03 Mayıs 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

OKURLARA Mine Söğüt, batılla uğraş masının nedenini, kötülüğün beslendiği temel kaynağın bu tür inanışlar olmasıyla açıklıyor. Her şeyin karşıtıyla var olduğuna inanan ve karakterlerini de buradan hareketle yaratan Söğüt, kavramlara farklı bakış açıları getiriyor ve yorumu okura bırakıyor. İstanbul 2010 Kültür Başkenti projesi kapsamında yayımlanan “İstanbulum” adlı dizide yer alan Dolapdere Kürt Kediler Çingene Kelebekler adlı çalışması üzerine söyleştik Mine Söğüt'le. Filiz Özdem, Korku Benim Sahibim ve Düş Hırkası’yla başlayan “Veda Üçlemesi”ni Yalan Sureleri’yle sonlandırıyor. Bu yeni romanında Özdem, beş kuşak kadın kahraman üzerinden ölüm, hayat, beden, bellek ve yazı gibi temalar üzerinde yürüyor. Hayatta büyük değerlerini, özellikle de kendi benliğini kaybeden, halkanın son temsilcisi Gözde’nin, kaybettiği bu değerleri bir bir bulma çabalarına tanık oluyoruz romanda. Filiz Özdem’le Yalan Sureleri üzerine söyleştik. Faili Meçhul Öfke, aşkla öfkenin, düzenlekaosun çatışmasından doğmuş bir roman. Adnan Gerger “beklemeyi bilenlere” adadığı ilk romanında, Mazlum ve Leyla’nın aşkını şiirin büyülü yolunda yürütürken, düzen sandığımız şeyin arkasındaki kaosla sarsıyor okuru. İmge yayınlarından çıkan kitabı için Gerger, “Belki sırlar, bu kitaptan başlayarak yeryüzüne çıkmaya çalışacak” diyor. Sana Mektuplar, asıl adıyla Halit Özdemir Asaf Arun'un en tutkulu aşkını yaşadığı, ilham kaynağı olan eşi Sabahat Selma Tezakın’a yazdığı mektupların derlemesi. 19441959 yıllarını arasında yazılan mektuplar, kızları Seda Arun tarafından bir araya getirildi. Özdemir Asaf'ı tüm yönleriyle yakından tanımak isteyenler için sıkı bir kaynak, ehil bir derleme Sana Mektuplar. Seda Arun “Sana Mektuplar”ı ve Özdemir Asaf'ı anlattı. Bol kitaplı günler... P ars von Trier’in Deccal’ı, bugüne dek izlediğim en şiddetli film. Şiddeti konu edinmeyen bir film olmasına karşın sözgelimi Haneke’de olduğu gibi. Gecikmeden vurgulamalı: Tecimsel sonucu ne olursa olsun, tecim hedefli bir kullanım olduğunu düşünmüyorum ben, Deccal’de. Neye dayanıyor bu düşüncem? Bütünüyle kişisel duygulara aslında: Geçen kış izlediğim Coen biraderlerin filminde konu şiddetti, neredeyse amaçsız bir şiddet taşkınlığı, hiçbir sahne irkiltmedi ve etkilemedi beni, izlerken; Lars von Trier’in kurduğu sahneler için aynı durumun geçerli olduğunu söyleyemem: Bakmayı güçleştiren görüntüler vardı. ervasız Pertavsız ENİS BATUR Deccal sahneyi anımsayışıyla klitorisini makasla kestiği sahne arasında dolaysız bir bağ kuruyor yönetmen. Kaldı ki “une femme, ça ne parle pas” diyen Lacan’ı tersyüz ederek koLars von Trier ‘Deccal’i Tarkovski’ye nuşuyor Kadın, adamış. Yukarıda filmin afişi. söyleyeceğini söylüyor. Kötülüğün tek kaynağı olarak gövdesini, cinselliğini, zevk alma odağını işaretlemiyor ayrıca: Erkeği de organından yaralıyor, ona düz anlamı ve anlatımıyla kan kusturtuyor öncelikle. Araya ceylan, tilki, karga üçlüsü üzerinden doğaya has şiddeti temsil eden sekanslar ve “Üç Dilenci” takımyıldızıyla bağlantılı tuhaf simge bağlantıları girmese belki daha bir netlik kazanabilirmiş o sorgulama, olmamış. Deccal’in üçüncü kahramanı Orman. Kocasının, “en çok neden korkarsın?” sorusunun yanıtına duraksayarak ulaşıyor kadın. Hayatı, en zalim boyutuyla ayna kıldığı için mi? Trier’in sinematografik topografya olarak ormanı seçmesi güç katıyor filme. Canlı organizmayla insan gövdesi arasında kurduğu bağlantıları sevdim. Orman, kadının asıl korkusunu peçeliyor belki de. Ölümden çok, sonsuz (geridönüşsüz) terk ediliş asıl korkusu gibi göründü bana. Oğlunun (ayakkabılarını ters giydirerek) ayaklarını sakatlamaya uğraşmasıyla, kocasının bacağını çivileyerek kilitlemesi (ve “İngiliz anahtarı”nı atması) peş peşe geldiğinde “gitme” fiilinden, terkedilme olasılığından ürktüğü sonucuna varılabilir. Adam, bir yolunu bulup gizlendiğinde haykırdığı sözlerle bu yorumu destekliyordu kadının tavrı. Ayrıca, çığlık sahnelerinin estetiği yüksekti. Karmaşık, düşündürücü bir film Deccal herhalde Türkiye’de ve Amerika’da iğdiş edilerek gösterime girecektir, girecekse. İğdiş etme üzerine bir filmi iğdiş etmek üzerinde ayrıca durulmaya değer. * Deccal, bir kez daha, aynı soruya taşıdı beni, bazı sahneleriyle: İnsanın, her şeye gözünü kırpmadan bakması mümkün müdür? Bakamadığımız, bakmak istemediğimiz, bakmaya yanaşmadığımız görüntülerin, bireyden bireye şüphesiz içeriği yerinden oynayan, gene de temel ortaklıklar barındıran bir kataloğu var belli ki. Deccal’i izlediğimiz karanlık salondaki izleyicilerden aynı anda yükselen sesler göstergeydi. Denilebilir: Film izlediğinizi unutmuşsunuz, oturduğunuz koltukta. Doğru: Bakamadığımız, bakışlarımızı kaçırdığımız sahnede, bakacak olsak göreceğimiz sahici bir görüntü değil: Kadın, kadın değil oyuncu; klitorisini makasla elbet kesmiyor, kesiyormuş gibi yapıyor, yönetmen ustalığıyla mışgibi’yi en gerçeksi dille (ışık düzeni, kurgu, efekt) sahiciliğe yaklaştırıyor. Buna bile bakamıyoruz. Ya, bir de, beyaz perde yerine karşımızda, sahiden öyle bir sahnenin tanığı olacak olsaydık? La Rochefoucauld’nun “iki şeye dimdik bakılamaz” sözünü aktarmıştım: “Ölüme ve güneşe”. İki şeye mi, yalnızca? Bir çoğumuzun, dimdik bakamayacağı şeylerin nüfusu kabarık. Beni kurcalayan şu: Her şeye bakabilen birileri varsa, nasıl insanlardır? Doğaları mıdır bu, kendilerini ‘yetiştirmiş’ ya da ‘terbiye’ mi etmişlerdir? Uç soru: Hiçbir şeye bakamaz hale gelinebilir mi? ? L TURHAN GÜNAY eposta: [email protected] [email protected] Lars von Trier Sert bir başlangıçla sert bir final arası, gerginlik çıtası alçalmıyor pek filimde. Çıkış noktasında görünür (olduğunu sonra öğrendiğimiz) bir görünmez kaza: Sevişen bir çiftin çocukları, tırmandığı pencereden düşerek ölüyor. Sonrasında, ağır bir yas sürecinin hızla çılgınlık hizasına erişmesinin öyküsünü izliyoruz. İkilemlere, kutuplaşmalara gebe bir yaklaşım getiriyor yönetmen: Kadın düşmanlığı (mı?), doğa’ya dimdik, doğalcı bir bakış (mı?), Ortaçağ bâtılıyla Hırıstiyan kültürünün mayasından bilinçaltında şâkulden inhiraf haline bir geçişim (mi?) artık kim neyi, nasıl görecekse. Her film, bunca farklı yorumlara açık değildir. Bu durumu artı ya da eksi hanesine yazmak, izleyiciye kalmış. Kendi payıma, bir tür ‘kafa karışıklığı’ gördüğümü söyleyebilirim Lars von Trier’de. Görebildiğim filimlerini beğenmiştim: Hızlı, omuzdan kamera hareketleri bir yana, güçlü yapıtlardı. Deccal de öyle, ama bulanıklık, tıpkı sisli sahneleri gibi, genel akışı boyunduruğu altına almış. Yer yer, Doğaüstüne kayan kesitlerden rahatsız oldum; neyse ki dozu kaçırmadı. Kötü, doğa’ya içkin mi? Doğurganlıkla ölüm orada, insaf sınırını zorlayacak ölçüde iç içe mi? Kadın, erkeğe oranla daha doğal, dolayısıyla kendiliğinden ibliscil mi? (Serseri Aşıklar için “JeanPaul Belmondo ve Jean Seberg üzerine bir belgesel” tanımını getiren Godard, ola ki Deccal için “sperm ve kan üzerine bir laboratuar çalışması” diyebilirdi). Sinema için tehlikeli sorular bunlar. Hemen ‘yanlış taraf’a düşebilirsiniz. Trier’de bir ustalık var belki, gene de az önce değindiğim bulanıklık konusu soru işaretleri doğuruyor. Filmin kadın kahramanı (Charlotte Gainsbourg güçlü oyuncu) bir akademik “tez”i yarıda bırakmış. Ortaçağdaki cadı avı, kadının şeytanla özdeşleştirilme serüveni, uygulanan eril kolektif şiddet üzerine topladığı, anonim minyatürlerden Goya’ya giden ikonografik malzemeyi bir ara tarıyor yönetmenin kamerası. Gelgelelim, aynı “tez”in yarıda kalmış olması, bu sekans da yarıda kalıyor bana kalırsa, yeterince bağlanamıyor filme. Tehlikeli sorular, dedim; bir de çok tehlikeli konu. İblis izlekli filimlerin çoğu gaybın kuyusuna düşmüştür, Polanski’nin Rosemary’s Baby’si dışında. Deccal’ı Tarkovski’ye adamış Trier, bana sorulursa Polanski daha uygun isim olurdu. Polonyalı, özelin özeli yaşantılardan (Manson olayı) geçmiş, Amerika’daki şeytan imgesinin (Avrupa kültürlerinde yorulmuş olmasına karşın) canlılığını sürdürüş biçimine soğukkanlı bir anlatımla eğilmeyi başarmıştı. Trier, biraz arada kalmış, “tez”i tamamlayamamış. Deccal’in erkek kahramanının ruhçözümcü olmasında da şematizme teğet bir seçim yatmıyor mu? Düş sahneleri, sanrılar, halüsinasyon krizleri ile Hıristiyan simgeciliği birleştiğinde fazlalık artıyor, göze batıyor bence. İyi de: Çok tehlikeli konulara uzak durmak mı tek doğru seçim? Yaratıcı kişiyi durdursun demiyorum ‘çok tehlikeli konu’: Uygun çözümü bulsun. Metafizik soruşturmalar, baş belası işlerdendir, dengeyi korumak kolay olmuyor. İblise Göre İncil’den Son Faustus’a 35 yılını o civarlarda geçirmiş biri kuruyor son cümleyi. Kalıyor geriye, kadın=iblis denklemi. Filmin iki kurbanından biri (“kurban” kavramı nedeniyle mi Tarkovski’yi selamlıyor yönetmen? Bir ‘oğul’ sorunu, yaşamöyküsel bir düğüm mü var işin içinde?), Kadın, kendi ağzından doğaya içkin saf kötülük ile özdeşleştiriyor durumunu, bunu yaparken de cinselliğini kendi kendisine hedef gösteriyor, sorumlu tutuyor. Tartışılacak olsa, ortalıkta tüyler uçuşturacak bir yaklaşım sonuçta, kadına bunu söyleten Trier, bir erkek. Zevk mi bu noktada sigaya çekilen? Görünüşte öyle: Çocuğunun pencereye çıkmasına göz yumduğu İmtiyaz Sahibi: Cumhuriyet Vakfı adına İlhan Selçuk?Genel Yayın Yönetmeni: İbrahim Yıldız?Yayın Yönetmeni: Turhan Günay? Sorumlu Müdür: Miyase İlknur?Görsel Yönetmen: Dilek Akıskalı?Yayımlayan: Yeni Gün Haber Ajansı Basın ve Yayıncılık A.Ş.?İdare Merkezi: Prof. Nurettin Mazhar Öktel Sok. No: 2, 34381 Şişli İstanbul, Tel: 0 (212) 343 72 74 (20 hat) Faks: 0(212) 343 72 64?Baskı: DPC Doğan Medya Tesisleri, Hoşdere Yolu, 34850 Esenyurt İSTANBUL.?Cumhuriyet Reklam: Genel Müdür: Özlem Ayden/ Reklam Müdürü: Eylem Çevik?Tel: 0 (212) 25198 74750 (212) 343 72 74?Yerel süreli yayın?Cumhuriyet gazetesinin ücretsiz ekidir. CUMHURİYET KİTAP SAYI 1049 SAYFA 3
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle