Trajedinin Doğuşu” adlı kitabını okumaya başlıyor. Dionysos ilkesi, bizi hayatın özüne bağlayan en temel arzularımızı temsil ediyor, can taşıyan herkeste olması gereken ilkel güdüler diyebiliriz. Freud olsa “Id” derdi, zaten Nietzsche birçok açıdan Freud’un habercisidir. Karanlık güdüler bunlar, bizi sarhoşluğa, cinselliğe, coşkuya iter, kendimizi kaybetme ihtiyacıdır, fakat onlarsız hayat da olmaz, hayatın çamuru, mayası diyebiliriz buna. Diğer tarafta aydınlık var, Apollon ilkesi, Freud’a göre “Ego”, yani insanın bağımsız birey olması, ilkellikten uygarlığa geçmesi, güdülerini ve arzularını denetim altına alması, onlardan daha yüce bir şey yaratması, sonuçta sanat böyle çıkıyor ortaya. Eski insanlar bu iki zıt ilkeyi birleştirip, karanlıkla aydınlığın tam dengede olduğu bir uygarlık kurabilmişler, trajedi dediğimiz sahne sanatını icat etmeleri de bu dengeyi gösteriyor. Nietzsche’ye göre; modern insanın böyle dengeli bir ortak kültürü yok, Nietzsche de bunu sorguluyor zaten, biz modern insanlar yeniden böyle bir dengeyi nasıl buluruz da, daha sağlıklı bir uygarlık kurarız diye soruyor. Ben de Ada’daki Ev romanında ışıkla karanlığı Esra’nın ruhunda çatıştırdım, belki günün birinde o dengeyi bulur umuduyla. İnsanın hayatı boyunca sürekli geçmesi gereken bir sınav bu. ? bö Sözü çatışma Esra ha de asla leri var. karanlığ Karanlı ışıkta ya karanlık dine çe ları olan Onun olacak b insanlar del bu b melde “ biliriz, o Bab ra sıfırd ra’da... le? Rom yaklaşım Esra baanne yandan ermiş; b var, o d yi göze dından mutsuz sediyor varmış hayatlar de sahip Asaf, kı ğu Vass miş kuş yoruz, h ni daha direnç m Roman böyle d tedim. B ceki ku günümü nasıl zo İnsanlık bir saf y gittiğim yaptığım acaba d ? “YAL Kim soracağ limi kim gün his Ev için diyebili Eve gün tem işlemek bir ada yatta, b küçük b rokozm ya simg geler. E kişisel b çelişkile Mesela rin, çoğ içinde y Ada’nın bettiği b unsurla hale get çok şey laşmış b manlıkl Esra o k oluyor A kökenli sürgüne oraya ye şair, As CUMHURİYET KİTAP SAYI 1147 CUMH
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle