23 Kasım 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

K ugüne dek birbirinden farklı dillerde, kültürlerde üretilmiş dünya öykülerini yan yana getirip birbirine eklesek, kaç kez dolanırdı acaba yerkürenin çevresini şu basılı kâğıtlar? Ya bu öyküleri okurken yüreği ısınan, acılara, umarsızlıklara karşı öykü okumalarına sığınan, sonuçta dünyanın dört bucağında birbirinden habersiz, ama birbirinin koluna girip öykünün yatıştırıcı evreninde buluşan, öykü kardeşliğiyle mutlanarak bu yolla dünya kardeşliği kuranlar nerelere varmıştır dersiniz? İki hafta önce, bize böylesi duygular yaşatan dünya öykücüleri Yukio Mişima’dan (19251970) Yaz Ortasında Ölüm (Çev.: Hüseyin Can Erkin), Stefan Zweig’dan (18811942) Hayatın Mucizeleri (Çev.: Esen Tezel), Antonio Tabucchi’den (d.1943) Zaman Hızla Yaşlanıyor (Çev.: Nihal Önol), Carlos Fuentes’ten (d.1928) Kaygı Veren Dostluklar (Çev.: Pınar Savaş) başlığıyla çevrilmiş kitaplara yer açmıştık. Bu kez yine 2011’de Can Yayınları “Öykü Şenliği”nde sunulan öteki yazarlarla bunların öykülerine değineceğiz… Cuniçiro Tanizaki’den (18861965) Sazende Şunkin (Çev.: Oğuz Baykara), Salman Rushdie’den (d.1947) Doğu, Batı (Çev.: Begüm Kovulmaz) Thomas Mann’dan (18751955) Zor Saat (Toplu Öyküler 1, Çev.: Sami Türk), Alice Munro’dan (d.1931) Bazı Kadınlar (Çev.: Cem Alpan), Gabriel Garcia Marquez’den (d.1928) Mavi Köpeğin Gözleri (Çev.: Emrah İmre) adlı yapıtlar olacak bu kez konuğumuz. Son yüz otuz yıl içinde doğmuş, dünyamızdan ayrılmış ya da yaşamayı sürdüren bu dokuz yazarın yalnızca biri kadın. Diyelim dünyadan değil de Türkiye’den buna benzer öykü seçkileri hazırlamaya girişilseydi, kadın öykücülerin oranı herhalde en azından üçte bir düzeyine yükselirdi. Bu, dünya öykücüleri için bir sayısal veri değil elbette, ama belirtmeden de geçmeyeyim istedim bunu… Yukarıda sıraladığımız örnekler, Doğu’dan başlayıp en Batı’ya uzanan bir coğrafyada öykünün gizini, büyüsünü yazınsal alana yerleştirme bağlamında hiçbir farkın bulunmadığını ele veriyor denebilir… Gerçekten bakıyoruz, en Doğudaki öykü ile en Batı’daki öykü birden çakışıveriyor… Demek küremiz, döndükçe birbirinin üzerine kapanıyor, mavi topacı birbirinin yerine ya da el birliğiyle çeviriyor bunca savaşa, şiddete karşın öykü yazarları… DOĞU’DAN BATI’YA BATI’DAN DOĞU’YA ÖYKÜ TOPACI... Dünya haritasını düzleştirip masa üzerine yaysak, verimlenen öykülerin tümünün de birbirine yaslanarak doğduğu, bu çerçevede çokkültürlülük temelinde, kültürlerarası nitelikte üretilmiş olacağı gerçeği, kendisini apaçık gösteriyor. Bunu görmemek için kör olmak itaplar Adası M. SADIK ASLANKARA Dünyayı kuşatan öykü gerek herhalde… Dünya öykücülüğünün temelindeki harcı oluşturan bu çokkültürlülüğün, giderek dünyanın öteki düzlerini yani orta Batı ile orta Doğu’yu kültürlerarasılık bağlamında nasıl etkilediği de bir gerçeklik bağlamında belirgin biçimde önümüze geliyor… İşte ortadaki Doğu ile ortadaki Batı’nın arasında kendisine bir ortalama alan yaratmış olan Türkiye’nin nasıl bir şansa sahip olduğunu, artık varın siz düşünün… Evet, öykücülüğümüz; dünyanın belki de en önce bunu göğüsleyip götürmesi beklenebilecek, öyküde kültürlerarasılığın büyük yansıtıcısı konumunda bir niteliğe sahip… Örneğin doğusunda “Kimi mavi, kimi mor, kimi beyaz otların çıkardığı dumanda Güney Çin deniz diplerinin yüzlerce yıl saklı kalmış esrarengiz rüyaları gizli” (Tanizaki, 38) olabilir, batısında ise “kendini birden kedinin bedeninde hayal eden”lerin yer aldığı (Marquez, 34) bir yaşam karmaşası da çalkanabilir. Doğu’dan Batı’ya, Batı’dan Doğu’ya durma dönen bir büyü yumağı gibi gökkuşakları yansıtarak sürekli yanışlarla göz kırpan bir öykü sanatı bu. Rushdie, Doğu, Batı’da bir çalım bunu getiriyor sanki önümüze. Sözgelimi yazgıcı bir kavrayış; tevekkül, teslimiyet Doğu’dan gelen öykülerde yer yer önümüzü kesen bir yaklaşım biçimi değil mi? Bir ebru sanatının boyaları gibi, aynı evrenin içinde ama aynı zamanda sanki uzay boşluğundaymışçasına bir dizi ayna halinde birbirine bakan iki farklı dizge konumunda uzanmıyor mu Doğu ile Batı? Ne ki biz, yine de hem Doğu’nun hem Batı’nın öykülerine eşit uzaklıktayız. Bu nedenle Doğu’yu çözümlediğini sanan Batı’dan da, Batı’yı kavradığını düşünen Doğu’dan da daha yetkin biçimde hem olgun hem kristalize halde Doğu’yu, Batı’yı, üstelik içselleştirmiş bir halde birebir yaşayabiliyoruz enikonu. Doğu düşüncesiyle ruhuna, Batı kavrayışıyla mantığına bizim kadar yakın, bizim kadar uzak kaç toplum gösterilebilir? Belki de böyle olduğu için bütün bunları çokkültürlülük temelinde kendi içinde eriten, kültürlerarasılık odağında bir yazının, bunun belki de en iyi göstereni olarak alınabilecek albenili bir öykücülüğün sahibiz. Bu doğrultuda, başlangıcından günümüze bunun öyle çok, öyle parlak örnekleri var ki öykücülüğümüzde, say say bitmez herhalde… Karagöz’den, meddah anlatılarından, ortaoyunu gösterileriyle Evliya Çelebi’den bugüne sözlü, yazılı metinlerimize uzanan çizgide çokkültürlülüğe dayalı bir yazınsalsanatsal birikime sahip olduğumuzu görmemek olanaksız. Hele öykü denildiğinde bunun çok derinlere inen izleri, etkisiyle karşı karşıya geliyoruz. Sait Faik’ten Sabahattin Ali’ye, Orhan Kemal’den Haldun Taner’e, Oktay Akbal’a, kimlere kimlere, öykücülüğümüzün aslında bir çokkültürlülük verimi olduğu bile öne sürülebilir bana göre. Günümüzde de böyle bu. Sözgelimi Aslı Erdoğan, Mahir Öztaş vb. verimleriyle bu göreneğin temsilcileri bir bakıma… DOĞU’DAN KALKIP BATI ÖYKÜSÜNE DOĞRU GİTMEK... Tanizaki’nin, Rushdie’nin ardından Thomas Mann’da Doğu’dan ayrılan bir Batı öyküsünün dayanaklarıyla karşılaşıyoruz. Veriler, buna ulaştırıyor bizi. Hayal kurmak örnek bağlamında alınabilir. Doğu’da kurulan düşle Batı’daki düşlem, buna farklı bakışla yaklaşılmasını gerektiriyor. Ne var ki böylesi bir çokkültürlülüğün özellikle Avrupa’ya kazandırdığı sanatsal katkıları kim yadsıyabilir? Rushdie de buna örnek değil mi? Nitekim bir cazibe merkezi olarak Avrupa, kendine çektiği her dilden, dinden, ırktan, ekinden insan aracılığıyla az mı kazançlı çıkmıştır? Mann da, “Düşkünlük” adlı öyküsünde bir atölyeyi anlatırken bir bakıma bunu somutluyor: “Burası garip bir mekândı… Etrurya ve Japon vazoları, İspanyol yelpazeleriyle hançerleri, Çin şemsiyeleri ve İtalyan mandolinleri, Afrika’dan midye kabukları ve küçük antika heykeller, rengârenk Rokoko üslubu biblolarla balmumundan Meryem Ana heykelleri…” (15) Cuniçiro Tanizaki’de de karşılaşıyoruz bunlarla, ama sanatsal olgular, buna dönük düşünsel açılımlarla işlenmesine ya da sonuca değgin üretilen düşünceler, elbette konuyla ilgili tartışmalar Mann’ın hemen her öyküsünde kendine geniş yer buluyor. Zaten bir yazar imgesi de sürekli öykülerinde geziniyor usta yazarın. Soğukkanlı anlatımını biçemsel zenginliklerle destekleyerek öyküyü olağan akışta, ama olağanın dışında bir somutlayışla karşımıza çıkarıyor Thomas Mann. Gerçekten onun öyküleri, bir açıdan dört yüz metre koşusuna çıkmış havası yayıyor. Öteki usta yazarlar gibi Mann da bu koşunun hangi metresinde neyi nasıl aşması, ne gibi tutum izlemesi gerektiği konusunda eksiklik bırakmıyor. Demek ustalık, bu koşuyu, maratondan da yüz metreden de farklı bir yaklaşıma dayalı hem uzak duruşla tartarak hem soluksuz bir daralmayla tamamlayabilme becerisi gerektiriyor… Thomas Mann düş kırıklıklarının da usta öyküleyicisi aynı zamanda. İç içe verimlediği ikizil öykülere dönük eğilimine karşın hiç zayıflatmadan anlatısını sürükleyebilmesi bunu ele veriyor. İleride Mann’ın hem öyküleri hem romanları üzerinde ayrı ayrı durmak niyetindeyim ya, bakalım ne zaman… Avrupa’dan Kanada’ya geçelim… Doğu öykülerinde insanlar arasında bir teklifsizlik, senlibenlilik dikkati çekerken Batı toplumunda insanların arasındaki ilişkileri kurallar belirliyor daha çok. Alice Munro, göz kamaştıran sıçramalarla kuruyor öykülerini. Usta çakımlar, inceliklerle yerleştirilmiş ayrıntılar. Şiddetle, baskıyla içlidışlı olan kadın yaşamının, bizde örneklerine pek rastlanmayan, bireye özgü iç karmaşasından kesitler… “İnsanların acı veren düşüncelerini suç işleyip ortadan kaldırdıkları ve yollarına devam ettikleri o sözümona hayattan” (37) çekilip çıkarılmış gibi gözler önüne seriliyor öykülerde bu kadınlar. Orman yurdundan, kıyılara serpilmiş küçük kasabalardan ya da büyük kentlerden seçilmiş yaşamlar… Yerleşim, kentsel yaşama kültürü ile bunun kent ölçeğinde yayılımı… Sonra yüksek soyutlayımlı bıçak ucu bir alaysama… Öykülerde süregiden sıçramalı, çakımlı akışa bakarken bir pingpong oyunu gibi gözümüzü, yüreğimizi alamayışımız bundan… 27 B BATIDA DOĞU ÖYKÜSÜYLE BULUŞMAK... İster Doğu’dan Batı’ya, ister Batı’dan Doğu’ya gidilsin; ikisi de aynı kapıya çıkıp birbiriyle örtüşüyor… Bütün bunların DoğuluBatılı yabancılaştırmalarla örüldüğü gözden uzak tutulmamalı bu arada… Tanizaki’de önümüze gelen Kabuki tiyatrosu oyuncularının kâğıtlara yapıştırılmış suretleri, tahtadan yapılmış karakterlerin oyuncakları, Marquez’in şaşırtıcı büyüsü, bir karıştırıcının çalkantısında bizi böylesi çıktılarla birlikte şaşırtıp donduruyor adeta… Henüz yirmisine varmadan ya da yirmilerini sürdürürken öykü yazmaya koyulduğu o ilk yıllardan gelen verimleriyle sanki bir Marquez müzesinden içeri girmişçesine duygu yaşıyor insan. Latin Amerika anlatılarındaki büyü sürekli gizemle içli dışlı değil midir? Bunun, o topraklardaki yerli ekiniyle beslendiği, hatta ilk tohumlarını onlardan aldığı çıkarsanabilir kolayca. O zaman Marquez anlatılarındaki gerçeküstü öğelerle gizemin, büyünün nerelerden geldiği de kestirilebilir pekâlâ… Marquez, bu öyküleri aracılığıyla ona duyduğunuz vurgunluğu bir kez daha kanıtlıyor denebilir. İşte buluşuyoruz bu en Batı’daki öykülerle. Ama bakıyoruz, Batı kayıyor, bu kez kendiliğinden Doğu’ya gidip onun rengiyle yeniden dirilip geçiyor bir anda karşımıza. Yukio Mişima’nın Yaz Ortasında Ölüm’ündeki öykülerle başladık dokuz kitaplık dünya öyküleri seçkisine, Gabriel Garcia Marquez’den Mavi Köpeğin Gözleri ile noktalamış olduk şimdilik… Ama bu dizide çıkacak öteki öykü kitaplarıyla dünya yazınından çevrilen öykülere aralıklarla dönmek niyetindeyim… Mişima, 1946’da, 47’de, 48’de, 50’lilerde savaş yıllarının ezikliği, bıkkınlığı, sonrasının koca evrene sığmaz o yapayalnızlığıyla kaleme almıştı Japonya’da öykülerini… Marquez de ne eksik ne fazla yine aynı yıllarda bu kez Kolombiya’da verimledi anlatılarını. Mişima 1925’te doğmuştu, Marquez ise 1928’li. Biri sözümona Doğu’nun Japonyası’ndan öteki sözümona Batı’nın Güney Amerikası’ndandı belki, ama az uzanıverseler, el ele tutuşacak gibiydiler oysa… Doğu’nun da Batı’nın da öyküsü kalkıyor o zaman; bir büyük dünya öyküsü geliyor önümüze… Dönen öykü topacı aslında, öykü kardeşliğiyle kurulmuş bir dünya… Savaşın, savaş sonrasının o kahredici yalnızlığı içinde kendi yaralarını sarma olanağı bulamadı belki andığım bu yazarlar, ne ki onları okuyanlar, atlasları, karaları kaplayan bu öyküleri üzerlerine çekip örtünebildiler… Şimdi hepimiz bu öykülerin altında ısınıyoruz, buz gibi üşümüş yüreklerimiz, beyinlerimizle… Öyleyse bir ucundan da siz tutun bunların, tutup çekin öykü yorganını, açıkta kalmasın ruhunuz… EKİM 2011 SAYFA 21 CUMHURİYET KİTAP SAYI 1132
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle