25 Aralık 2024 Çarşamba English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

K K adınlarımızın, toplumsal, kültürel, ekonomik, dinsel, hukuksal, yaşamsal, cinsel vb. alanlarda kendilerine yönelik süregiden sınırlamalara karşı verdiği savaşımın tarihi, Cumhuriyetten çok daha önceye gidiyor… Kaba kestirimle, kadının yüzyılı aşkın bir süredir, eylemli tutumla yalnız kendilerinin değil, toplumun da bu konudaki algı düzeyini yükseltip önemli bir iş başardığını teslim etmek zorundayız. itaplar Adası M. SADIK ASLANKARA Yazınımızdaki kadından kadınımızdaki yazına edemediğim öteki kitaplarla birlikte bunlar eşzamanlı okumalarımın konukları oldu. Zeynep Uysal, kitabındaki “Giriş”te, “kurmaca ve tarihsel dünyalar ya da söylemler arasındaki ilişkileri”n “belli bir kimlik ve öznellik inşa etmekte nasıl araçsallaştırıldığın(a)” değiniyor. (24) Bu bize, konuya yaklaşırken yüzeyin iyiden iyiye kazınarak parıltılı yansımaların altına inmek gerektiğini gösteriyor. Nitekim Şeyda Başlı da yapıtında, “edebi açıdan neyin ‘değerli’ ya da ‘temsil edici’ olduğunun saptanmasıyla ilgili olan kanon inşasının daima kültürel kimlik tanımlarına yönelik politik bir etkinlik ol”duğunu vurguluyor. (10) Bu bağlamda kadının kendisi olabilirliğinin, yani kendi olanaklarının farkındalığının, bütün bunları uygulayabilirliği ile yaşayabilirliğinin içgüdüselliğinin ya da bu yöndeki bilinçlenmenin hiç de kolay iş olmadığı gerçeği çıkıyor ortaya. Bir tarihsel çağın ya da evrenin, bir ekonomik dizgenin, sınıfın, ırkın, inancın, cinsiyetin, yaşın vb. açısından birine kimlik verilip dayatılması ya da bu yönde tek tip haline getirilerek kaplanmış hazır kimliklerden birini herhangi öznenin benimseyip sözümona kimlik kazanması olgusu “kimliklendirme”dir olsa olsa. Peki, kendisi olabilirliğin göstergesi anlamındaki “kimliklenme” olgusunu bundan nasıl ayıracağız? Andığım kitaplarla yazıların tümünde, doğrudan ya da dolaylı kadın olgusuna yaklaşılırken bu, farklı açılara göre yapılandırılmış bakışlarla sergileniyor. Kadın olgusu kadar, yazınsal coğrafyanın geçmişten günümüze bütününde, sonraki yılların kadın yazarlarıyla eleştirmenlerinin verimlerinde, başka yapıtlardaki kadın karakterlerde buna göre farklı yaklaşımlar gözleniyor. O halde, kitaplar arasında gezinirken binlerce yıllık babaerkil düzenin, yalnız erkeklerin değil kadınların da genlerine işlediği, kromozomlarına yerleştiği, bunun bir baskın algılama biçimine dönüştüğü gösterilebilir pekâlâ. Buna göre kadınlar, erkek yazarların birer “korku gölgesi” olarak sıradan gölgelikler gibi konum sergiliyor olmalı yapıp etmelerinde… ERKEK YAZARIN KORKU METAFORU KADIN... Nurdan Gürbilek, “Erkek Yazar, Kadın Okur” başlıklı denemesinde erkek yazarlarca kurgulanan kadınlardan kalkarak bakın nerelere uzanıyor? “Çoğu zaman önemsiz bir ayrıntı olarak da olsa erken romanın (.) örneklerinde (.) bir arketip ısrarlılığıyla tekrar tekrar karşımıza çıkacaktır ‘roman okuyan kadın.’ Hemen her romanda bir köşede roman okuyordur kadın.” “Ama hepsinden önemlisi, okuduklarına fazlasıyla kapılmışlardır.” “(Bu,) kendiliğin nasıl da başkası olma arzusuyla belirlendiğini gösteren belgeye dönüşür.” “…Yazarın bir problemle baş etmeye çalıştığı metinlerdir aynı zamanda romanlar. Nasıl rüyanın içeriği rüyada görülenden çok, rüyayı gören hakkında fikir verirse, romanlarda yutarcasına roman okuyan, okuduğu romandaki kahramanlara özenen, bu kapılma yüzünden gerçekle bağını yitirmiş kadının bu kadar çok karşımıza çıkıyor olması da gerçek kadınlardan çok, yazarın kendisi hakkında, bazen örtük bazense apaçık bir biçimde ‘kadın okur’ etrafında önümüze: “Kadınların kendilerini tutarlı, bir bütünlüğe kavuşmuş bir benlik olarak tasavvur etmeleri zordur, çünkü kültür tarihi tutarlı özne kavramını erkeklerle özdeşleştirmiştir. (…) Erkek dış dünyayla, hayatla aynılığı temsil ederken, kadın farklılığı, başkalığı temsil eder. Kadınla hayat arasında bir mesafe vardır; bu da kadın otobiyografilerini gerek içerik yönünden, gerekse üslupça farklı kılar. Kadınlar erkekler gibi tarihi inşa eden özneler olduklarına inanmadıkları için…” (39, 40) “Özellikle kadınlar kendi hayat hikâyelerini yazarlarken baskı altında” (116) olduğuna göre, “Kadın kendi kimliği hakkında konuşurken bedenini, cinsel kimliğini dile getirebil(ecek) mi(dir)?” (53) peki, nasıl? Aksoy, kadının Cumhuriyetle atılan ileri adımlarda da kendini bu yönde bağımsız bir varlık olarak koyamadığından söz edip bunun altını şöyle çiziyor: “…Kadınlar hem modernleşme projesinin en önemli unsurlarıdırlar hem de bu projedeki rollerine kendileri değil, erkekler karar vereceklerdir. (…) …Kadınlardan beklenen şey onların bireyleşmesi değildir… Kadın özgürlüğünü asıl tehdit eden şey, yeni bir ulus inşa edilirken ihtiyaç duyulan milliyetçi söylemin ‘eril’ bir ulusal kimlikle yönlendirilmek istenmesidir. Bu modelde, kadın bir ‘beden’ değil, bir ‘zihin’dir…” (76) Şunu da ekliyor bu arada Aksoy: “Kadınların ulusdevlet inşasında üstlendikleri bu yeni rol sadece Türk ulusdevletinin inşa sürecine özgü değildir. Geç uluslaşan bütün toplumlarda görülmüş, görülmektedir. Bu gibi toplumlarda kadınların modernleşmesi doğrudan doğruya bir kadın özgürleşme hareketi olmaktan çok… kadının ikincillik konumunun yeniden meşrulaştırılması anlamına gelir.” (77) Hülya Adak da, söz konusu kadınların kendi bedenlerini hiçleştirip ille ülküsel düşünceyle buluşmak isteyişlerindeki örtüşmeden örnekler verirken şunu söylüyor: “Milli tarih içindeki bütünleyici rolleri, otobiyografik beyanlarında sanki (bu) tarih onların değilmiş de otobiyografik beyanları, önde gelen erkeklerin biyografik beyanlarına benziyormuş gibi anlatılır.” Ardından şu yargısını paylaşıyor yazar bizimle: “Bu vurgu, diğer tarihi kadın aktörlerin ve kolektif kadın mücadelelerinin varlığını da hiçleyerek, sessizleştirmektedir.” (Çev: Deniz Aktan K. 253 vd.) Her iki yazar da çeşitli örneklere yer açarken sözgelimi Aksoy, Halide Edip Adıvar, Sabiha Sertel, Samiha Ayverdi, Halide Nusret Zorlutuna, Cahit Uçuk, Mîna Urgan, Şen Sılan, İsmet Kür, Nermin AbadanUnat, Türkan Saylan, Mübeccel Kıray, Sabiha Gökçen vb. adlara, yaşamöykülerinden kalkarak karşılaştırmalı bir bakış getiriyor. Nazan Aksoy, çalışması sonunda şu yargıya ulaşıyor: “Türk kadın otobiyografi edebiyatına baktığımızda da, Batı’dakine benzer bir gelişme, kamusaldan mahreme doğru inen bir çizgi görürüz. (…) Kadın yazarlar kadın kimliklerinin altını çizmeyi de ihmal etmiyorlar artık./ Son yıllarda otobiyografisini yayımlayan kadınların sayısı hızla artıyor. Gerek özel hayata, gerekse mikro tarihlere duyulan ilgi genişledikçe türün örnekleri çoğalıyor. Dahası, ünsüz kadınlar bile kitaplarını basan yayınevleri bulabiliyorlar.” (213) İki hafta sonra konuya yeniden dönmek üzere… 2011 SAYFA 21 Nitekim son elli altmış yıldan bu yana, artık tam bir birey ya da bağımsız varlık olarak kadınların kendi kimliği ile ortaya çıkmaya koyulduğu ya da bu anlamda alanlara indiği, 1960’tan sonra bunun hem nicelik hem nitelikçe yayılma gösterdiği, 1980’den sonra ise hiç kimseye herhangi gereksinim duymaksızın bağımsızlığını ilan ettiği dile getirilebilir. Ülkemizde bilimin, düşüncenin, sanatın üreticileri arasında giderek genişleyen bir yer tutan kadınlar bu alanda yalnız ciddi bir paya sahip olduklarını göstermiyor, yanı sıra öncülüğe denk bir işlevsellik sergileyip toplumca ufkumuzu da genişletiyor. Bunun somut örnekleri, bu insanların sanat dallarında belirgin olarak gösterdiği parlak başarılarla geliyor toplumun önüne. Bütün sanat dallarında azımsanmayacak sayıda örnek gösterebilmek olası burada. Yazınımızdaki değişim üzerinden konuya eğilerek yapıtlarda kadınla ilişkilenişe yoğunlaşıp yine de kadın yazarlarımızı konuk edeyim istiyorum “Kitaplar Adası”nda… Masama aldığım kitapların tümü de kadın yazarların verimi… Birkaç haftaya dağılmış halde yirminin üzerinde kitaba yer açmak düşüncesindeyim bu konuda. Hiç kuşku yok ki yazılar birer inceleme, araştırma değil, yazınsal türler arasında gezintilerimi içeren, düşünce uçkunlarına yer açmaya çabalayan savurmalarım olacak her zamanki gibi. O halde yapacağım işin, havuzda birikenleri gözden geçirmekle sınırlı kalacağını, bu yönde farklı uçlar arasında gidip geleceğimi bilmem söylemeye gerek kalıyor mu? ERKEKTEKİ KORKUNUN GÖLGESİ OLARAK KADIN... Kadınlara, uluorta “Ayşe Paşalı gibi yapılma tehdidi”nin yöneltildiği bir dönemde bu haftanın “Kitaplar Adası”na aşağıdaki birkaç kitapla girmeye ne dersiniz? Sözgelimi Nazan Aksoy’un Kurgulanmış Benlikler/Otobiyografi, Kadın, Cumhuriyet (İletişim, 2009), Şeyda Başlı’nın Osmanlı Romanının İmkânları Üzerine /İlk Romanlarda Çok Katmanlı Aile Yapısı (İletişim, 2010), Nurdan Gürbilek’in Kör Ayna, Kayıp Şark / Edebiyat ve Endişe (Metis, ikinci basım, 2007), Zeynep Uysal’ın yayına hazırladığı Edebiyatın Omzundaki Melek / Edebiyatın Tarihle İlişkisi Üzerine Yazılar (İletişim, 2011) bize neler söylüyor acaba? Adlarından henüz söz kümelediği bir dizi endişe hakkında fikir verir.” (20 vd.) Gürbilek, “romanesk” kadının, Tanzimat, Serveti Fünun’dan sonra “Cumhuriyet romanında” da “karşımıza çıktığı”na getirerek sözü, özetle şu düşüncelerini açımlıyor: “’Kendi’ hayatını yaşayabilmek için tam da ‘başka’ hayatları örnek alıyordur kadın.” “Aslında sorun başından bu yana bir tesir değil, bir sui tesir; bir kötü etkilenme, bir aşırı etkilenme problemiydi. (…) Tanzimat romanında kadınkitapetkilenme üçgeni daha çok ima yoluyla kurulmuştu.” “Başkalarının hikâyesini anlatan romanla başkası olma arzusu arasında, kitapla tüketimin kışkırttığı arzu, romanla vitrinler arasında, nihayet bütün bunlarla kadın arasında bugün de kurulan bu ilişki…” “Bu altmetne iç içe iki varsayım eşlik eder. Birincisi, roman okuru etkiler; onda arzu uyandırır; başkasının arzusunu, bir başkası olma arzusunu doğurur. İkincisi, romanesk arzu özellikle de kadınları etkilemiştir; başkalarının hikâyesinden etkilenmeye, başka dünyalara kapılmaya, başkası olma arzusuna her zaman erkeklerden daha yatkındır kadınlar.” “Burada etkilenmeden duyulan bir korku, bir ‘etkilenme endişesi’ olduğunu söyleyeceğim ben.” (26 vd.) Bu dayantılardan kalkarak şu düşünceyi ileri sürüyor yazar: “Modele duyulan hayranlıkla kendini kaybetmekten duyulan korkuyu, borçlanmışlıkla ‘kendi’ olma ısrarını aynı anda yaşayan OsmanlıTürk yazarı için ağır bir travmaya dönüşmüştü endişe.” “Romancıların kendilerinin bile romanı hem medeni olmanın gereği, yenileşmenin işareti, hem de tehlikeli bir kılavuz, uğursuz bir yol gösterici olarak algılamış olmaları (.) bununla ilgilidir.” (32 vd.) Nurdan Gürbilek, Kör Ayna, Kayıp Şark’taki çapraz ateşli yaklaşımını Benden Önce Bir Başkası’nda (Metis, 2011) “ikili okumalar”la sürdürürken bu kez yazarların kendisine dek gelen yazınsal dağar karşısında nasıl “acz”e düştüğünü somut örneklerden kalkarak, bununla ilintili kuramlarla bağlar da kurarak ele alıp değerlendiriyor. Başka yazarların aynasındaki kurgulanmış kadından sonra, kadınların kendi aynasında kendilerini nasıl gördüğüne geçebiliriz buradan… KURULAN KADINDAN KENDİNİ YAPAN KADINA... Kadının, kendisi olarak yer aldığı özyaşamöyküsel anlatıları temele alarak yazınımızdaki kadın olgusuna yaklaşan Nazan Aksoy’un yapıtıyla Hülya Adak’ın konuyla ilgili yazısı (Bak.: Zeynep Uysal) örtüşüyor. “Türk kadın otobiyografileri” konusuna yoğunlaşan Aksoy, şu önemli saptamayı getiriyor 25 CUMHURİYET KİTAP SAYI 1123 AĞUSTOS
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle