Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Y ilimizde güzel bir deyim vardır. Çabuk gönül kaptıran, hercaî, şıpsevdi kişiler için, “hamama gider kurnaya, düğüne gider zurnaya âşık olur” derler. Hamamın, bizde, Osmanlılardan, hatta Anadolu Selçuklularından günümüze o denli köklü bir geleneği vardır ki, Türkçede “hamam”lı sözlerden, deyimlerden, atasözlerinden geçilmez. Örneğin, bağlı bulunulan kuruluşun, sarsılma tehlikesiyle karşı karşıya gelen onurunu kurtaracak bir iş yapmaya ya da pek temiz olmayan bir işin sözde temiz kalmasını sağlayacak bir davranışta bulunmaya “hamamın namusunu kurtarmak” denir. Çok sıcak bir yere girdiğimizde, “hamam gibi” deriz. Hepimiz biliriz ki, “hamama giren terler”. Sonra, malum, düşü azanlara, rüyasına şeytan girenlere “hamamcı oldu” derler. Neyse, saymakla bitmez... İlk başlarda, Ganj, Fırat, Nil gibi ırmaklarda yalnızca bedenlerini değil, ruhlarını da arındırmak amacıyla yıkandıkları için bu ırmakları kutsal sayan insanlar, uygarlığın gelişmesiyle birlikte, kapalı mekânlarda, içi özel olarak ısıtılan hamamlarda sıcak sularla yıkanır, arınır olmuşlardır. Şimdi, diyeceksiniz ki, “Bu hamam muhabbeti de nereden çıktı?” “Hamam muhabbeti”, Sabit Fikir’in yeni sayısındaki “Türkiye’de Kitap Yasaklarının Kısa Tarihi” dosyasından geliyor aslında! Yoksa, deli değilim ya, neden durup dururken hamamdan dem vurayım! Kuşkusuz, “Kitap yasaklarıyla hamamın ne ilgisi var?” diye de sorabilirsiniz. Beni Beklerken ve Zayi adlı yapıtlarıyla tanıdığımız yazar ve gazeteci Sibel Oral’ın hazırlayıp kaleme aldığı “Muzır, muhalif, memnu” başlıklı dosyada, Osmanlı döneminde kitapların hamamda yakıldığını, Cumhuriyet döneminde de yakma girişiminde bulunulduğunu öğreniyoruz! İBRET OLSUN DİYE Ortaçağ Avrupa’sında “cadılık” ya da “sapkınlık” suçlamasıyla yüz binlerce insan yakılmış, kimbilir kaç kitap da meydanlarda ateşe verilmiştir. Naziler de, “zararlı” gördükleri kitapları, “ibret olsun diye” ortalık yerde kül etmişlerdir. Sivas’ta, gericilerin, Madımak Oteli’ni yangına vererek, aralarında Nesimi Çimen, Asım Bezirci, Metin Altıok, Muhlis Akarsu’nun da bulunduğu onca yazar, ozan ve şairin canına kıymalarının üstünden yirmi yıl geçmedi daha… Eski Roma ve Bizans’ın hamamlarında kitap yakılmış mıdır, bilmiyorum. Ama Sibel Oral’ın incelemesinde, yirminci yüzyılın hemen başlarında, Çemberlitaş Hamamı’nda binlerce kitabın yakıldığı ayrıntılarıyla anlatılıyor. SAYFA eryüzü Kitaplığı CELÂL ÜSTER celaluster@cumhuriyet.com.tr Sabit Fikir dergisi, Ocak 2012 sayısının dosyasını Türkiye’de kitap yasaklarının kısa tarihine ayırdı ‘Cehennem ateşi’nde kitap yakanlar D 1902 yılında, Maarifi Umumiye Nezareti, yani Millî Eğitim Bakanlığı’nca kurulan bir Encümeni Teftiş ve Muayene Heyeti var. Bu heyet, hem Osmanlı sınırları içinde yayımlanan kitapları denetliyor, hem de çeşitli ülkelerden gelen kitapların sınırı geçip geçmeyeceğine karar veriyor: “Kitapların sınırı geçmesi için elbette muhalif görüşler içermemesi, muzır, memnu olmaması ve basım izni almış olması gerekiyor. Ama tabii, bu sıkıdenetimlere inat, şansını deneyenler de yok değil. Mesela, Ünyeli Hacı Ahmed Efendi, Ünye’ye götürmek için bir sandık kitabın üzerini şeker, makarna gibi erzak malzemeleriyle doldurarak gümrüğü geçmeye çalışmış. Ama ne mümkün. Olay Ahmed Efendi’nin 590 kitapla yakayı ele vermesiyle son bulmuş. Aynı dönemde ‘yasak kitap’ ticareti yapan Dellal Şahin de birçok gümrük müdürlüğünde toplam 2803 kitabı muayene memurlarına kaptırmış.” Peki, bütün bu kitaplar el konulduktan sonra ne yapılıyor? Ne yapılacak? Toplayıp da saklasalar mı yani! Hepsini bir yerde toplayıp kapısına kilit vurmak olanaksız. Yer yetmez. En iyisi, yakmak! 7 Mayıs 1902’de, Encümeni Teftiş ve Muayene Heyeti’nin el koyduğu 150 çuval kitap ve belgenin yakılma serüveni benzersiz bir “kara gülmece” örneği. Tam Aziz Nesin’lik! “Binlerce kitap ve belgenin önce Kâğıthane’de yakılmasına karar veriliyor, fakat daha sonra bunun iyi bir fikir olmadığına kanaat getiriliyor. İkinci planda ise, kitap dolu çuvalların Millî Eğitim Bakanlığı arkasındaki bahçede, ama sanki kitapların ayakları varmış ve kaçabileceklermiş gibi demir bir kafes içinde yakılmasına karar veriliyor.” Gelgelelim, çok geçmeden bu karardan da cayıyorlar. Nedeni çok basit: Kitaplar yanarken kâğıtlar uçup dağılacak, havaya yükselecek dumanları çok uzaktan da olsa gören tulumbacılar yangın var sanıp ortalığı birbirine katacaklar. Ama belki de tulumbacılar bahane; kitaplardan yükselecek dumanlarla birlikte kitaplardaki düşüncelerin de yayılmasından da çekinmiş olabilirler!.. O zaman, akla “hamam” geliyor işte! “En sonuncu yöntem bizim favorimiz, gerçekten trajikomik: Çuvallardaki kitapların Çemberlitaş Hamamı’nda yakılmasına karar veriliyor. Bunun için de özel bir geçit açılıyor…” Evet, Sibel Oral’ın belgelerden aktardığına göre, 150 çuval zararlı belgenin kimsenin görmeyeceği bir biçimde Çemberlitaş Hamamı’na taşınması için bakanlığın bahçe duvarında bir geçit açılıyor. Saat altı buçukta belgelerin yakılmasına başlanıyor ve “vaktin müsaadesi ve külhanın alabildiği ölçüde” saat on buçuğa kadar 13 çuval yakılıyor. Belgeler tamamen kül haline getirildikten sonra üstüne su dökülüp tümden yok ediliyor. kaynaklansa gerek, kitapları hamamda yakma merakı Cumhuriyet’ten sonra da dinmemiş. Sabit Fikir’in Ocak ayı dosyasında verilen bilgilere göre, Kâzım Karabekir’in İstiklâl Harbimizin Esasları adlı kitabı da az daha hamamı boyluyormuş. Kitaplar ilk başta Sirkeci’deki Hocapaşa Hamamı’na gönderilmiş. Gel gör ki, hamamın sahibi, “Bunca kitabı burada yakarsak bizim ızgaralar tıkanır!” deyince, Topkapı’daki tuğla harmanlarının yolunu tutmuş İstiklâl Harbimizin Esasları… Evet, Türkiye'de kitap yasağından daha “bereketli” bir konu yoktur. Bir zamanlar, Fakir Baykurt'un dediği gibi, “Liste yapsak o listelerden bir kitap olur, onu da yasaklarlar.” Burada bir duralım! Belgede, “külhanın alabildiği ölçüde” denmesi aslında çok şey anlatıyor. Çünkü külhan, hamamın gerek içinin, gerek suyunun ısınmasını sağlayan ocak bölümü. Külhanın geniş ve yuvarlak bir su haznesi vardır. Haznenin tabanına, tersine çevrilmiş büyük bir bakır kazan yerleştirilmiştir. Alttaki ateşlikte yanan ateş, kazanı, dolayısıyla da haznenin içindeki suyu ısıtır. Ateşliğin ayrı bir bacası yoktur, duman buradan hamamın döşemesi altında oluşturulmuş “cehennem” adı verilen kanal sistemine yayılır ve sıcaklığıyla iç bölümlerin tabanını ısıtır; sonra duvarların içine yerleştirilmiş tüteklik denen künklerden geçerek kubbelerin arasından dışarıya atılır... Bunlar “külhan beyi” anlaşılan, kitapları “cehennem ateşi”nde yakmışlar... Ama işe gülmece yönünden bakarsak, rüyalarına “şeytan” girmiş, “hamamcı” olmuşlar da diyebiliriz… Kitapları “cehennem”de yananlar arasında, Namık Kemal’den Abdülhak Hamit’e kimler yok ki… “Hamam kültürü”nün toplumumuzda fazlasıyla içselleştirilmiş olmasından ‘SANSÜR...’ Birkaç yıl önce, Sözün Özü adlı kitabım için “Sansür” maddesine özlü sözler ararken, Can Yücel'in kısacık, ama çok şey söyleyen bir şiirine rastlamıştım. Türkiye'de kitap yasaklamalarıyla ilgili söylenecek başka söz bırakmıyordu nerdeyse: “Türkiye'de en çok basılan kitap / Ne Yaşar / Ne Aziz / Ne Kuranı Kerim / Türkiye'de en çok basılan eser / Sansürdür kardeşim sansür.” “Türkiye'de en çok basılan eser sansürdür”, ama belki de en çok yasaklanan, baskı gören kitap Marx ve Engels'in Komünist Manifesto'sudur. Bu serüveni, Nur Deriş'le birlikte yaptığımız Manifesto çevirisinin yeni basımında uzun uzun anlatmıştım. Yine de, Manifesto'nun yıllarca gördüğü baskıların, bir cinayetle, evet bir cinayetle başladığını vurgulamadan geçemeyeceğim. Çünkü Manifesto'nun bilinen ilk Türkçe çevirisi, çevirmeni ve Türkiye Komünist Partisi'nin kurucusu Mustafa Suphi'nin 1921'de Trabzon açıklarında öldürülmesiyle yarım kalmıştır. Komünist Manifesto'nun bugün artık yasak olmamasını özgürlükçü bir değişime değil de, sosyalist ülke yönetimlerinin çökmesiyle birlikte TCK'nin 142. maddesinin 1991'de kaldırılmasına borçlu olmamız ise, ülkemiz açısından utanç vericidir. Gerçekte değişen bir şey yoktur. Muzır Kurulu varlığını sürdürürken, Sabit Fikir'in dosyasında da belirtildiği gibi bu kurul, Palahniuk'un Ölüm Pornosu, Burroughs'un Yumuşak Makine adlı yapıtları hakkında “fetva” verebilme cesaretini gösterebilirken, bugün Türkiye'de gerçek anlamda bir düşünce ve ifade özgürlüğünden söz etmek olanaksızdır. “Sansür”, en çok basılan eser değil, en çok yakılan eser oluncaya dek bu savaşım sürecek... ? 6 ? 19 OCAK 2012 CUMHURİYET KİTAP SAYI 1144