25 Aralık 2024 Çarşamba English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

K çüncü cemre de düştü birkaç gün önce… İlkinin 20 Şubatta havaya, ikincisinin 27’sinde suya, üçüncüsünün ise 56 Mart’ta toprağa düştüğü söylenen, düştüğü yerleri ısıttığı kabul edilen cemreler, halkbilimsel hoş bir öğe elbette… Buna göre önümüz bahar demek ki… Cemrelerin düşmesini öyküye uyarlayabiliriz kolayca. Öyle ya, yayımlanan ilk kitabı bir yazarın da ilk cemresi sayılmaz mı? İlk öykü kitabınız birinci cemreniz olsun, tombalada “Birinci çinko!” diye sevinçle bağırmışçasına… Cemreniz, şey affedersiniz, ilk kitabınız düştü diyelim yazın ortamına ya da öykü kamuoyuna… Oh, iliğiniz, kemiğiniz ısınmış olmalı… İyi, biraz tadını çıkarın o zaman bunun. İkincisi için acele etmeyin öyle. Gerek yazarın kendisi gerekse yazın veya öykü kamuoyu kitlesel olarak doya doya sindirmeli bu güneşi. Düşmeye düşün cemreler halinde, ama pişmanlık duymayın sakın, yıllar da geçse aradan, yapışmasın yakanıza böyle bir duygu, al basar gibi yalamasın yüzünüzü ezgin bir utanç… Cemreler gibi düşün elbette, ama aslanlar gibi kükremeniz kulaklarımızda sürsün hep… Gerekirliği diyalektik olarak birbirinin zorunlu sonucu biçiminde ortaya çıkmadan bir ürünü yayımlamak, cemrenin zamansız düşmesi gibi hesapları altüst edebilir… Öyle ya suyu ılıştırmayacaksa, toprağı gevşetmeyecekse eğer, niye yayımlayacaksınız ikinci, üçüncü kitapları? Sizi zorlayan yok ki… Ama yayımlıyorsanız, mutlaka yazın ortamında ya da okur nezdinde bir tepkinin ortaya çıkmasına yol açması gerekmez mi cemrenin? Bunun zamanını siz bileceksiniz elbette. Göçmen kuşlar gibi bir anda havalanıp yola çıkarcasına, vakti geldiğinde yeni kitabınızı yayımlamak gereği duyacaksınız… Değilse bekleyeceksiniz. Öyle ya, sabırla sürdürülmüş bir olgunlaşma da sanata dâhil değil midir? Yoksa nasıl anlamlandırırdık sabrın karşılığında dilimizin armağanı olarak koruğu helvaya dönüştüren o giz? Geçen hafta öykünün emekçi kadınlarıyla çıktığımız yolculuğu bu hafta da sürdürelim istiyorum “Kitaplar Adası”nda. Öyküdeki öncülüklerini, yayımladıkları ilk öykü kitaplarıyla da sergiliyor bu bağlamda kadın yazarlar. Filiz Gülmez’den Anılar Yorgunu (AfrodisyasSanat, 2009), Tülay Akkoyun’dan Daphne (İlya, 2009), Aysun Sezer’den Panovaroş (Ava, 2010), Ayşe Güren’den Süreduran Minik Öyküler (Çınar, 2010) buna örnek gösterilebilir… ÖYKÜCÜLÜĞÜMÜZDE GELENEKSELİN İZİNİ SÜRMEK... Bir dil şöleniyle perde açıyor Filiz Gülmez, Anılar Yorgunu adlı kitabındaki öykülerinde. Yanısıra insanın içini ılındıran hoş bir müziğin tartımını dengeyle kaydırSAYFA 26 10 MART itaplar Adası M. SADIK ASLANKARA Öyküde cemreler düşerken... Ü ler toplamında bu yönde imlerle karşılaşılıyor görece. Anlatmayı bir yana bırakıp da okurun anlamlandırması yönünde öykünün yoluna taş döşediğinizde gelenekselin izinden de görece sapmış olursunuz bir biçimde. Görece demem boşuna değil. Çünkü geleneksele sıkı sıkıya bağlı kaldığı halde yazar, gelenekselden sapabileceği gibi sapmış gibi görünürken ayırdında olmadan gelenekselin izini sürdürebilir de… Bu yönde bir yargıya varabilmek için öykünün biçemi tek başına yeterli olmayabilir çünkü. Nitekim Sezer’in bu yönde kararsız gidiş gelişler sergilediği, yer yer yalpaladığı görülebiliyor. Sözgelimi artalan zenginliğiyle örülü öyküler verimliyor sürekli. Bunları anlamlandırma çoğulluğu ile beslerken okuru etkinleştirdiği, yanısıra öykülerine bir çokseslilik kazandırdığı görülebiliyor onun. Sezer, öykülerini bu güce ulaştırır, böyle bir düzeye yükseltirken olanı biteni anlattığı için değil, tersine bunları örtüp enikonu gizlediği böylelikle anlamlandırma olanaklarını genişletip çoğalttığı için bu düzeye eriştiriyor. Demek ki anlamlandırmanın gizlerine ermiş bir yazar o. Bu arada siyasal öykü verimleyen kuşak öykücüleri arasında adını anmak da olası onun. Onda gözlemlediğim en belirgin kusur, şairaneliğe yatkınlığı ya da buna dönük iştahı. Çünkü bütün bütüne kapıyı kapatabilmiş değil bu kusura karşı. Bu arada pek çok öykücüde göze çarpan, öykü yazarıyazımı konusunda kalem oynatma yönündeki tutumunu da yazarın bir biçimde dizginleyip dengeleyebilmesinde yarar var kanımca. Aysun Sezer’inkine benzer tutuma Ayşe Güren’in Süreduran Minik Öyküler’inde de rastlıyoruz. Kısakısa öykünün bir değişkesi bağlamında bakılabilir genelde onun verimlerine. Olayların “an”a sığışmış yoğunluğunu tam da doruk noktasından yakalayıp geriye dönen, vurucu güce erişen öyküleme biçemiyle. Yazar, işçiden, emekçiden yana tutumuyla dikkati çekiyor ayrıca. Yaşamla sıkı bağlar kurabilmemizin önünü açan bir iyimserlikle içlidışlılık, bu öykülere başka bir değer daha katıyor. Bu arada sergilediği siyasal tutum nedeniyle farklı bir yerde durduğu da söylenebilir Güren’in “minik öyküler”inin. Yazarın, böyle bir başlık altında tutması verimlerini öykücülüğüne dönük açılımla da örtüşüyor aynı zamanda. Daha doğru deyişle bu öykümsülerde çok etkileyici bir hava yakalıyor yazar. Ancak bunların zaman zaman öykü de değil öyküleme olduğu, bir yaşam ânını ya da anıyı paylaşmak üzere kaleme alındığı izlenimi bıraktığı söylenebilir yine de. “Tez Hazırlığı” böyle bir örnek sözgelimi. Yazarın, olayların görünen yanlarına ya da ön yüzlerine sessiz sedasız yaklaşımı elbette çok çarpıcı, etkileyici. Ancak bunlarda okuru etkinleştirecek, bu çerçevede derine inip düşünce üretmesine yarayacak, artalansal anlam dizileri oluşturan bir güç dinamosu yaratılamadığı söylenebilir yine de. Ama kimilerinde derinliğe dalındığına göre yazarın öykü sanatındaki bu incelikli işçiliği iyi bildiği de ortada. Buna göre Güren’in, öykülerini kimileyin derinleştirirken kimileyin ön yüzleriyle ortada bıraktığı öne sürülebilir bunları. “Beyaz Sabun Kokan”, bana göre güzel kısakısa öykü örneği. Ön yüzünü öylesine gizleyip örtük tutabiliyor ki yazar, o zaman biraz daha, biraz daha derinleşiyor öykü. Ayşe Güren’in kendi öykümsülerinin yolundan ayrılıp kısa öykü verimlediği de görülmüyor değil. “Boğaz’da Üç Yeniyetme” böyle bir örnek. Üstelik çok da başarılı. Daha bu ilk öykü kitabında, öyküye yeni yataklar sermek için çabaladığı açık biçimde görülebiliyor genç yazarın. Heyecan duymamak olanaksız onun bu tutumu karşısında. ÖYKÜDE YENİ YOLLAR AÇMAYA GİRİŞMEK... İşte dört kadın, dört de ilk öykü kitabı… Öykücülüğümüze dönük bu verimlerden süzdürülebilecek düşünüler sonra… Filiz Gülmez, Tülay Akkoyun, Aysun Sezer, Ayşe Güren bağrımıza sapladıkları dört farklı cemreyle ruhumuzu ılıtırken öykü sanatımıza yönelik kadın yazarların koyabileceği katkıya dönük ufkumuzu da geliştiriyor kuşkusuz… Ne var ki nice yazarın çabasıyla öykücülüğümüze pek çok cemre düşse de yeni yolların açılabilmesi için zamana, buna uygun diyalektik sürece gereksinim duyulacağı açık… Ancak bu uğurda verilen erkenin, dökülen terin, gösterilen çabanın, öykücülüğümüzü zamanla doğru orantılı olarak çok daha ileri düzeylere taşıyacağını söylemek bilicilik sayılmamalı. Çünkü yazınımızda kadın yazarlarımızın erkesini, rüzgârını tam anlamıyla yanımıza yalnızca öyküde alabiliyoruz. Kadını erkeğiyle yazarlarımız, bir hamur halinde yoğrularak öykü üretiyor. Bunun getireceği yarar görmezden gelinebilir mi? Bu çerçevede ana tanrıça çağından bin yıllar sonra Türk öykücülüğü içinde yeniden filizlenen öykü tanrıçaları aracılığıyla öykümüzün kendine yeni yollar açarak geliştiği, gelişeceği şimdiden görülebiliyor. Oysa bizim diğer yazınsal türlerimizde, eskiye oranla görece büyük gelişme olduğu halde kadın eksikliğini sezmemek olanaksız yine de. Bu yüzden ataerkil bir şiir, roman, oyun, deneme vb. türümüz olduğu söylenebilir sanıyorum. Çünkü kadın yazarlarımızın katkısı hep dolaylı katılıyor bu türlerde. Ama öykü başka… O, kadın yazarlarımızla yüceliyor, kadın yazarlarımızın kalem tutan parmaklarıyla dönüşüyor, yatağından taşıp kendine yeni yataklar arıyor… Üstelik her gün yeni yeni kadın öykücüler de katılıyor alana. Onların da katkısıyla yeni yollar arama serüvenini sürdürüyor hep… Nitekim bu yazıyı kaleme alırken ben, yeni bir öykü cemresi daha düşmesin mi masama? Özlem Özyurt, ilk öykü kitabı Bir Şehir Varmış Bir Şehir Yokmuş ile (Yitik Ülke, 2011) bahar dalı oklarını fırlatmasın mı? Buna da, ötekilerle birlikte ileride yer açacağım elbette… Evet, düşürdüğünüz bu ilk cemrelerle ısındığımızı söyleyebiliriz öykü emekçisi sevgili hanımefendiler! Acele etmeksizin, sabırla bekleyebilirsiniz artık yeni bir cemre halinde düşmek için öykü toprağımıza… Salıverin, bir güzel demlensin öykünüz, imbikten geçmişçesine süzülsün veriminiz. Bunu sizler de, verimleriniz de hak ediyor çünkü… Öykünüzü yolda bırakmayın ki, öykünüz de sizi yolda komasın! Öykü emekçisi kadınlar, 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Gününüz bir kez daha kutlu olsun! Tabii sizlere de saygıdeğer hanımefendiler… dığını görüyorsunuz verimlerinde. En çok bu yanıyla tastamam, desdenk doğrusu öyküler. Ayrıca Filiz Gülmez, karakterlerini yapılandırırken sergilediği yüksek gerçektenlik duygusuyla, sağlıklı bakışıyla dikkati çekiyor. Bu arada yazar, kitabına aldığı öykülerde resim, müzik, sinema, tiyatro gibi öteki sanat türlerine de ilmekler atıyor. Sisler içinde parçaların bütünlenişine benzer bir ilişkileniş gözüyle bakılabilir buna. Ayrıca yazarın çağrışımlardan da ustalıkla yararlandığı söylenebilir. Nitekim bir büyük aile albümünden taşmış öyküler gibi bir izlenim bırakıyor bunlar. Gerçekten Gülmez, genelde dedeler, büyükanneler, anneler, babalar, kaynanalar, torunlar, oğullar, kızlarla çevrili bir öykü evreni kuruyor da bizi albümün yaprakları arasında gezintiye çıkarıyor âdeta… Bu demek değil ki tümü de duygusal, nahif bu verimlerin. Nitekim “Düşlerde Aramak”, “Son Anı” vb. çarpıcı öykü örnekleri. Gelenekselin izini süren bir yazar da Tülay Akkoyun. Ağırlıklı olarak anlatımcı öyküler olduğu söylenebilir Akkoyun’un Daphne’deki verimleri için. Çünkü kimi öyküleri, bir söyleni dillendiren anlatı havası yayıyor görebildiğimce. “Daphne”, “Adamın Biri” vb. bu tür öykülerden. Bu çerçevede kimileyin bir gülmece havasında çizgiselleşmeye göz kırptığı olmuyor değil yazarın. “Âlem Adamdır Benim Babam” örneklenebilir bu yönde. Oysa görüldüğünce ilginç öykülere de imza atmış bir yazar Tülay Akkoyun. Sözgelimi “Kırmızı Pabuçlar, Fatoş ve Annem” böyle bir öykü. Demek gelenekselin izinde de öykü verimlenebilir, doğal bu. Ne var ki bir olayın, olgunun, kişinin, ilişkinin, yaşam anının ya da bunların tümünün veya birkaçının yer aldığı bir karmaşayı anlatıp açığa çıkarma sanatı da değil bu iş. Ya ne? Bunları yerleştirme, ama gizleyip örtük tutarak buna yeni anlamlar, derinlikler kazandırarak yapma işi. Bu durumda soyutlayım, dönüştürüm büyük önem taşıyor. Öyle ya, eğer siz kendi dışınızda bir yazar yaratamıyorsanız okurunuzda, metninizin tek yönlü bir yolu imlediği anlamına gelmez mi bu? O zaman açıklayıcı yanıyla, her şeyi yerli yerine oturtuşuyla gazete metnidir, haberdir, duyumdur, bildiridir, açıklamadır veya inceleme, değerlendirmedir olsa olsa veriminiz; ama edebiyat değildir herhalde. ÖYKÜDE GELENEKSELİN YOLUNDAN SAPMAK... Öykü gelenekselin izini sürdürebileceği gibi sapmaya da uğrayabilir kuşkusuz. Aysun Sezer’in, Panovaroş başlıklı öykü 2011 CUMHURİYET KİTAP SAYI 1099
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle