Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Ë Ceylan KORYÜREK on noktayı koyan sevdiklerimizin ölümü, hayatla yırtıcı bir hayvanla karşılaşmış gibi yüzleşmedir. Oysa acı insanı paramparça eder; sevdiklerimiz acı çekmemizi istemezdi. Gördüklerimizden derin izler bırakan her acı bizde ölümü yaratır. Ölüm karşısında duyguların ölümsüz olması yaşamdır.” Bu kısa metin Seneca’nın Teselliler’ine kitabına adandı. Seneca milattan önce yaşamış Stoacı bir filozoftu. Stoacı filozoflar “çevrelerinde sevdikleri, acı çeken insanlara teselliler kaleme almaktan hoşlanıyordu.” İmparator Claudius’un Korsika’ya sürgüne yolladığı Seneca orada Teselliler başlıklı üç inceleme yazdı. Neron’un öğretmenliğini yaptı. Neron’un kendisine karşı düzenlenen bir komploya karışmakla suçladığı Seneca, imparatorun buyruğuna uyarak kendini öldürdü. Düşünceleri ölümsüz; bu yüzden eserleri sanki yeni yazılıp noktası konulmuş gibi: “Bizim için ana babalarımıza danışılıyor: Onlar bizi bu dünyaya getirdiği vakit yaşamın koşullarını biliyordu.” Yeryüzü denilen bu sahnede biz insanlar ne kadar farklıyız birbirimizden, ölüm bizi eşitleyene kadar kim bilir ne oyunlar görecek gözlerimiz, hangi oyunlar, yüzyıla acıyıp da vicdan yağmurlarını yağdırıp, susayan, gelecekten korkan yüreklerimize su serpecek. “Aydınlık aydınlık!” diye haykırırken geleceğinden şüphe ettiğimiz karanlığa mı alıştırıyoruz gözlerimizi, yoksa ilerleyen yaşla birlikte, suskun yaşamak, yaşarken ölümümüz mü olacak bizim: “Sen yitirmek üzere, ölmek üzere, umut etmek üzere, korkmak üzere, başkalarına ve kendine acı çektirmek üzere, ölümden korkmak ve ölümü dilemek üzere doğdun ancak; işin en kötüsü de varoluşunun doğru koşulları üzerinde neye tutunacağını asla bilemezsin.” Dostumu nasıl teselli ederim acısı yüreğimi dağlarken düşmanımı nasıl paylaşamazken yurduma nasıl teselli olurum gördüklerimden acı çekerken. Geçicilik bir adım ötemde, göremediğim, düşlediğim insanları cesaret edip görsem onların veya kendimin ölümünden mi korkuyorum, düşlerimin parçalanıp, kı “S Seneca’nın tarihi eseri Teselliler İlkçağ ahlakçılarının ve bu çağın kurallarını, yöntemini ve geleneklerini sürdürenlerin yarattığı özgün bir yazınsal türün örneklerinden olan Seneca’nın Teselliler’i, üç “Teselli”yi ya da daha doğru ifadeyle “Teselli Üzerine” (De Consolatione) üç yapıtı içerir: Bunlardan biri, oğlunu yitiren Marcia adında Romalı bir kadına, öbürü annesi Helvia’ya, üçüncüsü de İmparator Claudius’un dilekçe yazmanı azatlı köle Polybius’a seslenir. Bu kitapta, konularının temelinde benzer, ama kullanılışları ve onları doğuran koşulları farklı olan ve M.Ö. yaklaşık 4042’de yazılmış bu üç yapıt bir araya getirilmiştir. rılmasından korkarak, gururun duvarları arasında oturuyorum. Ölümü düşünürken var olanı yaşayamıyorum. Hayatın gerçeklerini düşününce vardığımız son noktada ölüm, her şey “odun parçalarının arasında” sonlanacaksa neden acı çekiyoruz ya sevdiklerimizin hiç unutmayacaklarımızın ölümü. Yaşam bir ağaç biz dallara tutunmuş yapraklarız. Kimi zaman, bir rüzgâr vakitsiz götürüyor genç ölüleri. Seneca’nın tesellisi onunla geçirdiğiniz güzel anıları düşünün, yaşasaydı belki de çok acı çekerdi. Seneca Marcia’ya Teselliler’inde ölümün her sınıftan insanı, her yaşta vurabileceğini, ancak tesellisi bunları bilmek ve şerefli bir şekilde ölen oğlunun güzel anılarıyla mutlu olmasını geriye kalan çocuklarını da unutmamasını, onlarla teselli olmasını öğütlüyor. Marcia’ya seslenişindeki anlatım şiirsellik büyüleyici, değişik düşünceler, ölüm ve yaşamın değişik açılardan sorgulanmasını sağlıyor. Düşünürsek yaşarken olduğumuz yerde, sürgün edilmiş ne çok duygumuz var. Söyleyemediklerimiz içimizde ukte kalan her şey bizim sürgünlüğümüz. Seneca’nın sürgündeyken annesi Helvia için yazdığı metinlerde “Ona yardım etmekle, ona besin sağlamakla başlayacağım: Bütün kapanmış yaralarını ortaya çıkarıp yeniden açacağım. Birileri şöyle diyecek: Sönmüş acılarını yeniden uyandırmak ve insanın bütün mutsuzluklarının görünüşünü ona zorla kabul ettirmek ne tuhaf bir teselli biçimi! Burada ılımlı bir yönteme başvurmak değil, ateş ve demirle tedavi etmek söz konusu olacak.” Freud’un psikanalizinin ilk öngörüsünü yukarıdaki metne dayanarak Seneca ortaya atmış diye düşünüyorum. Seneca annesinin çektiği acıları ona bir bir dile getirir. Bu acılar gerçekten yürek dağlayıcı kayıptır. Ölümün ve acının yenilmezliği karşısında çalışmak panzehirdir. Geçmişte sabahlayan düşünceler, yaşanmamışlığın ve anıların sızısı, yaratıya adansa, durmadan çoğalan o sonsuz tutsaklığa, özgür kalan ruhumuz kimbilir neler yapardı? Seneca sürgünde de olsa ruhu özgür, gökyüzünü gördüğü için şükreder annesi için yazdığı son metinde: “Benim şu anda mutluluğun doruğunda bir adamın sevinci ve huzuruna sahip olduğumu düşünmelisin” der. Kitabın son metni İmparator Cladius’un dilekçe yazmanı Polybius’a ithaf edilmiş tesellileridir. “Kim yarının karanlık perdesini delebilir.” Seneca bu son tesellisinde sürgünden kurtulup af edilmeyi bekliyordu. Teselliler/ Seneca/ Kırmızı Yayınları/ Çeviren: Kenan Sarıalioğlu/ 150 s. na karışıyor.” “Boğaziçi Yalısı Müzesi” adlı ikinci bölüm, Şinasi’nin Boğaziçi aşkına ayrılmış. Edebi metinlerinde Boğaziçi’ni şiirli bir dille, kendi ürettiği şekilde anlatmayı tercih eden yazar, bu yazılarında daha somut bir kalem oynatıyor ve Boğaziçi’ni bir mimari eser olarak canlı bir müzeye dönüştürme fikrini tartışıyor. İstanbul ve özellikle Boğaziçi edebiyatının mihenk taşlarından biri olan, bu konuda pek çok edebiyatçıyı da etkileyen ve dahası besleyen Abdülhak Şinasi, eski Boğaziçi yalılarının korunması, hiç olmazsa bir tanesinin müzeye dönüştürülüp gelecek nesillere armağan edilmesi için yaşamı boyunca hem yazarak hem de eylemlerde bulunarak büyük çaba sarf etmişti. Üçüncü bölüm “İçimizdeki Müze” ise Hisar’ın geçmiş zaman yolculuklarını anlattığı metinlerden oluşuyor. Yazar dış mekânlarda dolaşıyor olsa da yaptığı yolculuklar kendi içine. “Piyano Sesleri” yazısında, bizde de var olduğunu belki de yeni fark edeceğimiz içimizdeki mahrem müzeye bakın nasıl da çağırıyor: “Daha çalsana anneanne!.. Çocuk için bütün zevkler ve neşeler güya henüz açılmamış çeşmelerdir. Bir gün bahar, sevgili eller ve kalbin rüşde eren kuvvetleri bu çeşmeleri açınca, şelaleler gibi boşanacak bütün bu suların lezzetlerini hayal eden çocuk, eyvah!.. Daha evvel bir mezarın şuursuz topraklarına karışacağını düşünüyor. Kendini hasta biliyor. İçinde daimi bir dert var: Birkaç aya kadar öleceğini hesap ediyor. Bu sırrı daha hiç kimseye açmadı…” Türk Müzeciliği/ Abdülhak Şinasi Hisar/ Yayıma Hazırlayan: Necmettin Turinay/ Yapı Kredi Yayınları/ 184 s. Abdülhak Şinasi, edebiyatçı kimliğiyle ve kültür adamlığıyla da pek çok alanda etkili kalem oynatır: Roman, anı, deneme... Yıllardır yaptığı çalışmalarla Abdülhak Şinasi’yi sanat tarihinin puslu paslı köşelerine Necmettin Turinay bu kez de Şinasi’nin müzecilik hakkındaki yazılarını Türk Müzeciliği adlı kitapta topladı. Ë Zeynep ÖZER umhuriyet’in onuncu yılı, bir yandan kutlamalara hazırlanılırken öbür yandan devrimin başta ekonomi olmak üzere her alandaki on yıllık muhasebesi yapılır. Bu özel yılda ayrıca devrimin ne zaman ve nasıl başladığını, sürecinin nasıl olduğunu ve ulaştığı büyük neticeyi hafızalara kaydetmek için bir “İnkılap Müzesi” açılmasına karar verilir. Müzenin şekillendirilmesi için bir komite kurulur. Abdülhak Şinasi, daha önceki yazılarında bir iki kez konu ettiği Türk müzeciliği ile ilgili yazılarını işte bu komitede çalışmaya başladıktan sonra dizi halinde kaleme almaya başlamış; çoğunluğunu Ülkü, çıkışı sırasında Yaşar SAYFA 24 10 MART Abdülhak Şinasi Hisar’ın yazıları Türk Müzeciliği Nabi Nayır’a büyük destek verdiği Varlık olmak üzere Türk Yurdu, Cumhuriyet, Milliyet, Resimli Hayat’ta yayımlamıştır. Turinay bu kitabı hazırlamakla zaten yeterince bilinmeyen Hisar’ın pek az bilinen bir yanını ortaya koymak istemiş. Ayrıca bu yazıların yazıldığı dönemdeki kültür hayatımızı, tarih ve müzecilik alanındaki çalışmalarımızı yakından kavramamızı, bu konularda bugüne değin nasıl değişip dönüşerek geldiğimiz hakkında fikir sahibi olmamızı hedeflemiş.“Bir İnkılap Müzesi İçin” ne yapmak gerekir, dahası neden gereklidir? Abdülhak Şinasi birinci bölümdeki yazılarından birine hem bu başlığı atmış hem de bu sorulara yanıtlar aramış. Yazar zaten tüm yazılarında sadece sorunlardan söz edip vurkaç yapmıyor, çözümler üzerinde duruyor, öneriler getiriyor. Osmanlı zamanından da önce başlayıp dönemine kadar gelen müzecilik anlayışını ele aldığı “Müzelerimizin İlk Zamanları” yazısını, tarihi eser ve anıtların korunmasının hangi kurumlara verilmesi gerektiği, korunmaları için nelerin şart olduğu, bu konuda ne gibi yasaların konması gerektiği gibi önerilerde bulunduğu “Tarihi ve Milli Abidelerimiz” yazısı izliyor. “Klasik Abidelerimiz ve Güzel Sanatlar Akademisi” yazısında ise Akademi’nin, “memleketimizin her yerine, hatta köylerine kadar sanat terbiyesinin nüfuzu” için aldığı tedbirlere yeni bir karar daha eklenmesinin şart olduğunu söylüyor: Akademi’de milli sanata ait derslerin çoğaltılması. Bir taraftan mimarlık öğrencilerine milli sanat daha iyi, daha çok öğretilecek ve Türk mimarisi tarihi okutulacak, diğer taraftan da tüm bölümlerde Türk sanat tarihi okutulacak. 2010’dan bakıyoruz ya 1933 tarihli bu yazıda şöyle devam ediyor Şinasi: “Türk güzel sanat eserleri, diyebiliriz ki atimizde vücut bulan hülyalarımızdan değildir. Bunlar en sağlam maddelerden, taştan, mermerden, kurşundan ve çiniden yapılmış olarak mevcuttur, hazırdır, ortadadır ve ancak eski nesillerin kıymet bilmezliğinden, bakımsızlıktan dolayıdır ki, çoğu artık birer hatıraya dönmek üzeredir. Güzel Sanatlar Akademisi’nin bulunduğu İstanbul’dan güzel Boğaziçi’nin her iki sahilinden başlayarak, Anadolu ve Rumeli’nin bütün Türk şehirlerinde eski bir maziden kalma bu milli ve kıymetli eserler cahil nesillerin, duygusuz belediyelerin, körleşmiş evkafın, asaletsiz gözlerin, çapulcu ellerin kayıtsızlığı ve tahribiyle taş taş dökülerek, lime lime eriyerek, parça parça alınarak, her gün biraz ve her gece biraz daha harap oluyor ve biraz daha mazinin karanlıkları C 2011 CUMHURİYET KİTAP SAYI 1099 SAYF