Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
YUNUS NADİ ROMAN ÖDÜLÜ: ADNAN GERGER Adnan Gerger ‘Kabuk bağlamış yaraları kanatmak istedim’ olsa da bu çağrıyı ve bu çağrının sorumluluğunu görmezden gelemeyiz. Bu nedenle de yazın alanındaki farklı bir anlatım duyarlılığının yaşama geçirilmesi gerektiğine inanıyorum artık. “Toplumu yansıtma” adına bireysel yalnızlığa sığınan yazarların çoğunlukta olduğu günümüzde bu konuda söylenmesi gereken ne varsa söylemek lazım. Ayrıca, Yunus Nadi adına düzenlenen bir ödülün sahibi olmak, öyle sanıyorum ki bütün yazarların kavuşmak istediği bir onurdur. Ödülü kazandığım için bundan sonraki yazın yaşamımda beni çok büyük bir sorumluluğun beklediğinin farkındayım. Biliyorsunuz bir ödül ne kadar çok niteliğe sahipse, ödül alan kişi de bu niteliklere o derece bağlı olmalıdır. Hem özel yaşamıyla, hem de mesleki yaşamıyla... ‘Kolaj edebiyata sığınmak alışkanlık oldu’ 30 yılı aşkın bir süredir gazetecisiniz. Gazetecilerin genelde siyasi olaylar üzerine kurgulanmış kitapları kaleme aldıklarını görüyoruz. Gazetecilik biraz da insanı bu yönde yazmaya sevk ediyor olsa gerek... Günümüzde, tarihsel ve mitolojik olayları alıp, yeniden yorumlayarak, bunlara sığınıp kolaj yaparak, bugüne uyarlamak ve roman haline getirmek gibi bir anlayış var. “Kolaj edebiyat” deniliyor buna. Bana sorarsanız kolaj edebiyatı, aydınların günümüzden kaçışının ifadesidir. Günümüzde yaygın anlayışlardan biri de şu: Gazetelerin üçüncü sayfa haberlerinden yola çıkarak ürünler verebilmek... Bir de bu ürünlerin edebi eserler olduğunu söylüyorlar. Ben bu kişileri kesinlikle küçümsemiyorum ama bunu yapanlar, genellikle bu işin dışında olan kişiler. Benim durumum farklı. Ben bu işlerin içinde olan biriyim. Yani bir haberi yazmadan, o haberin önceki halini de, habere konu olan olayı ve o olayın sonraki gelişimini de biliyorum. Olayın habere yansımayan yönlerini de biliyorum. Şöyle demek daha doğru olur belki de: Ben yaşamları kurgulamıyorum; kurgulanmış bir yaşamı yazıyorum. Birazcık duyarlı olduğuma inanıyorsam, aydın olmanın sorumluluğunun farkındaysam ve yurtseverlik adına bir şey yapmam gerekiyorsa, bunları yazmak da benim boynumun borcu diye düşünüyorum. Demem o ki, gazeteciler sadece haber yazıp, orada kalmasın. Bu ülkede sözcüklerin bitmediğini kanıtlamaya çalışıyorum ben eserlerimde. “Faili Meçhul Öfke” nasıl bir kitap peki? Ben, kitabın şimdiye dek, bu yönde yazılmış diğer kitaplardan farklı bir boyutunun olduğuna inanıyorum. Belki bu kitaptaki konular okuyucuya tanıdık gelebilir ancak farklı... Kitapta, Mazlum adındaki bir üniversite öğrencisinin gözaltına alındıktan sonra kaybolduğunu, yapılan araştırmalar sonucunda işkencede öldüğünün anlaşıldığını ve bu gerçeği ortaya çıkarmak isteyen gazeteci Leyla’nın nasıl direndiğini anlatıyorum. Yani bu kitapta, gazetecilerin yaşamda nelere tanık oldukları da var. Ayrıca kitapta, belli bir zaman kavramı da yok. Yaşananlar 12 Eylül döneminde mi, sonrasında mı yoksa günümüzde mi gelişiyor? Bu anlamda da günümüze vurgusu olan bir kitap bu. Çünkü bizler, geçmişte olup bitenleri anlamadıktan sonra, bugünü anlatamayız. Geçmişi her yönüyle sorgulamamız gerek. Tüm bunların yanında kitapta vurguladığım diğer bir konu da şu: Derin devlet. Devletin derinliklerinde, emniyet teşkilatında neler yaşandı?... İnsanların kendi iktidarları için nelere başvurabildikleri ve ne kadar acımasız olabilecekleri de... Tüm bunlar bir kurgu ile birbirine bağlanıyor elbette. Yani ben bu kitapta özetle, insanlarla yaşamı paylaşmak istedim. Sıcak bir somunu bölüşmek gibi... Çünkü biz bu gerçekleri unuttuk. Gerçekten de biz bu gerçekleri unuttuk mu, yoksa bize bu gerçekler unutturuldu mu? Hani biraz önce sözünü ettik, kolaj edebiyatı dedik ya... İşte bu kolaj edebiyatının bir boyutu da fantastik ve mistik yaklaşımı olan ürünler sunmak... Böylece de insanlara bugünü unutturmak... İşte ben insanlara bugünü unutturan bu yaklaşımlara karşı çıkıyorum. Elbette bunlar da yazılmalı ancak baş tacı edilmemeli. “Edebiyatın gereği bunlardır” diye dayatılmamalı. Birçok yerde söyledim, şimdi de altını bir kez daha çizmek istiyorum; biz aydınlara bu ülkede gerçekte neler olup bittiğini anlatmak düşer. Bu ülkedeki aşkları, siyaseti, ötekileri... Yaşanılan süreçte kendilerini “aydın” olarak tanımlayan kişilerin, olaylara tepkisiz kaldığını da gözlemliyoruz... İşte ben de “Faili Meçhul Öfke”yi yazarken böyle bir kaygı güttüm. Bugün hep şunu söylüyoruz: İnsanlar okumuyor, kitap almıyor, edebiyattan uzaklaştı, sorgulamıyor ve düşünmüyorlar. Bu tespitlerin doğru tarafları var elbette. Ancak aydınlarımız da halktan uzaklaştı. Halkın sorunlarını, halkın yaşantısını, birebir halkı ifade edecek eserler vermekten uzaklaştı aydınlar. Bu bizim çelişkimiz beki de. Böyle olunca da aydınlar, hatta gazeteciler, iç seslerine yöneldiler; kendi iç dünyalarını eserlerinde yansıtmaya çalıştılar. Oysa iç dünyamızın boyutlarını geniş kavramlarla ele almak çok zordur. Dar kapsamlıdır çünkü. İşte bu durum da farklı bir edebiyatı yarattı. Özetle, halktan uzaklaşan biziz aslında. Peki bu uzaklığı giderebilmek için neler yapılabilir? Bugün düzenlenen kitap fuarlarının bir bakıma amacı da bu değil mi? Şimdi ortada şöyle bir sorun da var: Bir bakıyorsunuz, günümüzde yazılan romanlar, özellikle öyküler neredeyse birbirinin aynı. Aynı kelimeler, cümleler kurulmuş... Dinamikler aynı... Zaten bu nedenle de birçok öykü yazarı romana yöneldi. Çünkü, söylenen o ki, öyküde anlatacak konu kalmadı. Halbuki etrafımızda öykülere konu olacak o kadar çok olay yaşanıyor ki... Bir pazara gittiğinizde bile görebilirsiniz konu zenginliğini. Bir gazetecinin, ya da bir yazarın insanların arasına karışmayalı nice olmuştur şimdi. Bizler sokağa inmedikçe, bir belediye otobüsüne binmedikçe bu insanları uzun bir süre daha anlatamayacağız. Yani konuştuğumuz dil ayrıştı. Neler mi yapılabilir? Aydınlar sözcükleri canlı organizmalar haline getirebilir. Onlara canlılık katabilir. Bunu yapamazsak eğer, paylaştığımız ses cılızlaşır. Ben de bu nedenle düzenlenen panelleri, imza günlerini önemsiyorum. Ama orada da şunu yapmak gerekir; halkın katılımını sağlamak... Ankara’da, Çankaya Belediyesi’nin inisiyatifinde, birkaç gönüllünün oluşturduğu TODAM diye bir oluşum var. Biz bu oluşumda, sokak sokak dolaşıp, kapıları çalıp, insanları türküler söylemeye ve şiirler okumaya çağırıyoruz. Şair ve yazar arkadaşlarımızla yapıyoruz bunu. Gördük ki böyle toplantılarda, anlam kazanıyor bazı şeyler. Halkla paylaşmak gerekiyor yani. Bir konuyu daha paylaşmak istiyorum, şimdi televizyon ekranlarında romanlardan uyarlanan birçok dizi yayınlanıyor değil mi? İnsanlar da deliler gibi izliyor bu dizileri. Hatta geçen gün Doğan Hızlan da yazmış, Yaşar Kemal’in “İnce Mehmed”i yeniden revaçta diye. İnce bir ayrıntı var burada. Eskiden gazetelerde romanlar tefrika halinde yayımlanırdı ve insanlar sırf bu tefrikaları okumak için gazete alırlardı. Siz son yıllarda hangi gazetede edebi bir ürünün yayımlandığını gördünüz? Bu nedenle bizlerin şikâyet etmeye hakkı yok. Söz klasiklerin televizyon dizileri haline dönüştürülmesine gelmişken; günümüzde bu tür dönüşümlere karşı çıkışlar da oluyor. Karşı çıkışı oluşturan en önemli dayanak da “İnsanların okumayı tercih etmesini sağlamaktansa, hap şeklinde sunulanı almasını sağlamak.” Gazete okumak yerine televizyon haberleriyle yetinmek gibi... Bence bu Türkiye’de işlenen bilinçli bir politika. Belli bir siyasetin ürünü. Çünkü okuyan insan soru sorar. Ülkemde neden bu tür olaylar yaşanıyor der. Soru soran insan ise bazı iktidarları rahatsız eder. Çünkü insan sormaya başlarsa, iktidarlar da bir gün hesaba çekilecektir. Dizilerdeki en büyük handikap da bana onların, eserlerin, meta haline dönüştürülmesi... Bu bu dönüşüme şiddetle karşı çıkıyorum. Yani insanları okumaktan uzaklaştırmak, salt izlemesini sağlayarak, olup bitenlere karşı çıkmayan toplum yaratmanın çabasıdır bu.? Faili Meçhul Öfke/ Adnan Gerger/ İmge Kitabevi/ 440 s. Faili Meçhul Öfke adlı yapıtıyla, “Yunus Nadi Roman Ödülü”ne değer görülen Adnan Gerger, aslında 30 yıllık bir gazeteci. O, bu süre zarfında gazetecilik yaşamında tanık olduğu, Türkiye’nin yaşadığı sorunları ilmek ilmek işlemek istemiş Faili Meçhul Öfke adlı eserinde. Adnan Gerger ile Faili Meçhul Öfke’yi konuştuk. Ë Selda GÜNEYSU aili Meçhul Öfke” size “Yunus Nadi Roman Ödülü”nü kazandırdı. Nasıl bir duygu Yunus Nadi adına düzenlenen bir ödülün sahibi olmak? Ödül bundan sonraki yazın hayatınızı nasıl etkileyecek? Ben, kabuk bağlamış yaraları kanatmak istedim “Faili Meçhul Öfke”de. Bir diğer deyişle, belleğimizin yok bahanelerine duyduğum tahammülsüzlüktür bu. Belleksizlik teraneleri, bu ülkenin üzerine serpilmiş karanlık bir örtünün farkında olunmamasına ve ülkedeki yaşananlara sessizce biat edilmesine neden oluyor. Bu biat ortamına her şeyden önce biz aydınlar karşı çıkmalıydık. Karşı çıkmalıydık çünkü yaşananlar sadece dünde kalmadığı gibi bugüne ve yarına dair de derin izler açıyor; travmatik etkiler yaratıyor. Bir diğer vurgulamak istediğim konu da şu: Susuz bir tarlada izleri anlamak elbette güç. Buna niyetlenenleri ta başında ezen, sindiren bir öfke var. Ancak diğer yandan da bize bırakılmış antiemperyalist, yurtsever ve devrimci bir miras da var. İşte Yunus Nadi Ödülü, bu mirasa sahip çıkma çağrısıdır. Bu öyle bir miras ki, giderek körelen sözcüklere kanat takmayı göze almayı gerektiriyor. Şimdiye dek ödediğimiz bedellerin anlamı da bu değil mi? Yaşadığımız günler, “zıkkımın müjdeleyicisi zehir günler” SAYFA 4 Fotoğraf: Necati SAVAŞ “F CUMHURİYET KİTAP SAYI 1055