03 Mayıs 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Filiz Özdem’le ‘Yalan Sureleri’ üzerine ‘Yazar kendine ışıyan bıçağın sapını tutmaya çalışır’ Filiz Özdem, Korku Benim Sahibim ve Düş Hırkası’yla başlayan “Veda Üçlemesi”ni Yalan Sureleri’yle sonlandırıyor. Bu yeni romanında Özdem, beş kuşak kadın kahraman üzerinden ölüm, hayat, beden, bellek ve yazı gibi temaları işliyor. Hayatta büyük değerlerini, özellikle de kendi benliğini kaybeden, halkanın son temsilcisi Gözde’nin, kaybettiği bu değerleri bir bir bulma çabalarına tanık oluyoruz romanda. Filiz Özdem’le Yalan Sureleri’ni konuştuk. Ë Erdem ÖZTOP eni kitabınız Yalan Sureleri’yle üçleme tamamlanmış oldu. İsterseniz önce, üçleme fikrini konuşalım. Nereden doğdu hikâye, nasıl boy verdi ve neden bir üçleme kitap halinde yazıldı? Korku Benim Sahibim’i yazarken uzun erimli bir anlatı düşünmüştüm. Yazılırken bir üçlemeye bölündü; ana gövdeleri farklı üç kitap çıktı ortaya. Geçmişe, şimdiye ve geleceğe yaslanan; temel olarak kökleri, kendini, zamanını sorgulayan, ayrıca içe bakan bir anlatı... Bu romanlarda olay ve kişilerin kronolojik olarak birbirini izlediğini sanmak hata olur. Üçlemenin bağı, aslında içseldir. Benzer ortamları, benzer tarihsel aralıkları, bunlardan beslenen benzer tepkileri farklı adreslerde tekrar tekrar okumak söz konusu. Birbirinden bağımsız olarak okunabilir, ama ancak birlikte okunduğunda yapboz oyunu tamamlanabilir. Y ‘YAZARIN İLGİSİNİ GÜLLER DEĞİL DİKENLER ÇEKER’ Yalan Sureleri’nde de okur kaybediş hikâyeleriyle karşı karşıya… Bu üç romanda da neden kaybetme üzerine kurdunuz hikâyeleri? Bunu konuşalım biraz da? Hangi yazar kazanma hikâyesiyle ilgilenir bilmiyorum. Üstelik bir kazanma hikâyesinin kabuğunu kazıdığınızda da karşınıza yine bir kaybetme hikâyesi çıkması kuvvetle muhtemeldir. Bu romanların üstbaşlığı “Veda Üçlemesi.” Üç kaybetme hikâyesi anlatmak istedim. Açılış romanı Korku Benim Sahibim ve kapanış romanı Yalan Sureleri’nde çizgisel olarak, kuşaktan kuşağa ilerleyen, geçiş romanı Düş Hırkası’nda ise iç içe geçen, kesişen, hem birbirine benzeyen hem de hiç benzemeyen bir kaybetme hikâyesi anlattım. İnsanın hayata tutunamadığı, SAYFA 14 ruhun çalkalandığı anlar ve zamanlar yazar için besleyici bir damar. Sonuçta bir gül bahçesinde yazarın dikkatini güller değil dikenler çeker. Görünmeyen, itilen, hayatı karmaşıklaştıran, anlaşılmayan, dile gelmeyen sancılar, döngüler, acılar, açmazlar, keder üzerine düşünmek değil midir yazarın işi? Heidegger’in Hölderlin şiiri üzerine yazdığı ünlü yazıda pek güzel söylediği gibi, “dil varlığın evidir.” Öyleyse yazar da o evde hapis kişidir. Hem de gönüllü hapis. Geçici varlığımıza kalıcı bir özellik atfeden, onu işaret eden; hakikatin anlam katmanında en güçlü açığa çıktığı yegâne evdir dil. Edebiyatı bu kadar vurgulamakla diğer sanatlara haksızlık etmek istemem, ama okuma sırasında edebiyatın istediği yalnızlık, yazıyla baş başa kalma hali benim için mahremiyeti açısından büyük önem taşıyor. Çünkü yazarla okuru birleştiren de, ortak eden de bu aynı yalnızlık ve mahremiyet. Yalan Sureleri’nde Gözde’nin hikâyesi anlatılır. Onun hayatta kaybettiklerinin yazıları, notları vasıtasıyla bir araya gelişi bu kitap. Ama ortada gene dağılmış, bir araya gelmez bir hayat söz konusudur… Bir araya gelmez bir hayattan söz etmek ne kadar yerinde bilemem. Ben bir kurgu içinde, önceden kronolojik olarak tasarladığım bir hayatı parçaladım, yaşananların sırasını bozdum ve okuyucuya bir oyun kurarak, o hayatı bir araya getirme ipuçlarını verdim; oyuna ortak olarak çağırdım. Zamanın çizgiselliğini, onunla oynamayı kışkırtıcı buluyorum. Zamanı bozmak ve onu dil evreni içinde yeniden kurmak, başka bir anlam evreni yaratmayı sağlıyor, o düzlemde yazara sızabileceği yeni gedikler açılıyor. Yalan Sureleri görünürde Gözde’nin hikâyesi, ama aslında bu ölüm, yazı, kader ve yalnızlık üzerine bir kitap. Beş kuşak kadın üzerinden anlatılan ortak bir kaderin hikâyesi ve bu en genç halkada, yazan, kayda geçiren, dil aracılığıyla buna tanık lık eden Gözde’de billurlaşıyor. Gözde’nin hayatında var olan erkeklerin hikâyelerine de tanık oluruz. Onları kaybediyor teker teker. Bu durumlar Gözde’nin de hayattaki bütün direncini kaybedişine sebep oluyor. Oysaki Gözde’nin ninesi yaşama isteğini kaybettiği aşkından alıyorken, Gözde tam tersine bütün yaşam enerjisini tüketiyor. Nedir peki bu tezatlığın sebebi? Bu sorunun cevabı kitapta var. Gözde, ninesinin tespitiyle, “kelimelerle yanlış münasebette bulunan” biri. Çünkü o da bir yazar, gerçekle kurgusal bir ilişki kuruyor. Yalan Sureleri’nde bir görünüp bir kaybolan Cennet; Gözde’nin gerçekle yaşadığı çatışmayı, düştüğü uçurumu keskinleştiren bir figür, onun alterego’su, aklı olarak yer alır. Belli olacağı üzere “akıl”la da alıp veremediğim var. Büyük büyükanne, Dilruba Hanım ise hayatta duruşu biraz aksi, ama aslında merhametli, bilge, görmüş geçirmiş, ayakları yere gayet sağlam basan bir kadın. Görünürde böyle. Ama onun da aslında nasıl bir parçalanma yaşamış olduğu anlaşıldığında, görünüşün aldatıcılığı üzerine düşünmeden edemeyiz. İnsan ruhu bir gayya kuyusu… Soruda vurguladığınız tezat meselesine gelince, burada bir tek kişiden değil, farklı hayat deneyimlerinden geçmiş, iki farklı kişiden söz ediyoruz; bunların tepkileri ve kendilerini ifade biçimleri elbette birbirinden değişik olacak; kaldı ki tek bir kişi bile olsaydı sözü edilen, o kişide dahi birbiriyle tutmayan davranışlar, tepkiler görebilirdik, bence bu durumda da bir çelişki yok, hatta insanın kendisi bir çelişkiler yumağı. Hayatın ve kişi olmanın tek bir tarifi, modeli, kalıbı, reçetesi yok çünkü. Edebiyatın işi insanın çok katmanlı varlık yapısını anlamak değil mi? “YAZARKEN KENDİMİ ÇOK HIRPALIYORUM” Babasız bir hayatta annelerin, büyükannelerin arasında büyür Gözde. Kişilik psikolojisine göre cinsiyet rollerini kazanmada bireyin küçük yaşlarda baba yokluğu yaşaması, babası olanlardan daha fazla güçlükle karşılaşmasına sebep olur yaşamında. Kahramanımız Gözde de bu sorunla karşı karşıya mı sizce de? Daha fazlasıyla karşı karşıya hatta. Baba ya da anne yokluğu sadece cinsiyet anlamında rol model yoksunluğuna değil, daha derin ve büyük sorunlara sebep olabilir. Hatta sadece yoklukları değil, annebabanın varlığı, fazla varlığı, sorunlu varlığı da kişilik gelişiminde pek çok arızaya yol açabilir! Bu romanda anlatacağım hikâyeye denk düşeceği için Gözde’yi erkeksiz kadınlar arasında büyüttüm. Yazarken kendiliğinden gelen bazı şeyler olsa da, roman rastlantıyla kurulan bir anlatı değil. Esrimeyle, sarhoşlukla yazılmıyor; ince ince, bilinçle kuruluyor. Üstelik ben dili ekonomik kullanmaya gayret ediyorum. Dolayısıyla her yazdığım paragrafın, büyük bütün içindeki bir denklik, bir yol açma, bir geçit olmasına dikkat ediyorum. Resimde, müzikte ne kadar matematik varsa, edebiyatta da o kadar matematik var. Üstelik roman mühendisliğemimariye çok benzer, sonuçta bir yapı kuruyorsunuz ve o yapının sağlam olması için kurguda her dengeyi, özbiçim ilişkisini inceden inceye tartıyorsunuz. Metnin sarkmaması, sağlam durması için bu olmazsa olmaz. Ama bu elbette sadece akıl işi değil… Hayattan umudu kalmamış bir birey olarak varlığını sürdürmeye çalışan Gözde erken yaşta kansere yakalanıp ölüyor… Kitabın sonlarında bir yerde sözü ediliyordu, hayatla yazıyı birbirine karıştırmanın kurbanı mı oluyor yoksa Gözde? Gözde’nin durumu, umut ya da umutsuzlukla açıklamanın ötesinde bir yerde. Gözde benim anlatmak, vurgulamak istediğim, mesele edindiğim fani olma konusuna bir vesile. Üstelik artık pek çok kişinin, temel meselelere değinmekten ziyade, çabuk okunurtüketilir, kolay anlaşılır metinler beklediği, dolayısıyla kimi yazarların da çok kişiye ulaşsın, çok satsın kaygısıyla metinler ürettiği zamanlardayız. Kolay okunurluk kaygısı, yazarın hakikatle bir derdi varsa bile, hakikati es geçmesine, en azından ele aldığı dilsel düzlemde es geçmesine neden olabilir. Yazar, kendi gerçek hayatında değilse bile, kendini yazmaya verdiğinde yaralı kişidir. Yarasına basa basa yazan kişi. Yazmak, hiç de eğlenceli bir süreç değil, tam tersine, kendin olmayan kişileri, yaşamadığın hayatları düşünmek, tasarlamak ve eşelemek istediğin ana konular altında kurgulamak, anlamlı bir bütün içine oturtmak, yaratmak çok hırpalayıcı bir kapanma ve derinleşme hali. Yazarken çok hırpalıyorum ben kendimi, dolayısıyla okurun da okurken biraz hırpalanmayı göze alması gerek. Zincirlikuyu Mezarlığı’nın girişindeki o cümleyi, önünden geçenlerin çoğu belki fark etmiyordur bile: “Her fani bir gün ölümü tadacaktır.” Ölüm üzerine düşünmek, karamsarlığı getirmez, ölümü istemek de değildir; ölüm üzerine düşünmek, hayat üzerine düşünmek çünkü. Hayatla yazıyı birbirine karıştırma meselesi ise Gözde’yi anlatan bir cümle değil, Gözde’nin yazar sevgilisi için sarf ettiği bir cümle. Gözde içinse kurban sözünü kullanmazdım ben; onun derisi ince sadece... Algısı farklı. ? Yalan Sureleri/ Filiz Özdem/ Yapı Kredi Yayınları/ 200 s. Fotoğraf: Utku Özdem CUMHURİYET KİTAP SAYI 1049
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle