06 Mayıs 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

K yfer Tunç, yalnız önde gelen öykücülerimizden değil, aynı zamanda önemli bir romancımız. Yirmi yıla sığdırdığı beş öykü kitabını anımsayalım ilkin onun: Saklı (1989), Mağara Arkadaşları (1996), Aziz Bey Hadisesi (2000), TaşKâğıtMakas (2005), Evvelotel (2006). Yayımladığı iki romana gelelim sonra: Kapak Kızı (2005), Bir Deliler Evinin Yalan Yanlış Anlatılan Kısa Tarihi (2009). Bu arada çok geniş bir kesimi kucakladığı varsayılabilecek popüler anlatıları söz konusu yazarın. Demek ki ilk kitabının üzerinden geçen yirmi yıllık sürede azımsanmayacak sayıda kitap yayımlamış Ayfer Tunç; neredeyse yılaşırına gelecek bir kitap… Öykü, roman, anlatı… Lacivert dergisinde (EylülEkim 2009) Fulya Bayraktar’la Sofya Kurban’ın kendisiyle yaptığı söyleşide, öykücülüğü kadar romancılığı üzerine de konuşulan Ayfer Tunç, düşüncelerini açarken ilginç görüşler getiriyor: itaplar Adası M. SADIK ASLANKARA Bir romancı olarak Ayfer Tunç A ra dayanabiliyor. Ayfer Tunç’un sitemi bir yana, yeryüzünün farklı coğrafyalarında yaşasa da insanoğlu, farklı zamanlarda roman evrenlerinin getirdiği gerçekliğin kıskacı altında emeçleri aracılığıyla kendine dönük “sonuçlar” çıkarabiliyor yine de. Nedir herhangi romanı, verimlenişiyle vazgeçilmez kılan yan? Ortaya koyduğu dinamikler kuşkusuz. Yoksa günün insanına yönelik beklenti, özlem, duyumsama eşikleri dikkate alınsa salt günü içinde okunur, tüketilir, atılır o zaman roman. Romanın farklı zamanlarda yaşayan insanlara seslenişinin altında, sunduğu dinamikler aracılığıyla dünyanın yeniden yapılandırılabilirliği gerçeğine gönderme yatıyor. O halde insan dünyayı, asıl romanlarla tanıyor. Romanları kutsal kitaplardan ayıran yan da burada işte. İnsanoğlunun dramı, bire bir yaşadıklarıyla romanlarda yer alıyor çünkü. Pörsümeye, yaşlanmaya geçit vermeyen taşıyıcı damarların erdenliği, bu yolla romanın kendini yenileyebilmesi, sonuçta her okuma eylemiyle birlikte yeniden yaratılabilirlik kazanması ondaki dinamiklerin dayanağını oluşturuyor. Bu açıdan yaklaşıldığında Ayfer Tunç, roman dinamiği olarak neyi temele alıyor sorusunun yanıtı yine kendi sözlerinde aranabilir herhalde: Parçalılıktan kurtulup bütünlenmeyi bekleyen insanın süregiden çabası, eylemi bu… Gerek Kapak Kızı gerekse Bir Deliler Evi…, farklı yöntemlerle bu dinamikleri bir kez daha önümüze getiriyor denebilir. Bu çok doğal, çünkü insanoğlu, bize ulaşan verilerden kalkarak söyleyecek olursak, zaten bin yıllardan bu yana bu türde bir arayış, yöneliş içinde. Demek ki kadim çağlardan bu yana insan hep o bütünlenmeyi bekliyor. Nitekim Kapak Kızı’nda bir erkek dergisinde çıplak fotoğrafları yer alan Şebnem’den kalkılarak onunla ilgili bir bütünlenmeye gidilirken Bir Deliler Evi…’nde diyelim ülkenin bütünlenişiyle yüz yüze getiriyor yazar bizi. Burada bütünlenen fotoğraftan kalkılarak kurulan kendi konumumuz kuşkusuz. Ayfer Tunç, işte bu damarı kışkırtıp iyice açığa çıkararak, dinamikleri eyleme geçirerek sonuca ulaşıyor… Nitekim andığım söyleşide Bir Deliler Evi…’ndeki bu fotoğraf üzerinde ayrıca duruyor: “…Bu romanın isteği, büyük resme bakmaktır.” Bunun, romanlara nasıl yerleştirildiğine, bu doğrultuda işleniş biçimine eğilelim biraz da… ROMANDA, YOĞUNLAŞTIRMA, YEĞİNLEŞTİRME... Kapak Kızı’nda roman zamanı olarak, trenle Ankaraİstanbul arasındaki karlı yol alınırken, elden ele geçmiş erkek dergisinde, Şebnem’in çıplak fotoğraflarıyla karşılaşanlar aracılığıyla farklı kişilerin dünyasına sızıyoruz. Kolayca kestirilebileceği gibi romanı örgüleyen karakterler, Şebnem’in çıplak güzelliğine dalarken kendi iç yolculuğuna çıkıyor bir anda. Bunlar arasında Şebnem’i eskiden, hatta çocukluğundan tanıyanlar da var. Biz, onu en yakınından başlayarak kuşatan karakterlerin yaklaşımıyla tanımaya koyulup onun temel öğeye dönüşmesiyle insanoğlundaki sevgisel bütünlenmeye yöneliyoruz. Şebnem’le salt güzel bir çıplak kadın bağlamında yüz yüze gelen erkekler dünyasının derinlerine inerek de bireysel bütünlenme duygusundan toplumsal yaşamda insanı elleri kolları bağlı hale getiren kısıtlayıcı koşullara uzanıyoruz. Kurulup ilmeklenmiş bir aşkı yaşayamamak; bütünlenmenin önündeki en büyük engellerden biri. Bunu yalnız Kapak Kızı’nda değil, öteki romanında da görüyoruz. Bir Deliler Evi…’nde de buna benzer bir durum yaşanıyor… Bu kez “Karadeniz şehirlerinden birinde, denize sırtını dönmüş biçimde inşa edildiği için görenlerin içinde anlamsız bir küslük duygusu yaratan bir Ruh Sağlığı Hastanesi” alını yor. Böylelikle de bir toplum fotoğrafı getiriliyor okurun önüne. Bu kez yazar, yapıtında “dehşet verici bir toplumsal çürüme”yi öne alıyor kendi söylemiyle: “Esprili anlatım ile trajedinin birbiriyle çelişir olması bu romanın varlık nedenidir, metni var eden en temel unsurdur. Sivri dilli, ironik anlatım sahibi gizli anlatıcı bu ana karakterdir ve romana ruhunu veren şeydir.” “Anlattığım olayların içinde gerçek olmayacak tek bir olay yok, anlatılanların hepsi olabilir, başa gelebilir, yaşanabilir şeyler. Bazı okurlara absürd görünmeleri, absürd olduklarından değil, benim olayları sivri dilli anlatıcı aracılığıyla ortaya koyuş tarzımdan kaynaklanıyor. Gerçeklik duygusunu zedelemesinin nedeni de bu. Bunu masalsıdan çok grotesk bir tablo oluşturmak amacıyla yaptım.” Roman zamanı odağında taşıyıcı uzam ilkinde tren, ikincisinde ise bir ruh sağlığı hastanesi. İlk romanın dinamiğini mikroskobik bakış, ikincisinin ise teleskopik bakış oluşturuyor. Buna dayalı olarak Kapak Kızı’ndan biz bir uç yakalayıp dokunun bütününü çıkarmaya çalışıyoruz. Oysa Bir Deliler Evi…’nde tıpkı yapbozdaki gibi fotoğrafı bütünlemeye, parçaları yerli yerine oturtarak bunun yaydığı gerçekliği kavrayıp algılamaya çabalıyoruz. Romanların yoğunluğu da yeğinliği de derinlerden beslenen bu kökler aracılığıyla çözülüp su yüzüne çıkıyor. Alımlayıcı, işte bu dinamiklerden süzülüyor romanlara. ALIMLAYICIYA GÖRE ROMANIN ATKISI, ÇÖZGÜSÜ... Ayfer Tunç, kendi üzerine kıvrılmayan, ucu açık roman anlayışına sahip. Üstelik düz, bildik bir elöyküsel anlatıma yaslandığı görülüyor yazarın… Her iki roman da, farklı çevrelerden seçilen kişilerin çokluğuyla dikkati çekiyor. Saymış değilim ama andığım söyleşisinde yazar, Bir Deliler Evi…’nde “üç yüz küsur karakter”in yer aldığını söylüyor. Bu bile, onun karakter yaratmakta ne denli beceri kazandığını gösteriyor olmalı. Gerçi yazar, zaman zaman roman kişilerini çizgiselleştirip tipikleştirdiği izlenimi bırakmıyor değil ancak taşıyıcı dinamiklerin gücü nedeniyle kahramanlar zedelenmiyor yine de. Çünkü dramatik olanı kurmayı büyük ustalıkla başarıyor Ayfer Tunç. Roman kahramanları, her iki kitapta da karmaşık bir evren ya da düzen içinde veriliyor. Kahramanların birinden ötekine geçerken herhangi sıkıntı duyulmuyor. Okur bu yönde zorlanmadığı gibi ilgisini de yitirmiyor bunca karmaşıklık karşısında. Bir Deliler Evi…’nde görüldüğünce böylesine çok kişili bir roman kaleme alan Ayfer Tunç’un insanda ilgi, merak uyandıran bu kahramanları, ne denli yakın durup birbirini anıştırsa da bunları çok farklı, apayrı yerlere doğru yaydığı kolayca sezilebiliyor. Bu yanıyla başarılı, hünerli romanlar bunlar. Kapak Kızı’nda, çıplak fotoğraflarını çektiren Şebnem’den kalkarak toplumsal ahlakı ya da onunla ilişkilenmiş kişileri odağa alıp da bireysel ahlakı sorgulamaya yönelmiyor. Tersine birbirine zincirlenmiş pek çok öykünün dramatik yanlarını öne çıkararak, algılananın ardında bizi derinden sarsacak örgülenmelerle yüz yüze getiriyor. Böylece okur olarak insan gerçeğine doğru, saltık anlamda bir adım daha atmış oluyoruz. Dramatik, ötesinde trajik oluntularla dolu böylesi anlatılarda, bunları okura, bu tür can acıtıcı yanlarından arındırıp soğukkanlı bir düzleme getirerek sunabilmek az başarı değil! Diyeceğim duyguduruma bağlı olarak okurda özdeşleyim yaratmaya yönelmiyor yazar. Tersine bunu kırmanın çabası içinde sürekli. Romanların anlatımcı olması, yine de sakıncalar taşımıyor değil. Çünkü yazarın süzmesinden görebildiklerimizle, dönüştürümlerdeki süreçsel oluntuları tamı tamına kavrayamadan alımlıyoruz romanı. Birbirine geçmeli, ilmekli anlatım, özellikle Bir Deliler Evi…’nin, bir açıdan ansiklopedi havası yaymasına yol açıyor. Bu durum, roman evrenine dağılmış kişilerin, portre galerisinin birer figürü gibi yalnızca rol kişisine dönüşmesinden kaynaklanıyor olabilir. Bundan ötürü bu kahramanlarla karakter bağlamında derinlikli ilişkiler de kuramıyoruz ne yazık ki. Farklı okur kesimlerinin ilgiyle okuyabileceği romanlar bunlar. Ama özellikle kuruluşuna sindirilmiş ilginç yapısı, Bir Deliler Evi…’ni çok daha çarpıcı kılıyor. Gerçekten zor yakalanacak bir başarı bu. Ayfen Tunç, mikroskobik bakışla atkısını, teleskopik bakışla çözgüsünü kurduğu romanlarındaki şaşırtıcı dokuyla dikkatleri çekerken ilgiyi de hak ediyor…? SAYFA 21 “…Bence ruhun karanlık yüzü ancak edebiyatın keşfedebileceği, hallaç pamuğu gibi ve fütursuzca atabileceği bir alandır. Çünkü ruhbilimcilerin amacı ‘iyileştirmek’tir… Oysa edebiyatçının amacı, kendisini öldürecek bile olsa, anlamak, sadece anlamaktır.” “…Her yazarın edebiyatını kuşatan ontolojik bir meselesi vardır. Kiminde zamandır bu, kiminde ölüm duygusudur, kiminde hayatın anlamı… canının en çok acıdığı yerdir.” “İnsanoğlunun gerçek macerasının kendini tekrar bütünleme çabası olduğuna inanıyorum.” “…İnsanın ontolojik olarak yarımlığı, yarımlıktan kaynaklanan yalnızlık karşısındaki tutumu ve bütün bunlardan doğan ana soru olarak sevginin yaratılabilir ve sürdürülebilir olup olmaması; benim hem kendimde, hem edebiyatımda didiştiğim temel meselelerdir diyebilirim.” Bir Deliler Evi…’ne yönelik de şunları söylüyor: “’Bir romandan sonuç çıkarmak’ bence eskimeye yüz tutmuş bir mesele haline geldi. Romanı, sınırları çizilmiş dünya görüşleri yelpazesinde bir yere koymak çabasıymış gibi geliyor (bu) bana. (…) Romanın sorumluluğu soru sormakla sınırlı bence, cevap bulmak gibi bir yükümlülüğü yok. Romanın kendisi bir soru ve sorun çünkü, bir sonuç değil.” “Hayatı irademizle elde ettiğimizi, ona hükmedebileceğimizi sanırız. Oysa hayat bizden habersizdir, onu adlandıran, anlamlandıran biziz, tıpkı zamanı adlandırdığımız ve anlamlandırdığımız gibi.” Ayfer Tunç’un bu görüşleri açısından romanların yeri ne? DİNAMİKLERİ BAĞLAMINDA AYFER TUNÇ ROMANLARI Yazınsal türler, kendi yapılarının zorunlu sonucu olarak doğuyor denebilir. Romanı öyküden, öyküyü denemeden, anlatıyı romandan ayıran yanlar, söz konusu türlerin genetik yapıtaşlarında kendisini koyuyor olmalı. Bu çerçevede iyi bir roman, yapısında barındırdığı sağlamlık, bağışıklıkla, sonuçta zamana karşı gösterdiği dayanıklılıkla başarılı olmaya hak kazanıyor denebilir. Dostoyevski, Kafka, Faulkner, Mann, Uşaklıgil, Örik, Sabahattin Ali, Orhan Kemal romanlarının başarısını burada aramak gerekiyor demek ki. Verimleyicisine bağlı olarak öyle sağlam bir genetik yapıyla doğuyor ki roman, yüzyıla, yüzyılla CUMHURİYET KİTAP SAYI 1044
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle