23 Aralık 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

? nuluyorsunuz, en azından fiziki ihtiyaçlarınız karşılanıyor. Şaşırdığım bir diğer nokta, Malta’dakilerin de aynen Silivri’deki gibi “Suçumuz ne? Bize suçumuzu söyleyin” diye feryat etmesi üzerine, işgal güçlerinin aylarla sınırlı bir sürede onlara cevap vermesi, suç bulunamaması üzerine bunu itiraf edip sürgünü sonlandırması. Mustafa Balbay, Tuncay Özkan, Doğu Perinçek ve yüzlerce insan yıllardır, “Bize suçumuzu söyleyin” diyor, dağlardan, taşlardan ses geliyor, ama yetkililerden ses gelmiyor. 19191920 Malta sürgünleri ve 2008 2012 Silivri hattında çok benzerlik olduğunu öğreniyoruz çalışmanızdan… Bugün Özel Yetkili Mahkemeler var. Peki, o dönmede de böyle mahkemeler kuruldu mu? Elbette o dönemin en temel özelliği özel yetkili mahkemeler kurulması. Meşhur adıyla; Nemrut Mustafa Divanları. Anayasa ve yasalara aykırı şekilde, Yüce Divan’da yargılanması gereken bakan ve milletvekilleri bu mahkemelerde yargılanıyor. Mütalası hoşa gitmeyen savcılar, kararları hoşa gitmeyen hâkimler görevden alınıyor. Gizli, daha doğrusu sahte tanıklar bulunuyor. Duruşmalar gizli yapılıyor. Kararlar için temyiz yolu kapatılmaya çalışılıyor. Bunca yıl geçti, bunca bedel ödendi, Türkiye ileriye dönük çok önemli adımlar da attı, ama inceleme çerçevesinde benzerlikleri gördükçe “yazık onca emeğe” dediğiniz oldu mu? “Yazık onca emeğe” değil de, “Neden hep aynı kuyuya düşüyoruz”u sorguladım. O emeklar boşa gitmedi, heba olmadı. Öylesine büyük, öylesine temelli işler başarıldı ki Mustafa Kemal Atatürk’ün ölümünden itibaren kuşatılmaya başlandığımız, dört bir taraftan saldırıya maruz kaldığımız halde yıkılmadık, ayaktayız. Şu anda yaşananların sebebi, emeklerin boşa gitmesi değil, tarihin “hukuk” eliyle tecelli ettirilmesi, yargı eliyle “infaz”a tabi tutulmamızdır. Bu çağda, hukukun, adaletin böylesine katledilebileceği, devlet içinde devlet haline gelenlerin kendi vatandaşlarına böylesine organize bir şekilde tuzak kurabileceği akılımıza gelmediği için şaşırmış durumdayız, o kadar. Şaşkınlığı atmaya başladık ama... Vatan yahut Silivri, tarih tekerrürden ibarettir dedirtiyor. Bundan sonra da böyle olacak mı? Ne dersiniz? Daha fazla gecikmeden derlenip toparlanamazsak, maalesef gidişat bunu gösteriyor. Aslında milletin büyük bölümü olanbitenin farkında. Ciddi bir uyanış var. Ne yazık ki, başta siyaset kurumu, muhalefet partileri, aydınlar ve hukukçular görevini yapmadığı için yalpalıyoruz. Yine de umutsuz değilim. Bu sarhoşluk, narkoz hali geçecektir. Müyesser Yıldız, Ergenekon, Odatv, Balyoz gibi davalarda delil yaratma, savunma hakkı gibi konularda bugün yaşananlarla o yıllarda yaşananlar arasında benzerlik olduğunu söylüyor... “ÖZ YURDUMUZDA ‘ÖTEKİ’ YAPILDIK” Kitabınızda Ziya Gökalp’in kızı Türkan ile Mustafa Balbay’ın oğlu Deniz’e hasretlerini anlatıyorsunuz? O günlerden bugünlere hasreti anlatır mısınız? Hasret değişmez. Bu hasretin adı sadece evlat, aile değil, vatan hasretidir. Evet biz de aynen Malta’dakiler gibi bir yandan evlatlarımızın, diğer yan dan vatanımızın hasretini çektik, çekiyoruz. Onlar gurbette, biz öz yurdumuzda “öteki” yapıldık. Bu haliyle de bizim hasretimiz daha ağır diyebilirim. Evlat ve vatan ayrılmaz iki sevda, kavgamız bu iki sevgilinin ayrılmaması, çocuklarımızın bağımsız, çağdaş, milli, bir ve bütün bir ülkede yaşaması için değil mi? Ziya Gökalp sürüldüğünde en küçük kızı Türkân 11 aylıktır, büyüdüğünü göremez. Türkan’ın gözünde, yüreğinde baba nasıl bir şeydir, tarifi yoktur. Mustafa Balbay, Silivri’ye konduğunda Deniz de sadece 7.5 aylıktı. Bugün 5 yaşında. Balbay da onun büyüdüğünü göremedi ve Deniz baba mefhumu nedir, öğrenemedi. İçimi parçalayan bir özeli paylaşmak isterim; Deniz, artık dedesine “baba” demeye başladı. Hak etmediğimiz bu hasreti, acıları yaşatanlar, yaşatmakla kalmayıp bunların üzerinde zevkle dans edenler bu çocukların ahından asla ve asla kurtulamaz. Emine Ülker Tarhan sunuş yazısında; “Bu kitabın yazarı şu anda aramızda, dışarıdaki tutsaklardan” diyor… Dışarıda kendinizi tutsak hissediyor musunuz? Silivri’den daha tutsak hissediyorum. 15.5 ay bedenim tutsak, ruhum özgürdü, bugün bedenim özgür, ruhum tutsak. Birincisi; orada haksız, hukuksuz yargılamalar, tutukluluklar sürerken, kendimi özgür hissedemiyorum. Mesela bizim davada yegâne “delil” bilgisayarlara atılan sözde belgeler. Bilgisayarların sahipleri bizler, ben, Barışlar tahliye olduk, ama bilgisayarla ilgisi olmayan Soner Yalçın, Hanefi Avcı, Yalçın Küçük hâlâ tutuklu. Ülkenin Genelkurmay Başkanı’na “terörist” deniyor. Yüzlerce asker, aynen bizim davadaki gibi sahte delillerle mahkum ediliyor. Vicdanım kanıyor, yüreğim acıyor. Teneffüs ettiğim havadan, içtiğim sudan, gökyüzünden utanıyorum. İkincisi, içerdeki insanlar zarar görmesin diye çoğu kez yutkunma gereği duyuyorsun, bir anlamda kendini “tutukluyorsun”. O insanları daha fazla yalnız bırakmaya hakkımız yok. Çünkü onlar orada bizler, çocuklarımız için yatıyor. Aynen atalarımızın, bizler için yattığı gibi. ? Vatan Yahut Silivri/ Müyesser Yıldız/ Kırmızı Kedi Yayınları/212 s. 8 KASIM 2012 ? SAYFA 19 CUMHURİYET KİTAP SAYI 1186
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle