25 Aralık 2024 Çarşamba English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

K on yıllarda artan, hele son günlerde olanca dehşetiyle günbegün tartışılır hale gelen kadına yönelik şiddetten ötürü bu yazıları kaleme alıyor değilim. Bu köşeye göz atanların kadınlarla gençlere ne denli geniş, süreğen yer açtığımın ayırdına varmamış olabilecekleri aklımın ucundan geçmez çünkü… itaplar Adası M. SADIK ASLANKARA S Bizim feminizmimiz rak kuşbakışı gezintiye çıkmak yararlı olacak sanıyorum… KADINLARIN FEMİNİZİMLE YÜRÜYÜŞÜ... 1980’lere gelmeden önce, sanki mitolojik çağlardan esintiler taşıyorcasına kulağımıza dolan 1968’in kadınlarına, onların kavgasına bir göz atalım mı? Örneğin Ayşe Yazıcıoğlu’nun yayına hazırladığı 68’in Kadınları (Doğan, 2010), bu konuda bir ipucu verebilir bize. Farklı açılardan öne çıktığı düşünülebilecek on altı kadınla tanıştırıyor bizi yazar. Örneğin A.İnci Beşpınar, “Terminoloji olarak Batı’nın feminizm kavramlarından haberdardık. Mücadeleci kadınlar olarak erkeklerle eşit durmamız gerektiğini biliyorduk ama içerikte zayıftık. Bunu nasıl başaracağımız konusunda çok az şey biliyorduk ve önümüzde bir örnek yoktu” (22) diyor. Müfide Pekin ise, “68’de kadın hareketi diye bir şey yoktu ki Türkiye’de” (150, 151) diye ekliyor. Sema Bulutsuz da bunu çarpıcı bir vurguyla noktalıyor adeta: “İnsan olmak istiyorduk, bunun görünür yolu, daha iyi bir dünya için çalışan erkekler ordusuna katılmaktı.” (170) Kitapta anlatılarını okuduğumuz pek çok kadının giyimden, makyajdan, kadınca davranıştan, sonuçta aşk duygusundan da kendilerini enikonu çektiğini öğreniyoruz. Böylece 68’de gencecik kadın kuşağının kendilerine erkekleri model aldığı görülebiliyor. Kendi cinsleriyle ilgili kimi doğal çıktıları silmeye çabaladıkları aynı zamanda… Oya BaydarMelek Ulagay’ın Bir Dönem İki Kadın / Birbirimizin Aynasında (Can, 2011) adlı kitabı da örneklenebilir bu konuda, başka örnekler üzerinde de durulabileceği gibi. Bu tür kitaplara ileride değineceğim. Bütün bunlar bize, 1980 öncesinde Türkiye’de feminizmden söz etmenin henüz erken olduğunu, “görece” açıklıkla ortaya koyuyor. “Görece” diyorum çünkü hareketi, geçmişteki kökleriyle ilişki içinde bağıtlandırmak gereğini duyanlar da var elbette. Şirin Tekeli şöyle söylüyor örneğin: “Türkiye’de feminizm ilk kez 1980’lerde gündeme gelmedi. Tersine, kökleri 19. yüzyılın sonlarına giden, neredeyse yüzyıllık bir tarihi geçmişi var. (…) Bu tarihi başlıca üç evrede ele alıp incelemek gerekiyor.” “Bununla birlikte, bugünden ilk feminist bilinç yükseltme gruplarının oluştuğu 1982 başına geri bakıldığında, feminist hareketin, 1980 askeri darbesine karşı oluşan demokratik muhalefetin ilk, hatta öncü hareketi olduğu, bugün de bu muhalefetin birçok açıdan önünde giden, kendi içerisinde en ileri derecede demokratikleşmiş kanadını oluşturduğu, dolayısıyla toplumun demokratikleşme arayışında temel bir işlev gördüğü savunulabilir.” (28, 31) Zaten Türkiye’de kadınların, hem aralarında örgütlenerek hem de birbirlerini etkileyip dönüştürerek yürüttüğü feminizm mücadelesinin, örneğin Tekeli’nin kitabının, Almanya’da yayımıyla, Batı’da da gerçek algı düzlemine çıktığı öngörülebilir. Meral Akkent, yirmi yıl kadar önce bu durumu keşfeden Ulrike Droll’un, bunu şöyle yansıttığını aktarıyor: “Federal Almanya’nın kadın vatandaşını, Anadolu’daki kadından farklı kılan nedir ki: İkisi de patriarkal sistem içinde yaşamlarını sürdürüyorlar, ikisi de biçimsel olarak erkeklerle eşit haklara sahip, ama uzun yıllardır bu hakların kendilerine tanınması için savaş vermekteler.” (Tekeli; 11,12) Şimdi otuz yıl öncesine dönüp yükselen kadın eylemiyle feminizm için kavga veren kadınlarımızdan kaba sıçramalı çizgilerle yaşadıkları bu öyküye geçebiliriz artık. 12 EYLÜL’ÜN 80’LERİNDEN 90’LARA KADIN OLMAK Oya Baydar, yukarıda andığım söyleşi kitabının bir yerinde, “İşçi sınıfı demek İstanbul demektir” (144) diyor. Bunun gibi, kadın hareketinin de İstanbul demek anlamına gelebileceğini belirtmek olanaklı. BoraGünal’ın derlemesinde kimi yazarlar bunu gerekçeleriyle birlikte apaçık dile getiriyor zaten. Hemen bütün kadın yazarlar, İstanbul’da başlayan bu savaşımın bir alt basamağında Ankara’nın da kavgaya katıldığını vurguluyor… Nilüfer TimisiMeltem Ağduk Gevrek, Ankara’daki çalışmalara değgin, “her şey çok hızlı ve canlıydı. Bu canlılığın önemli nedeni kadınların kendilerini konuşuyor olmalarından kaynaklanıyordu” diye belirleme getiriyor. (BoraGünal, 17) Gerçi “Toplantılara gelen kadınlar arasında homojen bir yapı yok”tur (26), ama yazarların bir serüven öyküsü biçiminde yansıttığı bu toplantılara neresinden bakarsak bakalım, ülkemizdeki feminist hareketin farklı, şimdi bakıldığında doğru olduğu anlaşılan bir örgütlenme modeli üzerinden geliştiği, gerek Şirin’in gerekse Bora ile Günal’ın derlemesinde yer alan yazılar okunduğunda da anlaşılabiliyor. Türkiye’de 1980’lerde feminizm için yoğun emekle, çabayla birleşen kadın hareketinin ilk mayasını oluşturan bu kadın yazarları “birleştiren iki ortak nokta”nın altını şöyle çiziyor Tekeli: “Genç olmaları ve kadınlık konumunu feminist açıdan sorguluyor olmaları.” (34) Aksu Bora, “’2000’lerde Türkiye’de Feminizm’ derlemesi yapmaya giriş(e)meme(sinin) iki nedeni” olduğunu söylüyor: “Birincisi, (…) kitap değil, olsa olsa ansiklopedi yapılabilir! (…) İkincisi, bu çok merkezli ve çoğul hareketi… yansıtmak kadar bu izlekleri görmek de önemli…” (Bora, 10) Bora’nın dile getirişiyle sonuçta başka kadınlar da harekete geçirilmiştir; “Böylece biraz daha geri çekilip ‘kim kimi, neden temsil ediyor’ sorusunu konuşabilme imkânına kavuş”ulmuştur. (11) Ancak kadın yazarlar, kadın olmalarının evrensel acısı konusunda net, hatta katı bir tutum sergiliyor denebilir. Örneğin S.Nazik Işık, bunu şöyle dile getiriyor: “Dünyanın her yerinde olduğu gibi Türkiye’de de kız doğmuş olmak, kadın olarak yaşamak, adını koysak da koymasak da, ölçüsü hafif veya ağır (az veya çok) olsa da, kadına yönelik şiddeti görmüş, yaşamış olmak demektir.” (BoraGünal, 41) Yine de Türkiye’de “1990’lar, kadın hareketinin 1980’lerde ortaya koyduğu görüş ve öneriler açısından ciddi bir kurumsallaşma dönemidir.” Gerçekten de günümüzde neredeyse tüm kadınlar, şiddet tehdidiyle içlidışlı yaşıyor olsa bile “1980’lerde ‘Dayağa Hayır!’ kampanyası ile ilk büyük darbeyi yiyen aile içi şiddet tabusu, 1990’larda tabu olmaktan çıkmış, kolaylıkla olmasa da konuşulan, araştırılabilen bir konu haline gelmiş” bulunuyor yine de. (59, 67) Sonunda şu yargının önüne getiriyor okuru Aksu Bora: “Kadınlar, hangi ideolojiyi benimserlerse benimsesinler, hangi sınıfa mensup olurlarsa olsunlar, kendileriyle aynı ideolojiyi benimsemiş, aynı sınıfa mensup erkeklere göre ikincildirler. Çeşitli biçimlerde şiddete ve ayrımcılığa uğrarlar, baskı görürler, engellenirler, dışlanırlar.” (117, 118) “Bir toplumsal grup olarak kadınların temsil edilmeleri gerektiği düşüncesi, ancak feminizmle mümkündür. Çünkü cinsiyetin birer kukuya sahip olmaktan fazlasını ifade ettiğini, kadın ya da erkek olmanın toplumsal düzen içindeki yerimizi ve iktidarla ilişkimizi belirlediğini söyleyen düşünce, feminizmdir.” (119) DİYALEKTİK OLARAK FEMİNİZME BAKMAK... Bunların ardından soruna farklı açıdan bakmaya çalışırsak bu doğrultuda Diyalektik Bir Feminizm İçin alt başlığıyla sunulan Gülnur AcarSavran’ın kaleme aldığı yapıttan yararlanmak olası: Beden Emek Tarih (Kanat, ikinci basım, 2009). Çünkü olaya, kadının, doğal varlık olarak yaşadıklarının ardından kendi yaşamına, varlığına değgin yapıp etmelerini kültür içi kılmaya yönelişi, geniş yelpazede hak arayış adımları, bunların dizgeselleşmesi açısından da bakılabilir. Yazar, “patriarkanın özgül iç dinamiklerini ve bunların kapitalizmle ilişkisini R.Hennesy ile C.Ingraham’dan alıntıyla şöyle yansıtıyor: “Mülk sahibi kapitalist sınıf tarihsel olarak patriarkal toplumsal yapıları devralmış ve bunlardan yararlanmıştır, ancak bu yapıların hepsi kapitalizm için gerekli olmayabilir. Açıktır ki, (…) tecavüz, dayak, klitoris sünneti ve başka cinsel şiddet biçimleri (…) kapitalizme özgü değildir. Ancak bu pratiklerin büründüğü tarihsel biçimler ve bunların günümüz dünyasında birçok kadına karşı kullanılması da kapitalizmden bağımsız değildir.” (40) O halde “kendi evinin kadını olma” düşlemi, bakkal dükkânı açmak gibi aynı bütünün parçaları olarak alınabilir; bir sınıf atlama güdüsünün de imi olacaktır aynı zamanda bu. Ancak Christine Delphy’ye göre, “Aslında bir iş sözleşmesi olan evlilik sözleşmesiyle birlikte… eviçi üretim tarzına özgü bu üretim ilişkisinde, erkekler kadınların emeğine el koyarlar. (…O halde) Patriarkal sömürü, kadınların ortak, özgül ve birincil ezilme biçimidir.” (47) Demek kapitalist ilişkiler zinciri içinde görmek gerekiyor bu süreçleri de. Yazar, bütün bunları “ufuk taraması” biçiminde özetliyor bir bakıma. Yapılması gerekenlere göz atıldığında bir idealleştirme ile karşılaşılmadığı söylenemez belki ancak yazar, süreçsel yayılımla verimlediği bütüncül çalışmasında, geçmişten günümüze feminizmin hem dışarıdan hem içeriden engebeli yürüyüşünden satır başlarıyla özetler getiriyor bize. Öte yandan konunun diyalektik bakışla bütünlediği bir ekonomi politiğini de, gizli kalmış yanlarıyla açığa çıkarıyor. Gülnur AcarSavran yerinde, hatta yaşamsal bir soruyu öylece seriveriyor önümüze: “Toplum için en vazgeçilmez, piyasa değeri taşımasa da, insanlar için en yararlı işleri kimler görüyor dersiniz?”(83) Bu sorunun yanıtını erkek yazarlar ne ölçüde verebilir? Bu yüzden kadın yazıncılarımıza, kadın sanatçılarımızla bilimcilerimize, düşüncecilerimize öyle borçluyuz, öyle borçluyuz ki sonuçta büyük bir insanlık borcuna dönüşüyor bu… Peki, bizler bu borcun ne kadarını ödüyoruz? Belirli üst başlık altındaki bu yazılarda amacım, kadın yazarlarımızın kaleme aldığı kimi yapıtlardan kalkarak kadının kendisi olmak için verdiği savaşım üzerine düşüncelerini paylaşmak, bunları dayanak yaparak yazınsal verimimizde kadın üretimine yönelik düşünce uçkunları arasında gezinip kadın eleştirmenlerimizin yapıtlarına yoğunlaşmak… Daha önce kaleme aldığım iki yazıda kadının kendi varlığını özgürce ortaya koyabilmesi sorunsalına yönelik kimi kitaplar üzerinde durmuştum. Bu kez kabaca “Türk feminizmi” olarak adlandırabileceğimiz bir kavramlaştırma, dizgeleştirme eşliğinde bu açıdan da giriş yapalım istiyorum konuya… Yazarlarımız, kadın savaşımının, kendini feminizm olarak ortaya koymaya koyulduğu dönemler üzerine kimi notlar çıkarabilmek için 1980’ler Türkiyesi’ne geri gitmek gerektiği kanısında. Bu doğrultuda Şirin Tekeli’nin yayına hazırladığı 1980’ler Türkiye’sinde Kadın Bakış Açısından Kadınlar (İletişim, dördüncü basım, 2010), Aksu BoraAsena Günal ikilisinin derleyip yayına hazırladığı 90’larda Türkiye’de Feminizm (İletişim, üçüncü basım, 2009), ilk ağızda konuyla ilgili derli toplu bilgi edinmek ya da bu sorunsalı yerli yerine oturtmak isteyenlerin başvurabileceği toparlayıcı, kucaklayıcı kitaplar. Nitekim derlemelerdeki toplam otuz beş yazı, Türk feminizminin mayalanma sürecini, doğum sancılarını ele alan, hareketin kuramsal temelleriyle eylemsel çatısını, uygulayımını, buna bağlı gelişmeleri işleyen farklı kadın yazarların emeğiyle önümüze geliyor. Aksu Bora, Feminizm Kendi Arasında (Ayizi, 2011) başlıklı çalışmasında bu kez 1980 sonrasında Türkiye’de feminizm olgusuna yönelik yaşananlara getirdiği hem özetleme hem eleştiri anlamındaki değerlendirmeleriyle dikkati çekiyor. İlkin yukarıdaki iki kitapla, bunlara ek farklı kanallar açan başka kimi çalışmaların da katkısını alaSAYFA 22 20 EKİM 2011 CUMHURİYET KİTAP SAYI 1131
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle