Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Televizyonda bir film izlerken, filmi beğenip beğenmediğimizi düşünürüz, hatta ona göre, izlemeye devam ederiz ya da etmeyiz. Oyuncuları dikkatle izler, oyunculuklarını yorumlarız. Yönetmenin ustalıkları hakkında birkaç cümle kurarız, görüntülere hayran kalırız. Peki, o filmi seslendirenler? Onlar nerede? Seslendirme yönetmeni Hakan Kaçan, Seslendirmeye Giriş adlı bu ilk kitabında işte bu soruya yanıt aramaya çalışıyor. Ë Utku ERİŞİK ir olayın bilinmeyen yönlerini hep “perde arkası” deyişi ile anlatırız. Bir tiyatrocu olarak, bunun ne demek olduğunu çok iyi bilirim. İzleyici gelir, koltuğuna oturur, sahnedeki oyunu izler, sonra oyun biter ve gider. “Perde arkası”nda yaşananlardan habersizdir. Tiyatronun sinemayla karşılaştırıldığı anlamsız tartışmalar vardır; sanki iki düşmanmış gibi gösterilir, dövüştürülür söz meydanında. Oysa birbirini öyle güzel besler ve tamamlar ki. Burada kastettiğim yalnızca “oyunculuk” ve filmde izlediğimiz oyuncular değil. Burada da bir “perde arkası” ve oranın kahramanları vardır. Ses ve ışık teknisyenlerinden kameramanlara ve ulaştırma görevlilerine kadar yüzlerce kişiyle bir de çoğu kez üzerinde hiç düşünmediğimiz seslendirme sanatçıları. Televizyonda bir film izlerken filmi beğenip beğenmediğimizi düşünürüz, hatta ona göre, izlemeye devam ederiz ya da etmeyiz. Oyuncuları dikkatle izler, oyunculuklarını yorumlarız. Yönetmenin ustalıkları hakkında birkaç cümle kurarız, görüntülere hayran kalırız. Peki, o filmi seslendirenler? Onlar nerede? Hakan Kaçan’dan bir alan araştırması Seslendirmeye Giriş Seslendirme yönetmeni Hakan Kaçan Seslendirmeye Giriş‘i, “adları jenerikte yer almayan seslendirme emekçilerine” ithaf etmiş. Hemen belirtmemiz gerekense, Hakan Kaçan’ın konuyu olağanüstü yalınlıkta ve okuru eğlendirerek anlatması. Belki de bugüne dek hiç merak etmediğimiz bir konu hakkında bir kitabın merak uyandırması, bu merakımızı da akıcı ve yalın bir dille gidermesi kolay değil. Seslendirmeye Giriş, bu noktada kendisini zirveye taşıyor. Hem de tüm teknik bilgileri de içermesine rağmen. Kitapta, bu işin bir “sesimizle oynama sanatı” olduğundan yola çıkılarak, tüm aşamaları ayrıntılı bir şekilde anlatılmış. Özellikle sanat dünyasının vefasızlığı gündeme çok getirilir; yazar, bu konuda az rastlanır bir incelik göstererek, kitabının neredeyse tamamını bu vefa duygusuyla yazmış. Seslendirme sanatına emek verenler, konu ne olursa olsun, sayfaları çevirdikçe karşınıza çıkıyor. Bu da, “hepsini bir sayfada toplayıp, adlarını sıralayarak baştan savma, yapmış olmak için yapmış olma” amacı taşınmadığını, tam tersine bu kitabı asıl yazanların onlar olduğunu hissettiriyor okura. Türkiye’de seslendirmeyi başlatanlardan birisinin de Nâzım Hikmet olduğunu ve hatta bir dönem de seslendirme yönetmenliği yaptığını; teknik olanakların bugünkü kadar çok olmadığı zamanlarda seslendirme sanatçısı Ferdi Tayfur’un hem Laurel’i hem de Hardy’i seslendirirken, “Üç Ahbap Çavuşlar”ı Ermeni şivesiyle, Eddie Canton’u Kayserili şivesiyle seslendirebilme başarısını gösterdiğini düşünecek olursak, çok uzun yıllardan bu yana kaç değerli sanatçının nasıl özverilerle ve emeğiyle bugünlere gelindiği anlaşılır. Kitapta konunun teknik ayrıntılarına girilirken metin örneklemeleri yapılmış. Kimi zaman bir şiirle, kimi zaman bir diyalogla, bir monologla, bir oyun metni ya da film senaryosundan alıntılarla, söz konusu başlık renkli bir şekilde okura sunulmuş. Çok sevdiğiniz bir oyundan bir tirada rastlamak da, yıllardır unutamadığınız bir filmden bir sahneye rastlamak da mümkün. Okuru şaşırtan, gülümseten bir “nostaljik” havanın da yakalanmış olması, “Seslendirmeye Giriş” kitabını herkesin büyük bir keyifle okuyabileceğini kanıtlıyor. Türkiye seslendirme konusunda birçok ülkeden daha önde. Bunda hiç kuşkusuz seslendirme sanatçılarımızın başarısının çok önemli bir payı var. Seslendirmeye Giriş, işte bu “gizli kahramanları” da tanıtıyor bizlere. Birkaç örnek vermemiz gerekirse: Abdurrahman Palay adı, bugün birçok izleyiciye bir şey çağrıştırmayabilir ama eski Türk filmleriyle özdeşleşmiş “N’ayır, n’olamaz!” sözlerinin ona ait olduğunu söylediğimizde herkes anımsayacaktır. Yılmaz Güney, Cüneyt Arkın, Murat Soydan, Kartal Tibet, Orhan Gencebay, Kadir İnanır, İbrahim Tatlıses ve Ümit Besen gibi isimleri seslendiren kişidir. 1970 yılında aramızdan ayrılana dek, Türkan Şoray, Filiz Akın, Fatma Girik, Sezer Sezin, Hülya Koçyiğit gibi Yeşilçam yıldızlarını seslendiren Adalet Cimcoz. Çağrı filmindeki o kulaklarımızdan gitmeyen Anthony Quinn sesi de, Agâh Hün’e ait. Ayhan Işık, Ediz Hun, İzzet Günay, Tarık Akan ve Engin Çağlar’a “ses veren”lerden biri de Hayri Esen. Yine tiyatrocu olan Necdet Mahfi Ayral’ın kızı Jeyan Mahfi Ayral da, Emel Sayın’ın tüm filmlerindeki sesi. Çizgi film kahramanı Tweety’i de Berrak Kuş seslendiriyor. Türkçe dublaj filmlerde, Webster, Oya Küçümen’le; Shrek ve Garfield, Okan Bayülgen’le; Slyvester Stallone ve Bill Cosby, Sezai Aydın’la; Mel Gibson da Hakan Vanlı’ya özdeşleşti. Seslendirmeye Giriş, bunlar gibi birçok ilginç bilgiyi içeriyor.? Seslendirmeye Giriş/ Hakan Kaçan/ Cinius Yayınları/ 288 s. beş duyuyu (onun “lüks tutkular”dan saydığı tat alma, dokunma, görme, duyma ve koklama) dört duygusal tutkuyla (arkadaşlık, aşk, hırs ve akrabalık) ve üç dağıtıcı tutkuyla (dalavereci, başkaldırıcı, düzenci tutku; art arda dönüp gelen, çelişen, uçarı tutku; coşku verici, harekete geçirici karma tutku) birleştirir.” Bir başka aydınlatıcı nokta ise Fourier’nin lüks konusunu, “iç lüks” (bedensel güç, incelik, duyulardan etkin biçimde yararlanabilme) ve “dış lüks”(maddi servet) olmak üzere ikiye ayırması. Bu kitabın kapağında her ne kadar “Lükse Övgü” yazsa da, o dünyanın içine girdiğinizde bundan çok daha fazlasıyla karşılacağınızdan emin olun; örneğin yaşama sanatına ilişkin çok değerli yorumlar okuma fırsatı bulacaksınız: “Yaşama hazzını gerçeğe dönüştürmek için belirleyici üç değere saygı göstermenin zamanı gelmiştir: Zaman, sessizlik ve enginlik.” Her bir kavram için sunulmuş derin anlatımları, kitabı okurken çıkaracağınız keyfe bırakıyorum. Son olarak Paquot’nun bir de hoş sürprizi olduğunu söylemeliyim. Kitabın en başında bahsettiğim lükslerimden Montblanc dolmakalemle yeniden son sayfalarda karşılaşıyorum ve Paquot şöyle diyerek o satırları okuyan herkese muhteşem kitaplar sunuyor. “Lüks üstüne çok şey yazılıp çizilmiştir ve her zaman Montblanc dolmakalemle değil. Bu denemeyi yazarken bana eşlik eden başka çağdaş yazarların başka kitap ve makaleleri...”? Lükse Övgü/ Thierry Paquot/ Çeviren: Orçun Türkay/ Can Yayınları/ 144 s. B Ë Begüm BAŞOĞLU itapların büyülü dünyasına yaptığım bir uçak yolculuğunda okumaya başladığım Thierry Paquot’nun Lükse Övgü’sü, şu cümleyle başlıyor: “Lüks mü? ‘Lüks’ dediğiniz anda herkesin ona kendince bir örnek vereceğini fark edersiniz.” Ardından bahsettiği örnekler geliyor sırayla; Louis Vuitton çantalar, Dior parfümler, Fauchon konserveler ve daha birçoğu. Ben ise kendi içimde yanıtlamak istiyorum bu soruyu ve benim “lüks” tanımıma girenlerin nesnelerden çok, onlarla veya onlarsız yaptığım eylemler olduğundan bir kez daha emin oluyorum. Babamın bana hediye ettiği Montblanc dolmakalemi ile yazmak, B.B. inisyalli havlularıma yüzümü kurulamak, çiçek desenli porselen fincanda bergamot aromalı çay içmek, telefonumu istediğim zaman kapamak ve Sergio Rossi ayakkabılarımla hiç canım yanmadan saatlerce dans etmek gibi lükslerim var hayatta. Ne olursa olsun yaşamıma keyif ve rahatlık katması gibi koşullarım var kendi lüks anlayışımda. Bunlardan kimileri tamamen bana özgü kimileri ise dileyen herkesin parayla satın alabileceklerinden. İşte Paquot da bunu sorguluyor. “Arzu nesnesi” diye ifade edilen örneklerin ardından da bir grup insanın, lüksün tanımı için “Karayipler’de bir gemi yolculuğu, Monaco’da kayalıkların üstünde, panoramik bir Akdeniz manzarası olan bir penthouse” gibi cevaplar vereceğinden bahsediyor. En basite indirgeyip ge Thierry Paquot’dan K Lükse Övgü Lükse Övgü, lüks sözcüğü üzerine yapılmış tüm tanımlamaları sorguluyor. Çünkü, günlük yaşamımızın üzerinde neredeyse hiç düşünmeden kabullendiğimiz pek çok ayrıntısı, aslında sorgulanmaya, üzerinde yeniden düşünülmeye değer. Paquot, bütün bu sorularla, kabuğunu kaldırdığımız eski yaşantımızın altından, hepimize soluk aldıracak yepyeni anlayışlar çıkarabileceğimizi düşünüyor. nel anlamda kabul gören anlamını da giriş bölümünde derhal veriyor Paquot: “Lüks gereksizin kullanımıdır.” Bu kez bambaşka bir tartışmanın içine dahil oluyoruz. “Gerekli” ve “gereksiz” kavramları. Bu konuda genel geçer bir doğru olmadığının aşikâr olması nedeniyle de ucu açık bir tartışmanın hararetine giriyoruz. Şahsen benim çok hoşuma gidiyor ve Paquot’yla aynı fikirde olduğumu görüyorum: “Gerekliliği öngörüldüğünden çok daha düşük olan bir mal çok pahalıya satın alınabilir ya da neredeyse hiçbir şey ödenmeden olağanüstü bir tatmin yaşanabilir. Özenç kişiliğime katkıda bulunuyor, gereksizlik beni büyülüyorsa, neden bundan yoksun bırakayım kendimi?” Bu anlamlı cümlelerin ardından “gerekli, yararlı olan şey bize hizmet eden şeyse şayet, bugün bize hizmet etmeyen bir şeyin yarın işimize yarama olasılığı Thierry Paquot nın da göz ardı edilmemesi gerektiğinden” bahsediyor. Hatta bu denemeyi yazmak için uzun zamandır kütüphanesinde duran ve hiç dokunmadığı kitapları tek tek incelediği örneğini veriyor ve işte Paquot bir kez daha haklı çıkıyor! Ünlü ütopik sosyalist ve filozof Charles Fourier’nin konuya ilişkin düşüncelerinin anlatıldığı satırlar ise kitabı daha da ilginç hale getiriyor: “Fourier’ci şema SAYFA 18 CUMHURİYET KİTAP SAYI 1087