Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
¥ ğenirim. Öğretmenim… öyküsünü eşimle birlikte okurken çok duygulandık gözlerimiz dolu doluverdi. Müşerref Hekimoğlu’nun Aziz Nesin’le aralarında geçen herkesin bir parça şımarmaya ihtiyacı olduğunu anlatan bir metni vardır. Kesip sakladım. Dedeleri, nineleri “Çok şımartıyorsun” diye paylayan anne babalara okutuyorum. Bu üç metin “okuma parçaları olarak” ders kitaplarına girmeli, diye düşünüyorum. Gelelim yabancılara, yabancılardan da sevdiklerim hep Türk düşmanı kötü şansıma. Ama tabii onlar o gözle bakabilirler.. içimizdeki bedhahlara bakmalıyız. Onları veto edebiliyorum ama yabancıyı edemiyorum. Göçebe’nin yazarı Knut Hamsun’u çok beğenirim, yani beni tetikler o anlamda. Sıkıldığım, bunaldığım zaman alır Dünya Nimeti veya Göçebe’den bir iki pasaj okurum, hemen yazmaya heveslenirim. Türkleri kan içen barbarlar diye niteler Kunt Hamsun ne yazık ki. Türk düşmanıdır yine maalesef Andre Gide de. Örneğin Marcel Aymé’yi çok severim. Onun Duvargeçen adlı kitabındaki Bir Poldev Masalı’nı 50 yıldır eskimeyen bir beğeniyle tekrar tekrar okurum. Yapıtlarınızda öne çıkan objeler konusu... Bir rapsodi hatta parodi şeklinde zincirleme bir yapıda kenetli... Anlatır mısınız? Ben, değil desen yapmak, doğru dürüst bir çizgi bile çekemem ancak resme tutkunum. Çok sergi gezdim. Bir gün “Köyümüz” gazetesinden acele bir yazı istendi. O gece oturup alelacele “Resim, Ressam ve Galeriler” diye bir yazı yazdım. Çevremde beğenilince yazmayı sürdürdüm. Ortaya Resmin Çağrışımıyla diye bir kitap çıktı. Bir büyüğümle Boğaz Köprüsü’nden geçerken idare binalarının yanındaki “anıttaş”ı gösterip kufi yazıyla “maşallah” yazdığını söylediğinde şaşırdım ve otuz yıldır ayrımına varmayışımdan utandım. Buna benzer kültürel paylaşımlar. O kitapta biraz bunu yapıyorum, görüp de farkına varmadığımız şeyleri işliyorum. Böyle bilgiler veriyorum şu şunun binasıdır, şu mimar Vedat’ındır falan diye ayrıntıların üzerinde durduktan sonra şöyle devam ediyorum: “Eskiler küçüklerini böyle bilgilendirirlerdi. Bu bilgiler kitaplarda da yazıyordu mutlaka ama okuduğunuz kitaplarda rastlamamışsanız nereden bilecektiniz. Artık ben de genç değilim ve fazla bilgi sahibi olmamakla birlikte önceki yaşlıları taklitle yanımdakilere ‘Biliyor musunuz, şu binanın mimarı Sedat Hakkı Eldem’dir, Ziya Osman Saba şu sokakta otururdu” gibisinden lafı aralayıp bildiklerimi aktarmaya çalışıyorum. Fethi Naci yol gösterdi o kitabında. Evet Batılı bir şair onon beş bin sözcüklü okyanusta yüzerken, en ünlü şairlerimiz bin küsur sözcüklü derelerde çimiyorlardı. Bazı yazarlarımız, şairlerimiz bu bilince eriştiklerini yapıtlarında hissedilir bir şekilde kanıtlıyorlar. Bilhassa; ‘ama’, ‘fakat’, ‘lakin’ de diyebilecekken ‘gelgelelim ki gelgelelim’ diyen Salah Birsel, en asık suratlı kelimeleri güle oynaya kullanarak Türkçeye bir kıvraklık kazandırıyor. O çok güzel bir dille, “şıngır mıngır” kendi lafıdır konuşur. Beni en çok üzen şey, katkılarından vazgeçtim ‘yeşşe’leriyle olsun, ‘ferhangi’ takılmalarındaki vurgularıyla olsun, dilimizi dilim dilim doğrayanların çoğunluğu. Dil her şeyidir bir ulusun, en önemli unsurudur. Bayraktan da, topraktan da, dininden de daha önemlidir. Hikmet Kıvılcımlı’nın şu sözünü çok seviyorum; “Atalarımız bize Türkçeyi bıraktıkları için atalarımızdır.” Başka yeri yurt tutabilirsin, inancını değiştirebilir tekrar dönebilirsin ama dilini kaybettin mi artık ulus olman söz konusu değildir. Dolayısıyla dilimiz namusumuz, her şeyimiz. BARDAKÇI VE DEDESİ… Öztürkçeciler ne zamandan bu yana çalışmalarını yoğunlaştırdılar sizce? En verimli dönem bu anlamda ne zaman? Türkçenin ciddiye alınmasının tarihi malum çok eski Kaşgarlı Mahmudlar, Ali Şir Nevailer... Aslında Cemalettin Efgani Batı emperyalizmine karşı İslamiyetin birleşmesi için birçok girişimlerde bulunan değerli bir adam. Onun tezi, her ulus kendi diliyle ibadet etsin. İşte Ziya Gökalp ve “Sen, ben yok biz varız” diyen Mehmet Emin Yurdakul’un Türkçeciliği o zamanlar başladı. Ama tabii Atatürk, her şeyde olduğu gibi vakti gelmeden fikrini söylemeyen o çok büyük adam, oluşturuyor kafasında, taşları yerine koyuyor önce. Bir akşam masada otururken, Samih Rifat Bey’i bulun, diyor (çok yıllar önce galiba Ruşen Eşref’in anılarında okumuştum) Samih Rifat’ın kapısı çalınıyor, hastaymış, hasta hasta gidiyor Ata’ya. Atatürk işi ehline teslim ediyor. Samih Rifat, Osmanlı döneminde uzun yıllar Türkçeye gönül vermiş. Devlet adamı ama büyük bir tutkuyla Türkçeciliği de yürütüyor, Sayın Murat Bardakçı gibi bıyık altından gülen bazılarına karşın. Ve bildiğiniz gibi Türk Dil Kurumu’nun başına getiriliyor. Bu konuda bir Aziz Nesin’i, bir Salâh Birsel’i mutlaka anmak lazım. Benim dilimi etkileyenlerden biri de Salâh Birsel’dir. Sayın Murat Bardakçı, televizyonda Türkçeye gönül verenleri sarakaya alıp incitirken, dedesi Eski Konya Valisi Cemal Bardakçı şöyle yazıyordu, Bolu’da bastırttığı, Sığıntı’lardan ve Mütegallibe’den Neler Çektik adlı kitabında: “Bizim karanlık münevverlerimiz de yabancı kültürlere aynalık yapıyorlar ve mesela Yemen’in bilmem hangi semtinde oturan bir Arap aşiretinde iki aylık deve yavrusuna ne ad verildiğini öğreniyorlar da kendilerini, mensup oldukları milleti ve onun dilini tanımıyorlar, bilmiyorlardı...” Söz buralara düştü mü bitmek bilmez. İsterseniz eski metinlerdeki gibi “vesselam” deyip bitirelim, daha fazla yormayayım sizi. ? gamzeakdemir@cumhuriyet.com.tr Islıkla Çalınan Öyküler / Ekmel Denizer / Cumhuriyet Kitapları / 271 s. SAYFA 11 DİLİN ARILAŞMASI Bir olay üzerine yazmıyorsunuz, önceliğiniz bu değil? Önceliğim dildir, dilin arılaşmasıdır. Dilin arı Türkçe olması yani “kifayet” yerine “yetinmeyi” yeğliyorum. Bunu yapmak sorumluluğunda hissediyorum kendimi. Bunu ne yazık ki çok geç fark ettim. Hani dil ile ilgileniyordum o başka, sevdiğim için, tutkum olduğu için ilgileniyordum ama o sorumluluğu duymak başka. 15 yıl kadar önce Fethi Naci’nin bir kitabında yazık ki dilimizin sözcük bakımından çok zayıf olduğu, en büyük şairlerimizin 15001700 arasında sözcükle yazdığı, oysa İngilizlerin 20 binle yazdığını okuyunca çok üzüldüm ve esas yazarların, şairlerin bu konuda üzerlerine büyük sorumluluk düştüğü bilincine o zaman vardım. CUMHURİYET KİTAP SAYI 1018