Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Mehmet Akif Tutumlu’dan ‘Hüzünlü ÖğretilerFelsefi Aforizmalar’ ‘Felsefenin görevi insanın yarasına basmak’ Öykü, şiir ve köşe yazılarıyla tanınan Mehmet Akif Tutumlu, bu kez okurlarla ‘Hüzünlü ÖğretilerFelsefi Aforizmalar‘da topladığı çıkmalarıyla buluşuyor. Yaşadıklarından çekip aldığı cümleleriyle... Tutumlu, bir bakıma rehberliğe soyunuyor. Tutumlu‘yla Hüzünlü ÖğretilerFelsefi Aforizmalar‘ı konuştuk. Ë Eray KARINCA Murat ERTEN illiam Faulkner, on yedi sayfalık bir mektubunun sonunda, muhatabından özür diler: “Kusura bakma, vaktim yoktu uzun yazdım”der. Size, neden bu kadar kısa metinler yazdığınızı sorsam, aynı yanıtı mı alırım? “Kıpkısa metin, upuzun zaman ister” diyorsunuz çünkü. M.A.T: Kısa metinler tamlamanızdan, kitabın inşaasında neden bu tarzı tercih ettiğim sorusunu anlıyorum. Kitabın alt başlığından da anlaşılacağı üzere, birçok farklı yaşam fenomeni üzerine düşüncelerimi aforistik tarzda dile getirmeye çalıştım. Bunlar geniş bir artzamana yayılan, görgül deneyimlerden, çokyönlü okumalardan beslenen, birtakım düşünsel fragmanları yansıtıyor. Franz Martin Wimmer’ın Kültürlerarası Felsefe’de dile getirdiği gibi “Felsefi düşünce, sadece inceleme yazılarında ve bilimsel makalelerde metinsellik kazanmaz.” Başka bir anlatımla, felsefe yapmanın tek bir tarzı söz konusu değil: Bir diyalog (Platon), bir tiyatro oyunu (Sartre’ın oyunları), bir mektup (Roma Stoacılığı), bir şiir (Lukretius) bir aforizma (Nietzsche) ya da bir roman (Musil, Niteliksiz Adam) formunda felsefi düşüncenin aktarılabildiği gözlemlenir. Bu tarzı tercih etmemde, Nietzsche’nin etkisinin yanı sıra şairlik uğraşımın da payı olduğunu sanıyorum. Belki de ne bileyim, Mallarme’nin dediği gibi “sözün dikey boyutu”na aforizma tarzını yakıştırmış olmalıyım şimdilik. “HÜZÜN, ÖĞRETİNİN KARAKTERİNİ YUMUŞATIR” E.K.: Kitabınızın iki adı var. Sanki ikisinden de vazgeçememişsiniz.“Felsefi Aforizmalar”a bir diyeceğim yok ama beni meraklandıran “Hüzünlü Öğretiler”deki hüzün. Neden hüzün? Sözgelimi, neden eğlenceli, düşündüren, sorgulayıcı ya da gerçekçi öğretiler değil? Kitabınızın buna yanıtı ne? Doğrusu ben çok açık bir yanıt bulamadım. Bunda, Doğulu olmanın bir etkisi olabilir mi? Hani klişeler vardır ya, Doğu mistiktir, duygudur; Batı akılcı, eylem gibi. Sizde hüznü öne çıkaran ne? M.A.T.: Aslında iki adı yok kitabın, ilk başlık ad kuşkusuz, ancak alt başlık olan ibare, metnin türünü bildiriyor sadece. “Hüzün”e gelince: Bu ruhduygu halinin insanın Doğulu veya Batılı olmasıyla ilgisinin olduğunu sanmıyorum, çünkü varlıkbilimsel (ontolojik) bir duSAYFA 4 1 EYLÜL 2011 W rum, dünyada var olma durumunun ürettiği bir ruhsallıkduyumsallık söz konusu burada: Ricoeur’ün ifadesiyle, insanda sonlunun hüznü diye adlandırılabilecek bir hüzün temeli mayalanmış bulunuyor. Bu hüzün, yadsımayı bilincin hizmetine koşsa da yadsıma sonuç olarak, insan varlığının daha derinlerine kazınmış olan Spinoza’nın deyişiyle evetin neşesine yenik düşer. Kitapta da bunun izlerinin görülebileceğini sanıyorum. Öte yandan, kırılgan doğasıyla hüznün, öğretiler sözcüğünün savlı karakterini yumuşatan bir işlevi de gördüğü kanısındayım. M.E.: “Hüzün olgunlaştırır” der Mevlana, siz kaybetmekten ne anlarsınız? İnsan kaybedince ne kazanır? M.A.T.: Kaybetme, varlığa yabancı değil, tam tersine ona içkin bir varlık kipi. Tabii insanın kırılgan bir doğaya sahip olduğunu gözardı ediyor değilim burada, ancak varlığa en azından diyalektik bir bakış bu tümel ve değiştirilemez gerçeği görmemizi sağlar. Böyle bir düşünce ufku kazandığımızda ise yaşamı ikili karşıtlıklardan birine hapsetme ve onu indirgeyerek yoksullaştırma gibi bir eğilimden vazgeçebiliriz gibi geliyor bana. M.E.: Felsefenin bir amacı var mı? Düşünür ne için yönelir felsefeye? M.A.T.: “Felsefenin amacı ne?” sorusunun kendisi kocaman spekülatif alan yaratır yanıt vermesi beklenen özneye. Ama ben burada buna girmeyeceğim. Bu soruya, bu kitaba almadığım, bir sonraki kitaba almak üzere yazdığım bir aforizmayla yanıt vermek istiyorum: “Felsefenin görevi insanın yarasına basmak. Ne zamana kadar? İnsanın bu yarayla yüzleşme korkaklığını geride bıraktığı ana kadar!” M.E.: Düşünürün gerçeği ile şairin gerçeği farklılık gösterir mi? Gerçeklik kavramsal veya imgelem seviyesinde ne denli farklılaşabilir reelden? M.A.T: Şairin ürettiği gerçeklik, bir tinsel varlık alanı içinde vücut bulur. Tinsel varlık alanında, estetik nesne niteliğindeki bu gerçekliğin üretilmesinde, nesnel gerçeklikle yani sizin ifadenizle reel varlık alanı ile tin arasında ontolojik bir ilişki var elbet. Öte yandan şairin gerçeklik algısı ve onu farklı tarzda inşa etme güdüsünün yöneldiği hedef, düşünürünkinden hayli farklı. İlkinde bu güzellikken ikinci figürde bu olan bitene, yani reel varlık alanına ilişkin derin bir kavrayış, dolayısıyla hakikat değeri olan bir düşünce üretmektir. “BİR ÖLÜM DENEYİMİNDEN SÖZ EDİLEMEZ” M.E.: Ölümü karşılamak ne demek sizce? Yaşayarak anlamak ne kadar mümkün ölümü ve ölmeyi? M.A.T: İnsanın en trajik yanı ölüm karşısındaki tutumu, kırılganlığı. İnsan ölümü karşılamaya nasıl hazır olabilir, belki de arkasında doyumlu olduğuna inandığı bir yaşam bırakarak. Ölümle biz buradan gittiğimiz için, bir ilişkiden söz edemeyiz. Dolayısıyla bir ölüm korkusu deneyiminden söz edilebilirse de bir ölüm deneyiminden söz edilemez. Şu halde ölüm hakkındaki felsefi tefekkürün ancak spekülatif değerinden (böyle bir değer ne ifade ederse) söz edilebilir. E.K.: Kitabınızdaki ilk aforizma, “Adalet olsaydı ona inanmazdım.” Bu çarpıcı tümce ister istemez ilk elde sizin yargıç kimliğinizi akla getiriyor. Yapıt, meydana getirenden bağımsız mı, tartışmasına girmeden, sorgulamadan öte inkâr içeren bu tümce, ironiden öte sahibinin benliğinde müthiş bir kırılmayı da göstermez mi? Felsefeci M. Akif’in yanıtını biliyoruz, yargıç M. Akif ile şair M.Akif’in yanıtını merak etmemek elde değil. M.A.T.: Dediğiniz gibi burada kurucu özne niteliğindeki kimlik elbet yargıç kimliği değil, zira bu kimlikteki perspektifin pozitif hukukla, özellikle pratik hukukun güncel gereksinimlere yanıt verme hızıyla sınırlandığı açık. Bu bağlamda bir yargıcın metafizik ve epistemolojik bir perspektif içinde yukarıdaki aforizmaya bakacağını sanmıyorum. Bir şairin de bu aforizmaya yönelik ilgisinin anlam kazanması için anılan bakış açılarına gereksinimi var diye düşünüyorum. Bu bakış açılarını edinmiş olmak da zaten felsefe yapıyor anlamına gelir. Bu bakış açıları olmaksızın, söz konusu aforizmayı, mevcut kavramla diyalektik bir ilişki içine sokmak güç. E.K.: Öte yandan, adeta Descartes’a nazire yaparak, “Hukuk ihlal ediliyorum, o halde varım” diyorsunuz. Adalet yok ama hukuk da ihlal ediliyorsa var size göre. Yaman bir paradoks değil mi bu? M.A.T.: Adalet yok diyorsunuz ama ben tamtamına böyle bir şey söylemedim, benim o sözümdeki gerçeklik formu başka, sizin dile getirdiğiniz başka. Sorunuza temel olan bölüme gelince: Pskianalizde nesnenin öznel inşası nasıl ki arzunun ürettiği yoksunlukla durumuyla ilgiliyse, ihlalin de hukukun varlık kipiyle ilişkisi odur. E.K.: Metninizi başka türlü okumak da olanaklı kuşkusuz ama beni ilgilendiren çoklukla, hukuk yasa ve adalet kavramlarına olan deyim yerindeyse, soğukluğunuz oldu daha çok. Örneğin, “Adaletin yaratıcısı adaletsizlik” ya da “YasaYüreğin alfabesine yabancı metin” diyorsunuz. Oysa anayasaya göre yargıçlar vicdanlarına göre karar verirler. Nedir sizi bu denli soğutan? Uygulama mı bu denli kötü, yoksa kavramların kendisi mi sorunlu? M.A.T.: Bu soruyu sorarken, aforizmaları üreten kimliğimi göz ardı ediyorsunuz gibi geliyor bana, yukarıda da söylediğim gibi bu düşüncelerin kurucu öznesi yargıç kimliğim değil. E.K.: Yaklaşık beş yüz yıl önce de bir meslektaşınız bir şair ve kadı, Üsküp Kadısı Veysi “Bu derdi mihneti adline Bimar olmayan bilmez Adalet dediğin Öyle bir beladır ki Giriftar olmayan bilmez” demiş. Beş yüz yıldır bir şey değişmemiş olamaz değil mi? M.A.T.: Evet, bir hukukçu, özellikle bir yargıç için metafizik bir bela... Hüzünlü ÖğretilerFelsefi Aforizmalar/ Mehmet Akif Tutumlu/ Papirüs Yayınları/ 184 s. Leve ‘S Ë N m m lu y g dukça a manın k bir ilişk yazdığı İçin He önsözü S DEĞ Konu la birlik riş süre ya; yaşa mına d ye veril yapıtlar kendi n birlikte nın yaş var old sorudan dığı, sa ları ilgi konu. Birey yaratım “Kim a için ken yor. Bu şitliliği ğişmeli nun pe kafa yo yor: Me şanılan sanatın duğu, s kalbin a madığın pılanlar çizilenl duymad maları v da olup yerine b nın geti sa cesar yat”, di tıcı ve d birlerin liğe dön CUMHURİYET KİTAP SAYI 1124 CUMH