02 Mayıs 2024 Perşembe English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

‘Kadın Öykülerinde Karadeniz’ İçimden bir Karadeniz geçiyor Sel Yayınları, İstanbul ve Ankara’dan sonra bu kez Karadeniz’i konu alan bir öykü antolojisi sunuyor okura. Öykülerin yazarları yine kadın, kitabın adından da anlaşıldığı üzere. Kadın Öykülerinde Karadeniz’in önemli yanlarından biri, yirmi üç farklı bakışla Karadeniz için sorular soruyor olması. Her öyküde Karadeniz’i gözleyen bir kadının sorusuyla karşılaşılıyor. Ë Aslı SOLAKOĞLU ir kenti, bir coğrafyayı sevmek orayı anlamakla mı başlar? Böyle olmalı. Hayatımıza aldığımız, sevip kucakladığımız herkes ve her şey için böyle olmalı. Hatta ayak basmadığımız yerler için bile… Benim için Karadeniz gidilmiş, gezilmiş, toprağına yüz sürülmüş; dalgasıyla el ele verilmiş, yaylalarıyla dertleşilmiş, uzak ama aklımın köşesinde takılı kalmış bir yer olmuştur hep. Düşündürmüştür. Gençliğimin en heyecanlı zamanına denk gelen buluşmamızda, Karadenizliler sayesinde kendimi yeniden ölçüp biçmişimdir. Öyle ki, yıllar sonra hâlâ bende saklı duygunun dünyadaki tüm hırçınlığı barındırdığını düşünürüm. Bu yüzden “Karadeniz” çekmecemde özenle sakladığım bir not defteridir. Şimdilerde, not defterimin sayfalarıyla Kadın Öykülerinde Karadeniz’deki öykülerin sayfalarını birlikte çeviriyorum. Kitabın editörü Efnan Dervişoğlu’nun önsözüne giriş yaptığı, “Hırçındır, delidir de gerçekten kara mıdır bu deniz?” sorusuyla başlıyorum ben de öyküleri okumaya. Sahi adından da bağımsız, neden karadır, hırçındır bu Karadeniz bizler için? Gerçi, Dervişoğlu önsözün devamında kendi sorusunu, bir ana edasıyla yanıtlıyor:“ …başka hiçbir yer, böyle uzağa düşürmez çocuklarını. Karadeniz istemez de gitmeye yazgılıdır birileri…” Çocuğuna duyduğu hasretle devam ediyor, “Otoyollar yapıldı, tüneller açıldı, öfkesini içine attı. Yeter ki kalkınsın, iş bulsundu, bırakıp gitmesindi çocukları…” Ama oyunda düşüp yaralanan çocuğuna da kıyamıyor Dervişoğlu:“‘Ha uşaklar ha!’ deyip horona duran, tulumun sesinde dağlara vuran, çabuk öfkelenip çabuk durulan ve nereye giderse gitsin geldiği yeri unutmayan çocukları…” Öyle ya, birileri çekip gidecek, başka birileri kazıp değiştirecek; büyütüp geride kalan özleyecek, öfkelenecek, kararacak ama yine de şefkatli sözcüklerini esirgemeyecek… Hangi kadın, bu yazgıyı içinde besleyip büyütmeden, sorgulamadan durabilir ki? Yazmayı işi bellemiş hangi kadın, yazgısınıderdini kâğıda bulaştırmadan durabilir ki? Sahi, bir kadının yazgısıyla bir coğrafyanın yazgısı benzeşebilir mi? Hep konuşulur, hâlâ konuşulur: Kadın edebiyatı yoktur, edebiyatta kadın söylemikimliği vardır. Bence de böyledir. Kadın yazarlar, tıpkı erkek yazarlar gibi kendi gerçeğinin yolunu takip ederek acısını metinlere akıtır. Bu düzen içinde cinsiyetinin ve cinsiyetçiliğin ona verip aldıklarıyla, çarpıp böldükleriyle donanımlıdır kadın yazarlar. Her kadında değişen öznel, kaba anlayışlarla çerçevesi çizilmiş genel kadınlık halleri üzerinden kalem oynatırlar. Özde yatan ve sözde kabul gören, sözde yüceltilen ve özde reddedilen haller… Böyle yazmayı seçmemiş, kalemi bu perspektifte bilenmemiş kadın yazarların metinlerinde bile kadınlık hallerinin değişik kokularını almaz mıyız? İşte, Sel Yayınları’nın İstanbul, Ankara’dan sonra Karadeniz için bir araya getirdiği öykülerin bir diğer önemli yanı, bu coğrafyaları anlamamıza kadın söylemlerinin eşlik etmesi. 23 farklı bakışla Karadeniz için sorular sorulması… Her öyküde Karadeniz’i gözleyen bir kadının sorusuyla karşılaşılıyor. Yaşar Seyman, Trabzon için “…hep o soruyu sormuşumdur kendime: ‘Burada mı kalacağım?..’” diye başlıyor öyküsüne. “Koca sevdaları ansızın bırakıp giden Karadeniz kadını her haliyle yaşıyor öykülerde; kimi öyküde anlatıcı oluyor, kimi öyküde de anlatılan. Örneğin Müfide Güzin Anadol, dünyayı terk edip giden hasta kocalarının yazgılarıyla yazgısı birleşen çilekeş bir kadının ağzından emekçileri anlatıyor. Erendiz Atasü’nün öyküsünden de, “işinden ve içkiden zevk alan”, “nasırlı derilerin içinde, taş, tahta, metal parçalarını incitmeye kıyamayan yumuşak, sevecen dokunuşlu eller”i olan bir Bayburtlu geçiyor. Zerrin Koç, 1919 Samsunu’nda gezdiriyor bizi. “Ölümle arasında bir yastık” olan insanları, “yetmiş yıllık yoksulluktan gelenleri”, “çokça konuşması, gülmesi, düşündüğünü söylemesi ayıp” olan kadınları hikâye ediyor. Kevser Ruhi ise, öyküsünün adına yakışır şekilde “yazgısı kahır… ışıl ışılken sararan, taş kesilen”, “Değil mi ki kadın doğurandır, sancının her türlüsüne hükümlüdür…” diyen Kehribar Kadınlar’ı konuk ediyor. Semra Özdamar, B biraz dışardakiler, biraz içerdekiler… Yeşim Ustaoğlu ise, “Bir gün birdenbire hiç tanımadığınız, hayatlarının akışı kendi ritminde ve anlamında sürüp giden insanların mahremiyetlerine girip sonra oradan uzaklaşmak bana hep çok can yakıcı gelmiştir” diyerek içini döktüğü bir anıöykü ile selamlıyor okuru. Kitapta çocuklar, çocukluk izleri de var; Derya Önder’in kendi çocukluğunun peşinden giderek yeniden yollara düştüğü Tokat var örneğin. “Bir çocuğun anılarına ne kadar güvenebiliriz?” diye soran bir kız çocuğunun gözünden Tokat’ın betimlenişi var. Zeynep Aliye’nin öyküsündeki çocuk ise ilk gençliğe geçişini, evlilik kararını sır arkadaşı mavi balinanın tanıklığıyla anlatıyor. Zeynep Aliye bu sancıyı ustaca resmediyor. Sevda Yüksel’in öykü kişisi de Samsun’daki çocukluğuna, ilkokul arkadaşı Selçuk aracılığıyla uzatıyor sözcüklerini: “Ben Selçuk’un yanında kalan çocukluğumu çok seviyordum.” YENİ ANLAMLAR İçinde çocukların konuştuğu, koşup oynadığı başka öyküler de var kitapta. Öyle ya, çocuksuz bir Karadeniz mümkün mü? Her yer, çocuksuz biraz eksik değil mi? Örneğin Fatma N. öyküsünde, “Habire kız doğurmuşuz, belki bu yüzden olanların hepsi…” diyerek başka türlü bir özet yapıyor. Gülseren Engin, duvarın önünde oturduğu halde, “Denize bakıyoruz…” diyen köylü kadına bir cümle daha söyletiyor: “Deniz bazen uslu çocuk gibidir.” Böylelikle, balıkçı oğulların ve kocaların kurban verildiği Karadeniz bir çocuğa dönüşüveriyor, yaramazlık yapmaması için gözlenen oyuncu bir çocuğa… Dilek Aslaner’in öyküsünde ise, “Bütün işlerden emekli olunca, insanın zamanı sohbet etmekten ve beklemekten başka bir işe yaramıyor,” diyen yaşlı bir adamın çocukluğuna selam göndermesini okuyoruz. Umran Uygun’un öyküsünde de, “Dünyamızın sınırları mahallenin sınırlarıydı belki…” diyerek mahallesini anlatan bir çocuk var. Öyküden Trabzonlu Rumlar da geçiyor, müteahhit olan eski milletvekilleri de, evde bakılan kartalı vuran albay amcalar da, Amerikalı askerler de… Leyla Ruhan Okyay ise “Severdi ya. Denizi de, Nâzım’ı da, insanları da” diye tarif ettiği yaşlı balıkçı ile aşkını, Karadeniz’in hırçın ama kıymet bilir dalgalarına salıyor. Dilber Saka’nın şarkılarla, türkülerle harmanladığı öyküsünde de dalgalar köpürüyor. Kocasını denize veren bir kadının sözcüklerini, oğlu, gelini ve ölü kocasınınkilerle yan yana getiriyor. Onlar konuşurken Karadeniz soruyor ve ağlıyor. Öykülerde, şiirlerde sorulara yanıt bulunmaz elbette. Soruların kendisi bulunur. Sordukça düşünce alanları oluşur, düşündükçe yeni anlamlar üretilir. Anlam, hayatımızı güzeller. Daha da ne istenir ki bir yaşamdan, hele ki bir kitaptan? ? [email protected] Kadın Öykülerinde Karadeniz/ Sel Yay., Temmuz 2009/ 179 s. SAYFA 5 kadın” olarak anlatıyor ve “Karadeniz’le kavgalı kadının aklına, Karadeniz’in yükünü taşıyan kadınlar gelince; yüreği baharlanır…” cümlesiyle noktayı koyuyor. ACIYI TARİF... Çiğdem Sezer, Apışarası Sokak öyküsünde, öykünün adından başlayarak “nataşalık müessesesini!” tartışıyor ve böylelikle tarif ediyor bölgeyi ama aslında bir acıyı. Sevgi Özel de, Sorma Ne Haldeyim derken nataşaları düşündürüyor. Bu öykülerle yabancı kadının nataşalaştırıldığı, hor görüldüğü bir Karadeniz çıkıyor karşımıza. Müge İplikçi’nin öykü kişisi, “Artık kocası olmasa da amcasının oğlu, amcasının oğlu olmasa da kızlarının babası” olan Ethem’in hastalığı üzerinden, Karadeniz’in başına musallat olan kanser hastalığını anımsatıyor. kemençenin yol havası eşliğinde, “…gitmezse ihanet olacaktı bu. Geçmiş yıllara, Kadırga’ya…” dediği Emine Nine’nin son kez yaylaya çıkışını, son kez horon tepişini anlatıyor. Yağmursuz bir Karadeniz düşünebilir miyiz? Aysel Özakın’ın öyküsü yağmurla başlıyor: “Yağmur küçük Karadeniz kasabasının dar, ıssız sokaklarını fısıltılarla dolduruyordu.” Saliha Yadigar’ın öyküsünü ise, “O görkemli dalgaların, yumuşak bulutların, başı dumanlı dağların, kederli ormanların bir parçasına dönüşebilmek için…” okuyoruz. Esra Odman, babasının izini sürmek için Sinop Cezaevi’ne gelen bir kadının gözyaşlarını, incir kokusuyla buluşturup ulaştırıyor bize. Sinop Cezaevi’nde geçen bir öykü de benden: Turizme açılan, “hiçbir şey için zaman olmayan” bir cezaevi, “bakışları perdesiz, oyuncu” bir çocuk hükümlü; CUMHURİYET KİTAP SAYI 1018
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle