Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Ş İ iir Atlası CEVAT ÇAPAN Elizabeth BISHOP/ Şiirler/ Çeviren: Cevat ÇAPAN ‘Öğrenilmesi güç bir şey değildir kaybetme sanatı’ “Hayal gücü eksikliği midir evde kalacak yerde bizi bu düşlediğimiz yerlere alıp getiren? Yoksa Pascal büsbütün haklı değil miydi insanın sessizce kendi odasında kalması konusunda? kinci Dünya Savaşı’ndan sonra çağdaşı Amerikan şairleri arasında hayranlıkla izlenen, şiirlerindeki imge zenginliği, kara mizah öğeleri ve biçim ustalığıyla dikkatleri çeken bir şair. 1911’de Massechusettes eyaletinde. Worcester’de doğdu, daha bir yaşına gelmeden babasını yitirince, annesinin Nova Scotia’daki ailesinin yanında geçirdi. Annesinin de kısa bir süre sonra akıl hastanesine yatırılması üzerine tam bir yetim hayatı yaşadı. Yüksek öğrenim için Vassar Koleji’ndeyken ünlü şair Marianne Moore’la tanıştı; şiir yazma konusunda ondan büyük destek gördü. Üniversiteyi bitirdikten sonra bir süre Avrupa’da kaldı. 193842 arasında Floride’da Key West’te oturdu. 1946’da yayımlanan ilk şiir kitabı North & South doğum yeri olan New England bölgesiyle sıcak ülkelere duyduğu sevgiyi karşı karşıya getiriyordu. Daha sonraki birkaç şiirinde de bu karşıtlığa yer verdiği görülür. 1950’lerde ve 1960’larda Rio de Janeiro yakınlarında Petropolis’te yaşadı. 1956’da A Cold Spring (Soğuk Bir Bahar) kitabıyla Pulitzer Ödülü’nü kazandı.. 1970 Boston’a dönerek Harvard Üniversitesi’nde yazarlık dersleri verdi. 1965’te üçüncü şiir kitabı Questions of Travel (Yolculuk Sorunları), 1977’de Geography III yayımlandı. Elizabeth Bishop 1979’ da Boston’da öldü. Toplu şiirleri 1983’te The Complete Poems 19271979, toplu düzyazıları ise 1984’te The Collected Prose başlığıyla yayımlandı. Bishop’un ayrıca Carlos Drummond de Andrade, Manuel Bandeira, Joao Cabral de Melo Nero, Joaquim Cardozo gibi Brezilyalı şairlerden çevirileri de vardır. Yolculuk Sorunları Çok fazla şelale var burada; kalabalık dereler hızla denize akıyor ve dağların tepelerinde onca bulutun baskısı onların ağır ağır eteklere yayılmasına gözümüzün önünde şelalelere dönüşmesine yol açıyor. Çünkü o çizgiler, millerce uzanan o parlak gözyaşı lekeleri birer şelale değilse henüz, kısa bir zaman içinde, burada zaman hızla geçtiğine göre nasılsa olacaklar. Ama derelerle bulutlar durmadan, durmadan yol alırlarsa, alabora olmuş gemilerin çamur ve midye kaplı gövdelerine benzerler. O uzun eve dönüş yolculuğunu düşün. Evimizde kalıp da burayı mı düşünseydik? Nerede olurduk bugün? Doğru mudur yabancıları bir oyunda, tiyatroların bu en tuhafında seyretmek? O ne çocukluktur ki, hâlâ bir hayat soluğu varken içimizde, karar verip güneşin öbür yüzünü görmeye koşmak? Dünyadaki en küçük yeşil sinek kuşunu görmek? Anlaşılmaz eski bir taş işçiliğine bakmak, her bakışta anlaşılmaz ve hiç sır vermeyen, birden karşımıza çıkan ve her zaman her, zaman hoşa giden? Ah hem düşlerimizi görüp hem de gerçekleştirmek zorunda mıyız onları? Ve hâlâ görebilir miyiz bir gün sıcaklığını yitirmeyen bir günbatımını? Ama gerçekten yazık olurdu bu yol boyundaki ağaçları görmemiş olmak, onların o gerçekten aşırı güzelliğini, ve görmemiş olmak onların pembeler içinde soylu pantomimciler gibi el kol oynatışlarını. Benzin almak için durmak ve o uyumsuz saboların benzin istasyonunun yağ lekeli zemininde çıkardığı iki sesli o cılız takırtıyı duymak zorunda kalmamak. (Başka bir ülkede sabolar hep önceden sınanmış olur ve her çiftin aynı perdeden ses çıkarması sağlanırdı.) Yazık olurdu, o öteki sesi, o üç kuleli, beş gümüş haçlı Cizvit baroğu bambu kilisedeki kırık petrol pompasının üzerinde öten tombul kahverengi kuşun daha az ilkel olan müziğini duymamak. Evet, yazık olurdu en kaba tahta ayakkabılarla ağaçtan kafeslerin giderek önemsizleşen özenli ve titiz fantezileri arasında yüzyıllardır ne gibi bir ilişki olabileceğine tam bir netliğe ve kesin bir sonuca varamadan kafa yormamış olmak. Hiçbir zaman ötücü kuşların kafeslerindeki o titrek yazılarla tarih çalışmış olmamak. Ve hiçbir zaman politikacıların konuşmaları gibi SAYFA 30 ? 8 KASIM 2012 Kıta, şehir, ülke, toplum: seçim asla geniş değil, ne de özgürce. Burası mı, orası mı? Hayır. Evimizde mi kalsaydık, orası neresiyse? Bir Sanat Öğrenilmesi güç bir şey değildir kaybetme sanatı görünürde o kadar çok şey niyetlidir ki kaybedilmeye hiç de bir felaket sayılmaz onların kaybolmaları. Her gün bir şey kaybedin. Kabul edin anahtarları kaybetmenin telaşını, boşuna harcanan saati. Öğrenilmesi güç bir şey değildir kaybetme sanatı. Daha çok, daha çabuk kaybetmeye alıştırın kendinizi, yerleri, isimleri, tasarladığınız yolculuk planlarını, nasılsa bir felaket sayılmaz bunların unutulmaları. Annemin saatini kaybettim. Sonra bak, en son evimi ya da ondan önceki sevdiğim iki evim de gitti. Öğrenilmesi güç bir şey değildir kaybetme sanatı. İki şehir kaybettim, iki güzel şehir. Topraklarım vardı uçsuz bucaksız, iki nehrim, varlığım koca bir kıtaydı. Arıyorum hepsini. Ama bir felaket sayılmaz kaybolmaları. Seni bile (o şakacı sesini, sevdiğim bir davranışını.) Yadsıyacak değilim. İşte apaçık ortada, Öğrenilmesi çok güç bir şey değilmiş kaybetme sanatı her ne kadar (Yaz işte!) bir felaketi andırsa da yaşanması. Santarem Elbette yanlış hatırlıyor olabilirim her şeyi, kaç yıl, kaç yıl aradan sonra? O pırıl pırıl akşam gerçekten daha öteye gitmek istememiştim; her şeyden çok bir süre daha sessizce, büyük bir görkemle doğuya doğru akan, akıp giden o iki büyük nehrin Tapajos’la Amazon’un kesiştiği yerde kalmak istemiştim. Birden alttan aydınlanmış bulutlarla kaplı harika bir göğün altında evler, insanlar, nehirde bir aşağı bir yukarı kayıp giden bir sürü melez tekne çıkmıştı karşıma, hepsi yaldızlı, bir yanları cilalanmış gibi pürüzsüz, ve her şey parlak, keyifli, kaygısız – ya da öyle görünüyordu. Hoşuma gitmişti orası. Hoştu öyle bir yer olduğunu düşünmek. İki nehir. Cennet Bahçesi’ndeki kaynaktan da iki nehir çıkmamış mıydı? Hayır, dört akarsuydu oradan çıkan, hem ayrı ayrı yönlere akmıştı onlar. Burada iki nehir vardı ve birleşiyorlardı. Hem insan hayat/ölüm, doğru/yanlış, erkek/dişi gibi edebi yorumlar yapmaya teşne olsa da bu türden görüşler hemen çözülür, eriyip gider bu sulu, göz kamaştırıcı eytişimde. Kilisenin, daha doğrusu katedralin önünde sıradan bir gezinti şeridi ve nerdeyse nehre düşecek gibi duran bir teras vardı, bodur palmiyeler, rengârenk korlaşmış kömür tabakaları, mavi ya da sarı sıvalı tek katlı yüksek binalar, bir de cephesi azulejo’lar, düğün çiçekleriyle kaplı bir ev. Cadde her gün aynı saatte yağan ikindi yağmuruyla ıslanmış koyu sarı renkli nehir kumuyla kaplı. ve mavi, kıvrık boynuzlu, kulakları düşük hörgüçlü öküzler ağır ağır, mağrur adımlarla kalın tekerlekli arabaları çekiyorlardı. Öküzlerin toynakları, insanların ayakları altın sarısı kuma gömülüyor, bu sarı kumların susturucu etkisiyle nerdeyse yalnızca bir gıcırtı ve hışır hışır bir ses duyuluyordu. Çılgın teknelerle dolu iki nehirbelli ki katedrale) değecek. Bir iki hafta önce bir fırtına çıkmış ve katedrale yıldırım düşmüş. Kulelerden birinde tepeden aşağı zikzak biçiminde giderek genişleyen bir çatlak belirmiş. Bir mucizeymiş bu. Hemen bitişikteki rahibin evine de yıldırım düşmüş, onun (kasabada başka örneği olmayan) pirinç karyolası da anında simsiyah olmuş. Graças a deuskendisi o sırada Belem’deymiş. Mavi eczanede eczacı rafların birine boş bir eşek arısı kovanı asmıştı, küçük, zarif, tertemiz mat beyaz bir şey, duvar sıvası kadar da sert. Öyle hoşuma gitti ki, eczacı onu bana verdi. Derken vapurumun düdüğü öttü. Daha fazla kalamazdım Vapura dönünce, yolcu arkadaşlardan biri, Hollandalı Mr. Swan, Philips Electric’in emekliye ayrılan müdürü, ölmeden Amazon’u görmek isteyen o gerçekten saygın adam, “Nedir o çirkin şey?” diye sordu merakla. North Haven (Robert Lowell’in anısına) Bir mil öteden seçebiliyorum geminin armasını, ladin ağacı üstündeki yeni makaraları sayabiliyorum. Öyle sakin ki körfezin soluk mavisi, süt rengi bir deriyle kaplı, gök, uzun, taranmış bir at kuyruğu dışında, bulutsuz. Adalar geçen yazdan beri yer değiştirmedi, belli belirsiz, biraz kuzeye, biraz güneye, ya da yana doğru sürüklendiklerini ve körfezin mavi sınırları içinde özgür olduklarını sanmaktan hoşlansam bile. Bu en sevdiğimiz ay çiçeklerle dolu: Düğün çiçekleri, Kızıl Yonca, Mor Burçak, Tırnak otları hâlâ alev alev, alaca Papatyalar, Frezya, Kokulu Saman’ın akkor yıldızları ve daha nice çiçek yeniden açmışlar sevince boyamak için çadırları. Saka kuşlarıyla benzerleri dönmüş, ak boyunlu serçeler de beş sesli türküleriyle inleye inleye göz yaşartıyorlar, Doğa yineliyor kendini ya da nerdeyse yineliyor, tekrar, tekrar, tekrar, gözden geçir, gözden geçir. Yıllar önce (1932’de?) kızları ilk burada keşfettiğini, yelken kullanmayı ve öpüşmeyi burada öğrendiğini söylemiştin bana. “Ne kadar eğlendiydim,” demiştin, o unutulmaz boyunca. (“Eğlenmek” sanki hep şaşırtırdı seni. . .) Bırakıp gitmiştin North Haven’i, öyle kayasına demirli, o düşsel mavilikte yüzerken. . . Şimdiyse temelli gittin. Artık silip yeniden yazamazsın şiirlerini. (Oysa serçeler türkülerini değiştirebilirler.) Sözcükler değişmez artık. Mahzun dostum, sen değişemezsin. 1978 ? CUMHURİYET KİTAP SAYI 1186 Hilde DOMIN yağmurun sesini dinlemek zorunda kalmamak iki saat boyunca sürüp giden bir söylev sonra birden yolcunun defterini çıkarıp şunları yazdığı altın bir sessizlik: fikir değiştirip binip inen, altı düz küçük kayıklarda kürek çeken insanlar. (İç Savaş’tan sonra birtakım Güneyli aileler buraya gelmişler ve hâlâ köle sahibi olabiliyorlarmış. Arada rastlanan mavi gözler, İngiliz isimler ve kürekler onlardan. Oysa dört bin mil uzunluğundaki Amazon’un hiçbir yerinde kimse kano küreğinden başka bir şey kullanmıyor.) On on iki genç rahibe, beyazlar içinde istim koyuveren branda bezi gerili eski bir yandan çarklıdan neşeyle el salladılar varılması günler sürecek uzaktlıka, Allah bilir nerede kaybolmuş bir görev yerine giderken. Yandan çarklılar, sayısız oyuk tekneler, birinin içinde sakin bir inek geviş getiriyor, eğilip yalpalıyor bir yere çiftleşmeye götürülürken. Direkleri arkaya yatık bir nehir uskunası, mor yelkenleri öylesine orsa edilmiş ki pruvası nerdeyse kiliseye (daha doğrusu