Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Doksan yıllık MaltaSilivri hukuk hattı “Neden hep aynı kuyuya düşüyoruz’u sorguladım” 19191920 Malta sürgünleri. 2008 2012 Silivri sürgünleri. Aradan geçen 90 yıl. Ama Müyesser Yıldız’ın çalışmasından öğreniyoruz ki hiçbir şey değişmemiş. Sahte deliller, sahte tutanaklar, “güvenilir savcı”lar, gasp edilen savunma hakları. O zaman da tutuklanacakların listesi önceden hazırlanmış. Belli yargılamalara göre yasalar çıkarılmış. Bol bol hükümete “darbe”, Damat Ferit veya Vahdettin’e “suikast” gerekçelerine sığınılmış. Yıldız’la Vatan yahut Silivri adlı kitabı üzerine söyleştik. ? Rozerin DOĞAN atan yahut Silivri’yi yazma fikri nasıl doğdu? Silivri’ye konulmadan çok kısa bir süre önce Ziya Gökalp’in Limni ve Malta Mektupları’nı okumaya başlamıştım. Bu kitabı seçmemin sebebi, Silivri, Hasdal, Hadımköy ve Maltepe cezaevlerinde, haksız ve hukuksuz şekilde tutuklandıklarına inandığım insanların ruh dünyasını, ama ondan önce de ailelerinin hissettiklerini anlamak, empati kurmaktı. Tutuklanınca o kitabı Silivri’ye getirttim, orada bitirdim. Artık olayın bizzat tarafı, yaşayanı idim. Madden ve manen Malta şartları ile Silivri şartlarını, keza Gökalp ve ailesinin hissettikleriyle kendimin ve ailemin iç dünyasını karşılaştırarak bu süreci en hasarsız biçimde atlatmaya çalıştım. Bize yaşatılanlar arasındaki büyük benzerlikleri gördükten sonra, olayın hukuki ve siyasi şartlarını da araştırmaya başladım. O döneme dair yazılmış kaynaklara ulaştıkça notlar aldım. Bugün sıcağı sıcağına yaşadıklarımızı da derledim. Aslında aradığım, 1919’ları tutuklu veya sürgün olarak yaşamış bir kadındı. Zira yirmi birinci yüzyılın başlarında, “ileri demokrasiye” geçtiğimin iddia edildiği bir dönemde, bağımsızlığı, vatanı, milleti savunduğum, Atatürk’ün çizgisine sahip çıktığım için tutuklanıp Silivri’ye konan tek kadın gazeteci ve anneydim. Yirmi birinci yüzyılda bu olabiliyorsa, kim bilir işgal döneminde neler yapılmıştır diye düşünüyordum. Silivri şartlarında yaptığım araştırmalarda böyle bir örneği bulamadım. Oysa milli mücadeleye fikren, bedenen, ruhen katılmış pek çok kadınımız vardı. Tutuklanmış, Bekirağa Bölüğü’ne kapatılmış veya Malta’ya sürülSAYFA 18 ? 8 KASIM V müş bir kadın bulamamak bir yanıyla sevindirici bir sonuçtu, çünkü işgalciler ve işbirlikçileri bile kadınlara hoyratça davranmamış, onlara “terörist” damgası vuramamıştı. Sonuç üzüntü vericiydi, çünkü kitabın kurgusunu değiştirmem, belki de projeyi rafa kaldırmam gerekecekti. Ama okudukça (kadının durumundan öte) ön plana çıkarılması gerekenin bu çağda yaşananların, doksan yıl öncesinin şartlarından daha ağır ve büyük hukuk soykırımı olduğuydu. Buna dikkat çekmek, daha önemli ve öncelikliydi. “TAHLİYE OLUNCA DAHA FAZLA DETAYA ULAŞMA İMKÂNIM OLDU” Cezaevinde araştırmaya dayalı böyle bir kitap yazmak zor olmadı mı? Kaynaklara nasıl ulaştınız? Evet, cezaevi şartlarında araştırma yapmak çok zor. Ama iyi yanı okumaktan başka yapacak işiniz yok. Okuduğum her kitap beni bir başka kaynağa yönlendirdi. Her hafta eşime bu kitapların siparişlerini verdim. Bulduklarını getirdi. Eşim Emniyet Müdürü ama bunca yıllık evlilikten sonra o da çoğu olaya gazeteci gibi bakmayı öğrendi. Benim ne aradığımı, ne istediğimi tabiri caizse “leb demeden” anladı. Kitap böylece kabaca şekillendi ama epeyce eksiğim vardı. Özellikle sıcak, güncele dair konularda. Silivri ve öteki cezaevlerindeki diğer tutukluların hukuki sürece dair yaşadıklarına dair örnekleri de onlarla yazışarak toparladım. 15.5 aylık tutukluluğun ardından, beklemediğim bir zamanda tahliye olunca daha fazla detaya ulaşma imkânım oldu. Aslında biraz daha bekleyip araştırmalarımı sürdürsem daha kapsamlı bir çalışma olurdu. Ancak “hukuk soykırımı” öyle boyutlara ulaştı ki eksiklere rağmen daha fazla geciktirmek istemedim. Hayatın bu kadar çok değişmesine rağmen, Mütareke Dönemi’nde yaşananlarla bugün yaşananlar arasındaki çarpıcı benzerlikler dikkat çekiyor. Bu durumu nasıl yorumlamalıyız, bu kadar benzerlik neden? Hayat değişti ama emperyalizmin Türkiye üzerindeki emelleri hiç değişmedi ki. 2009’da yayımlanan ilk kitabımın adı “100 Yılın HesabıTürkü Tasfiye Projesi” idi. Her geçen gün, yaşananlar bu tezi çürütmedi, aksine güçlendirdi. Düşünebiliyor musunuz; hem savcılıkta hem tutuklandığım nöbetçi mahkemede, bana neden şehit cenazelerinin haberini yaptığım, neden PKK ile yürütülen pazarlıkları yazdığım soruldu. Mahkemede; “Tarihimizi çok iyi biliyorum, Sevr hayata geçirilmek isteniyor, ondan” dedim. Bu hesaplaşmada değişen tek şey; yol ve yöntemler. Resmi işgalde derslerini aldılar. Kendi açılarından tarihi tekerrür ettirmiyorlar. O gün gelip tankları, tüfekleriyle işgal ettiler, bugün kavramlarla aynı şeyi yapmaya çalışıyorlar ve ne yazık ki, daha başarılılar. Çünkü karşımızda gözle görülür, elle tutulur düşmanlar yok. Tersyüz edilmiş, makyajlanmış soyut kavramlar var. Değerlerinizin, kültürünüzün, ekonominizin tamamen ele geçirilmesi var. Bu yüzden de adeta gönüllü, güle oynaya teslim alınıyoruz. Farkında değiliz, çünkü tarihimizi unuttuk. Unutturdular. Her yerde kan gövdeyi götürüyor, ama neredeyse dünyada düşmanlık kalmadığına, paylaşım savaşları olmadığına inandırıldık. Psikolojik harp öylesine büyük ki, tarihimizden, mücadelemizden utanır hale getirilmek isteniyoruz. Ergenekon, Odatv, Balyoz gibi davalarda delil yaratma, savunma hakkı gibi konularda bugün yaşananlarla o yıllarda yaşananlar arasında da bir benzerlik var mı? Öyle benzerlikler, hatta aynılıklar var ki, şaşırmamak elde değil. 1919’larda yine polisler iş başında. İktidara ve işgalcilere yaranmak için sahte deliller yaratmışlar, sahte tutanaklar tutulmuş. Damat Ferit “güvenilir bir savcı” aramış. Tutuklanacakların listesini yerli ve yabancı güçler hazırlamış. Mahkemeler tamamen bu iradenin kontrolünde çalışmış. Hükümleri, adeta dönemin bakanları açıklamış. Savunma hakkı diye birşey tanınmamış. Sonucu başta belli yargılamalara göre yasalar çıkarılmış. Ermeni tehcirinin hesabının sorulması adı altında başlayan gözaltı ve tutuklamalar kısa bir süre sonra tüm muhaliflerin sürek avına dönüşmüş. Bol bol hükümete “darbe”, Damat Ferit veya Vahdettin’e “suikast” gerekçelerine sığınılmış. En içler acısı hal, yandaş medyanın hali. Öyle yargısız infazlar yapılmış, insanlar öylesine hedef gösterilmiş ki, kaçış, kurtuluş mümkün değil. Ama şu önemli farklar var: Hukuksuzluklar zaman zaman yargılamayı yapanlar, hatta işglal kuvvetlerini bile isyan ettirmiş. Ayrıca o insafsızlık, adaletsizlik, haksızlık en fazla 2 yıl sürmüş. Ya şimdi? Çalışmanızda ortaya koyduğunuz Malta sürgünlerinin yaşadıklarıyla, bugün Silivri’de yaşananları insani yanıyla karşılaştırdığımızda benzerlikler şaşkına çeviriyor. Sizi en çok şaşırtan benzerlik ne oldu? Aslında Malta’dakiler insani şartlar açısından Silivri’deki tutsaklardan çok daha iyi durumdalar. Buna çok şaşırdım. Düşmanlar tarafından esir alınmışsınız, vatanınızdan, ailenizden koparılmışsınız ama insan yerine ko ? 2012 CUMHURİYET KİTAP SAYI 1186