03 Mayıs 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Selim İleri ile ‘Bu Yalan Tango’ üzerine ‘Bu roman içimdeki anarşinin tam karşıtı’ ve her seferinde başa dönüyorum. Bana “şişşt” diyorlar resmen. Bir tür trans halinde onlara yenik düşüyorum da denilebilir. Gerçi ağırlığımı korumak adına her başa dönüşümde belli ölçüde otoriter bir tavırla geri dönmeye çalışıyorum. Ama sonunda benim bir otoriter bir tavrım olmadığı ortaya çıkıyor ve kahramanlar, olaylar ki, bende çok olay yoktur, hükmetmeye başlıyor. Bu başınıza ilk kez gelmiyor… Tabi hepsi için geçerli. Ben bir şeyleri billurlaşmış olarak görene dek yazmam ve plan falan da asla yapmam. Bazı yazarlar tam bir plan çıkarıyor, ben hiç yapamadım. Ben bir şey görüyorum ve o gördüğümün de olabilir olduğuna inandıktan sonra yazmaya başlıyorum. Fakat çoğu kez olabilir sandığım şey başka bir yöne, yönlere yol alıyor. Hep sürpriz yaşıyorum. Planı istesem de yapamam yani. Benim romanım da böyle bir şey işte, zorun zoru, kendimle mücadele hali. Kendimi çok boğarım, zora koşarım roman yazarken. Bilinçli yaptığımı söylemiyorum ama ben de zorum, romanım da zor oluyor, yazması da, tüm süreci de… Roman benim vazgeçilmezim. Kefaretim de bu sanırım ve razıyım. Aşk romanları yazarı Fatma Asaf ile doksanıncı yaşı için hazırlanan bir nehir söyleşi dolayısıyla tanıştığı Ufuk Işık (Selim İleri’nin neredeyse ta kendisi) arasında “düello” gibi gelişen bir roman; Bu Yalan Tango. Selim İleri’den, yakın tarihin sancılı dönemlerinden süzülüp günümüze nice badirelerle varan vakur bir Cumhuriyet kadınının sorgulamaları çerçevesinde, dinmeyen ülkülere adanmış içsel ve şiirsel davet niteliğinde bir yeni roman. İleri’yle Bu Yalan Tango‘yu konuştuk. Ë Gamze AKDEMİR omanlarınızda başınıza gelen bir durumdan bahsederek başlamak istiyorum söyleşiye. Başlarda yazar egemen bir süre sonra ise roman kontrolü ele geçiriyor. Asileşen kahramanlar, gidişatta söz dinlememeye, yazarı iteklemeye hatta ötelemeye başlıyor. Kendi kendilerini kuran cümleler ve tanımlayan kahramanları okuyoruz adeta. Yazardan çıkıyor sanki… Çok doğru, bir şeyi elli kere tekrar tekrar yazmama da bu neden oluyor (gülerek). Alışıp ısınıncaya kadar sanıyorum ki ben egemenim. Sanıyorum ki kelimeler bana ait kelimeler veya kurduğum yapı bana ait bir yapı. Ama yol aldıkça böyle olmadığını fark ediyorum SAYFA 18 R “HER ŞEYİN ÇOK KOLAY OKUNUR HALE GETİRİLDİĞİ BİR DÖNEMDEYİZ” Evet, yazarlığınızın en başından beri belki de elinizin kalem tutmasından bu yana demeli hep roman yazmak istediğiniz biliniyor… Hep romandı. Lisede iki büyük edebiyat öğretmenim oldu. Galatasaray’dan ayrılmış, Atatürk Erkek Lisesine geçmiştim. Bunlardan birisi Bakiye Ramazanoğlu, diğeri de Rauf Mutluay’dı. Onların yönlendirmeleri de çok etkili oldu. Attillâ İlhan’ın bir mısrası vardır “Akşamlar hep bir roman gibi biter” diye. Hâlâ oradaki gibi bir roman yazmaya çalışıyorum. Haz duyduğum roman hep geçmişte yazılan romandır. Bu Yalan Tango’da da evvel zaman şiirlerinden dizeler çağrıştırıyor satırlarınız. O betimlemeler, yazılış ruhu… Hani biraz ahşap kokulu antika, bir o kadar da kıymetli, zarif ve Selim İleri romanı için “Her şeyin çok kolay okunur hale getirildiği hatta kokristalize. Bir de lay okunsun diye üzerinde ayrıca çalışıldığı bir dönemden geçiyoruz. Bu ne kadar sürer, bu hep mi kalır onu kestirmek çok zor. Ama içimdeki anarşi karanlık bir dil gizliden gizliye her zaman var. Bu roman o içimdeki anarşinin tam karşıtını emeği sanki yani yapmak ihtiyacı uyandırdı bende...” diyor. fazlasıyla içsel… Bu romanda özellikle yaptım onu, bir tavırdı bu. Her şeyin çok kolay okunur hale getirildiği hatta kolay okunsun diye üzerinde ayrıca çalışıldığı bir dönemden geçiyoruz. Bu ne kadar sürer, bu hep mi kalır onu kestirmek çok zor. Ama içimdeki anarşi gizliden gizliye her zaman var. Bu roman o içimdeki anarşinin tam karşıtını yapmak ihtiyacı uyandırdı bende yani en zor olana, o eskiye, o disipline gitmek… Baktığınız vakit ince eleyip sık dokumazsanız adeta bir deli saçması anlatıyor da denebilecek bir şey. O deli saçmasının içerisinde bir mimari kurmaya çalıştım. Geçmişle aranızdaki yakınlık ve “zaman bende öteden beri bir burgu gibidir, geçen zaman birçok insan için tecrübedir, deneyimdir ama benim için geri dönülmez olarak bir pişmanlıktır” demeniz; maziyle sıkı bağınız, hepsi romanınızda bir hicran, bir hıçkırık gibi düğüm düğüm… Özellikle bu romanda değil mi? Romanın başkişisinin 90 yaşında olması, dediğiniz gibi yazarlığımda ve kişiliğimde çok etkin olan mazi olgusunu olanca bir özgürlük ve konforla işleme olanağı tanıdı. Geçip gitmiş zaman bana çok hüzün veren bir şey. Gelecek zamanı çok görebilen insanlardan değilim. Gelecek zamana karşı hele yaşadığımız ülkede ne yazık ki daha çok karamsarlıklarım var, aydınlıklarım pek fazla yok. Ama geçmişe dönüp baktığım vakit de gelecek zamanın karanlıklarını o geçmişteki aymazlıklar hazırlıyormuş gibi geldikçe büsbütün huzursuzluk duyuyorum. Bir de tabii belli bir yaşa geldikten sonra bu duygular daha sık depreşiyor. Mesela romanda Fatma Asaf 90 yaşında böyle hissediyor, yazarı olarak ben ise 61 yaşındayım ve aynısını hissediyorum. Bunun da çok sevimli bir duygu olduğu söylenemez. O hıçkırık nasıl yok olsun? 90 yaşına gelen Fatma Asaf’ın mazisi de ülkenin mazisine dönüşüyor bir an lamda… “Hayata, loş ışıkta tahammül edebiliyorum” diyor biraz da bu nedenle. Kalemine de kızıyor “az yazdım, yeterince yazamadım” diyor. Roman kişilerini yazık ettiğine yanıyor, öyle düşünüyor. Hakikatlerini özgürce yazamadığı insanlara üzülüyor; boşa harcanmış gençliklerini, solculuklarını, direnişlerini ve yitirişlerini canı yanarak seyrediyor. Dinmeyen ülkülerin yanından geçip gittiğini ifade ediyor. “Kim niye solcu, kim niye milliyetçi, yol nerede ayrılıyor, birleşemez mi ki bu yol, komünistler, faşistler, kızıllar! Biz Atatürkçü gençler değil miydik, ne oldu da...” diyor. Fatma Asaf tüm bu farkındalığına rağmen bildik aşk romanlarıyla ünleniyor… Mecburen hani emeğinin hakkı işte para için yazıyor onları, önemsemiyor kendisi de. Romanlarıyla kuşakları kandırdığını da epey düşünmüş besbelli... Tabii, “Onları aldattım!” diyor. “Cumhuriyetten, kadınerkek eşitliğinden, kadın haklarından habersizlerdi” diyor. Gündemin yazara ettiği, çağın yazara eziyeti… Tabii, Cumhuriyetin kuruluşunu gören insanlara da olan bir şeydir o. Buna çok dikkat ederim, anne babamın kuşağı da öyledir. Hepsinin Türkiye’ye sonsuz bir inancı vardır ve sonra olup bitenlere karşı da haklı bir hayalkırıklığı, düşbozumu söz konusudur. Fatma Asaf’ta da böyle. O kuşakta yaşadıkları döneme karşı sarsılmaz bir güven görürsünüz. Bu arada Fatma Asaf, birçok yönüyle Cahide Sonku’yu anımsatıyor desem… Değil mi? Yazarken Cahide Sonku’yu düşünmemiştim doğrusu ama şimdi siz söyleyince evet pek çok benzerliği var. Şanto itibarıyla hiçbir şey taşımasa da Fatma Asaf’ın işte oturuşu, o kapıcıyı çağırış şekli, insanlarla konuşma şekli, hal ve tavırlarıyla büyük benzerlikler taşıyor hakikaten. Bir dönemin kadınları, Cumhuriyetin ilk insanları bunlar. “UFUK IŞIK, BENİM!” Romanın bir diğer önemli kahramanı Ufuk Işık, sizi çağrıştırıyor… Evet, aşağı yukarı birebir diyebiliriz. Okuyanlar genelde zaten hep şunu söyledi: “En çok kendini harcamışsın.” Ufuk Işık’ı değil de kendini harcamışın dediler. Mesela o sondaki sarhoşluğunu falan çok eğlenerek yazdım. Ufuk Işık çok iyi bir suflör de aynı zamanda. Fatma Asaf’ı müthiş idare ediyor, yönlendiriyor, iç seslerinde zaman zaman kızsa da, zorlansa da… Suflör… Tabii… Fakat alkolü alıncaya kadar, sonra birdenbire çöküveriyor. (gülüyoruz) Türkçe versiyonlu bir tango ¥ okuduğumuz aslında… CUMHURİYET KİTAP SAYI 1055
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle