Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Mustafa Mutlu’dan sıcak ve sahici bir toplum panoraması: ‘sonra hayat yeniden başlar’ ‘Ne yaşarsak yaşayalım hayat bir yolunu bulur’ Yemesi, içmesi, hırlaşması, entrikası, küçük beyaz yalanları, cahili, okumuşu, birbirine öyle ya da böyle pek bir güzel uymuşuyla bir aile seremonisi çerçevesinde toplumun ta kendisi bir roman sözümüzün konusu. Babalar, oğullar, kızlar, analar, curcuna ailenin nirengi noktaları... Siyaseten kaygıları, kampları, mazereti kendinden epey menkul etik anlayışları, apayrı noktalara yürümüşlükleri... Değerler farkı, savunular çeşidi, ortak noktası özgürlük, biri babaya açıyor bayrağı biri devlete! Kardeşler arasında uçuşuyor ideolojiler... Ne yargısı kalıyor, ne özgürlükçüsü, ne vergi kaçakçılığı kalıyor, ne dinciliği, araya girenler ayırıyor karındaşlıkları... Anlıyorsunuz ki ne sağı “sağ kalmış” memleketin ne de solu! Evlilik programlarına bakmak bile yeterli bir sosoyolojik gözlem değil mi toplumumuzda? Uyuş babam uyuşş! Yozlaş anasını satayım! Yurdum insanı karı koca peşinde! Kapalısı, açığı, yaşlısı, genci televizyonda çıkmış er meydanına! Ahlak desen evlere şenlik! Haberler gırla, ensesti, asanı, keseni, parça pinçik edeni, tecavüz milli spor oldu olacak! Sonra hayat telaşında hayıflanılanlar, yaşamadık şu ömrü dolu dolu demeler, ölenin ardından yas tutarken kendine yüklenmeler... Ölümü ve yaşamı sorgulama... Derken aşk! Gündelik olanı da var, tüm zaafları ve çılgınlıklarıyla, ayrılığı, barışmasıyla, lamsız cimsiz çırılçıplak olanı da! Velhasılı aile denen o enteresan yapının koridorlarında hepimize değen, o çok tanıdık gelen bir yapıda evriliyor Mustafa Mutlu’nun ikinci romanı “sonra hayat yeniden başlar”. Romanın başlarından minik bir alıntı da yapıtı niteliyor adeta: “Sıradan ama özel, günlük ama ömürlük, küçük ama büyük, basit ama zor, sığ gibi ama derin...” Küçük, sıradan kocaman dünyalar iç içe... Mustafa Mutlu ile yeni romanını konuştuk. SAYFA 16 20 EKİM Ë Gamze AKDEMİR adece yazılarınızdan değil, ilk romanınızdan da biliyoruz ki yalın ve sıradanı yazan safta bir kalem sizinkisi… Bu romanınızda böyle bu, sadece biraz daha kabukları soyulmuş, daha hızlı akan bir biçem var… Çok doğru yalnız, bu öncelikle iki roman arasındaki kurgudan kaynaklanıyor. Diğeri aslında zor bir işti belki de Türk edebiyatında bir ilkti, birbirinden farklı on yedi ayrı öykünün zaman zaman iç içe geçmesine rağmen daha sonra romana dönüşmesiydi. Doğal olarak orada dediğin gibi hızlı tempoyu yakalamak daha zordu. Ama bu roman klasik anlamda bir öyküden oluştuğu için, bir aileyi anlatan bir öyküden oluştuğu için daha hızlanabildi. Duraksız süregelen, akan aile arasındaki gelgitler, sorgulamalar söz konusu. Evet, o hesaplaşmalar ve içsel konuşmalar o sözünü ettiğin hareketi, canlılığı sağladı. Ama benim derdim hiçbir zaman illa çok hızlı okunsun, tempolu olsun değildi, değildir. Sadece bu benim tarzım ondan. Hayatı da öyle yaşıyorum. Sade, anlaşılır yaşıyorum. Gizli kapaklı olmamaya çalışıyorum. Gümrüksüz bir dil, günlük dilde sarf edilen argoyla da karşılaşabiliyoruz aniden “sonra hayat yeniden başlar”da. Hepten de sokak dili demiyorum tabii ama günlük dilde ağızdan çıkabilen küt sesler kastettiğim hani kim der ki duymuyoruz ya da etmiyoruz diye... Kesinlikle, s.tir diyebiliyoruz mesela. Ya da abinin kardeşine ya da babanın oğluna tepesi attığında bulunduğu alaycı aşağılamalar da aynı şekilde. Bir de şunu söyleyeyim laboratuvar olarak bakmıyorum sokağa, ben yaşıyorum yani. Nasıl yaşıyorsam, konuşuyorsam, gazete yazılarımda da yaşadıklarımı yazıyorum. Sade olmaya, anlaşılır olmaya çalışıyorum. “NASIL YAŞIYORSAM ÖYLE YAZIYORUM” İlle de romana referans alayım diye bir kaygınız yok, siz de onlardan birisiniz yani... Aynen öyle yani cümle yapılarını zorlaştırarak ya da bazı kurgu oyunları yaparak, edebiyat yaparak demiyorum edebiyat parçalayarak, bol bol yerli yersiz tasvir yaparak yazmam. Bu romanda da hemen hiç tasvir yapmamaya çalıştım. Bilirsin romanı tanımlarken tasviri başa koyarlar özellikle klasik romanda “tasvir olmadan roman olur mu” derler. Ben ise tasviri çok sevmiyorum çünkü artık o tasviri zaten bugün fotoğraf makinesi ile kamera fazlasıyla yapıyor. Klasik romana, yapıtlarına çok saygı duyuyorum sadece ben farklı bir yol izliyorum ve farklı yaşıyorum. Milyarlarca birbirinden bambaşka insanın yaşadığını göz S önünde bulundurarak insan psikolojisiyle daha fazla ilgileniyorum. Nasıl yaşıyorsam öyle de yazıyorum, bu. Bu romanda da böyle bu... Mesela aynı ailenin üyeleri ama çok farklılar. Yani yemesi, içmesi, hırlaşması, entrikası, küçük beyaz yalanları, cahili, okumuşu, birbirine öyle ya da böyle pek bir güzel uymuşuyla bir aile seremonisi... Toplum gibi, kesim kesim... Büyük bir aile ve dediğin gibi neredeyse toplumun neredeyse her katmanından daha doğrusu kentte yaşayan ve karşımıza sıklıkla çıkabilecek insanlar bunlar. İnsanın kendi ailesinden izler bulabileceği bir yapı. Bunların çatışmaları benim için çok önemli, o çatışma anlarına “fırtına” diyorum. Sonra insanın sevdikleriyle hesaplaşabilmesi çok önemlidir. Hesaplaşma olduğu zaman küslük olmaz, bir kavga edersin geçer gider belki. Zaten bu ailenin iki bireyinin Hayri ile Halil’in arasındaki küskünlük de hesaplaşmamaktan kaynaklanıyor. Kritik bir anda o hesaplaşmayı sağlıyorlar ve birbirine belki 40 küsur yıldır uzak duran iki kardeş sonundaki o büyük kavgalarla, fırtınalarla aslında bir huzur sağlıyorlar. “KÜÇÜK FIRTINALARI ÖNEMSİYORUM” Mesaja dönüşüyor hayli yerde o fırtınalar… Bunu getiriyor evet ama şöyle, ben hiçbir zaman yazılarıma da, iki romana da mutlaka mesaj vermeliyim kaygısıyla başlamadım. Yine de bu kitabın kendi kendine akıp da geldiği yer özetle şu cümle oldu; “Küçük fırtınalardaki küçük huzur ve huzurlardaki küçük fırtınalar...” Ben bunu anlatmaya çalıştım. Çünkü burada seri cinayetler yok, katiller yok, kan revan yok. Hayatımda olmayan, yakın çevremin hayatında olmayan hiçbir şey yok. Çünkü hayatımda olmayan işlere yalancı şahitlik yapmak istemiyorum. Onlar benim konularım değil. Benim konularım belki böyle ufak fırtınalar ve onun arasında yakalanan bir göz temasıyla, belki yıllar önceden yakalanan bir gülümsemeyle insanın yüreğinden akıp giden anlık bir sevinç, sevgi. Bu, benim için çok önemli. Hele ki bir aile çatısında anlamı daha da büyüyor… Evet, babalar, anneler, oğullar, kızlar, tüm o curcuna ailenin nirengi noktalarındayız okurken... Birbirlerini hırlaşa gürleşe kabul etmiş, kızmış sevmiş, sövmüş sevmiş bir bütünlük, doğallık hani mesela siyaseten yara alsalar da sağlı sollu... Çok doğru ifade ettiniz, aile dediğiniz budur tam da... Birbirinizle gırtlak gırtlağa gelirsiniz ama bir başkasının kardeşinizin burnuna fiske vurmasına dayanamazsınız, kaplan gibi korursunuz yani. Ben yaparsam yaparım ama elâlem dokunamaz dersiniz. Kalıpları farklı, adamlıkları farklı, kadınlıkları, evlatlıkları, kardeşlikleri farklı, ya da beklentileri, çıkarları, tuttukları yollar farklı ama mayaları ortak, canın yani. Öyle bir birlik… Bu illa ailede de olacak diye de bir şey yok tabii çok yakın çevren, arkadaşın için de geçerli. Şu anda birisi masaya suyu getiriyor, ikisi leğeni içeri taşıyor mesela... Oysa iki dakika önce balkonda kıyasıya kavga ediyorlar, hırlaşıyorlardı yani... Hepimizden bir kesit gibi değil mi? Bu anlamda şöyle söyleyebilirim kendi aileme hem çok benziyor hem çok benzemiyor. Benzer tarafı kalabalıklığı… Biz dört kardeşiz. Kavgalarımız benziyor tabii, anlaşmazlıklarımız benziyor ama bire bir aynı değil tabii. Ailemi yazmadım ama o kavgaları, çelişkileri, tüm aileyi buluşturan acı bir olay karşısında tek yürek olabilmeyi anlık reflekslerle birlik olabilmeyi anlıyorum kendi ailemden de ama biliyorum ki hepimizden bir parça, sahnedir bu. Genelleştirelim mesela Abdullah Öcalan’a bakıyorsunuz Galatasaraylı, öbür taraftan MHP’de de var GS’li, CHP’de de, AKP’de de. Tuttukları takımın bir başarısında aynı sevinci yaşamaları tuhaf gelir değil mi? Oysa ne kadar ayrıdırlar birbirlerinden... İşte aile de bunun benzeri gibidir çoğu kez. “APARTMAN IŞIKLARINA ÖYKÜLER YAKIŞTIRMAYI SEVERİM” Romanda öykü içinde öykü okuyoruz, karakter skalası epey geniş… Bunu bilerek yapmıyorum ama romana girmeye başladıklarında itiraz etmiyorum, çizmiyorum üzerlerini… Şöyle anlatabilirim; apartmanlara bakarım ben, mesela kaldırıma oturup karşıdaki bir apartmanın ışıkları yanan veya yanmayan ışıklarına öyküler yakıştırmayı severim. Akşam dolaşırken sokaklarda gözlerimle fotoğraf çekerim adeta ve hayalimde canlandırmaya başlarım, bak bunların ışığı yanmıyor kesin bir eğlenceye gitmişlerdir, ya da şunlar kavga mı ettiler acaba diye kurarım kafamda. Dört katlı bir apartmanda yaşıyorum, dört daireyiz. Bizi sadece 20 santimlik beton ayırıyor ve inanılmaz farklı hayatlar yaşanıyor o duvarların arkasında. O 20’şer santimlik betonun yok olduğunu düşünün ve o insanların bir arada yaşadığını düşünün, hayatlar, ilişkiler nasıl otomatik olarak değişirdi. O duvarla çekilince ise herkes nasıl kendi hayatını yaşıyor, bundan güzel öykü mü olur, hayatın kendisi bu. Aynı şekilde çekirdek aile içinde başka duvarlar girince, çocuklar kendi evlerini kurunca doğal olarak hayatlar ve öyküler orada da farklılaşıyor, bu romanımda olduğu gibi. Romanlarınızda kimse asıl kız, asıl oğlan diyemeyiz. Öyle, ben karakter romanı yazmıyorum. Gene de, Halil’den mesela biraz bahsetmeli… O biraz daha ağırlıklı gidiyor... Sonra bir de Hiçlik Odası var, onun nasıl bir metafor olduğunu da açmalı... Bir kere yakın tarihinde değmediği eylem, aktivite, nasiplenmediği gö ¥ ¥ rec su kazıntıs nin müd âşık, kız ya, maz disini te mayaca bir defa yaşıyor dayız. K manda Üstelik olaylara ye alıyo sananla olarak. yaptığım oysa ins olduğun lemeyiz fazlasıyl işte sevd nin deri kadar e kendi ö yi sağlay ve yaşad özel hay Kimimi şımızı k lar içind meyhan çalışırız adam ve lında… düşünm nuşabil maların lik Oda Dünyan üzüntüs Mustafa başına y denine hiçbir ş görebile yarattım “BEN MEN Has Aşk Hiçlik O Rom ve çıkış Zaafları masıyla Çok lar da v sından b dece sev gerçeğin gıları. B bir şeyi dan ev öbür ta duğu bü Bu ba yesinde mamad 2011 CUMHURİYET KİTAP SAYI 1131 CUMH