Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
K ğustos için “yarısı yaz yarısı kış” denir ya hani, tiyatro mevsimi için de buna benzer bir çağrışım gelir nedense usuma… Ay yarılandı mı, yaz süregiderken daha, ödeneklisi, ödeneksizi tiyatroların emekçileri de üçer beşer toplanmaya koyulur, derken bir kıvılcım, provalar başlayıverir… Çoban ateşi gibi topluluktan topluluğa yayıldıkça yayılır provalar. Özlenmiş bir kadeh rakının ilk yudumu, dip kıyı ciğerlerin en ücra köşesine dek nasıl solunursa sahne de bebelerin tay tayı gibi sevecen bıçkınlıklarla adımlanır, uzak kalınmış onca haftanın, günün ardından şeytan kulağına kurşunlu, nazar değmesin inşallahlı, maşallahlı bir kucaklaşmayla paslar giderilmeye çalışılır… Nice öykü yazılsa, nice film çekilse bu buluşma üzerine yeridir doğrusu… Tutkuyla bağlandığı bir vesikalı yâre kavuşmuşçasına rahatlar oyuncu… “Prova var/ Girilmez” yazısı da asıldı mı salon kapısına, değmeyin keyiflerine. Büyü tüfek çatmışçasına gelir çöreklenir kendiliğinden, sahnedeki bir avuç tiyatrocunun yüreğine siner. Etkileyici, yaşamsal bir gerçekliktir bu; prova başlamıştır, bir kendinden geçme halidir artık tiyatrocunun yaşadığı… itaplar Adası M. SADIK ASLANKARA Hadi provaya!.. zanılmaz. Zihinlerdeki bağımsızlığın, en eski, en önemli savaşçısıdır tiyatro.” (17); “Tiyatro, görüşünü söyler, gösterisini tamamlar; değerlendirme seyircinindir.” (27) Bu durum, kendisi için var olan tiyatro sanatının, dış dinamiklerden, toplumsal altüst oluştan, tarihsel zordan etkilense de yalnız kendi özgül gerçekliği yönünde; iç dinamiklerinin, yasalarının emrettiği doğrultuda ilerleyeceğini ele veriyor. Bir sanat türünün, kendisi için zorunlu koşul olarak öngördüğü özgürlük, başka türlü nasıl yorumlanabilir? Nitekim Roland Barthes’ın tiyatroyu bir “düşünsel deneyim” olarak nitelendirmesini bu bağlamda almak da olası. Yine Keskin’e kulak verelim: “Her sanat dalı gibi tiyatro da, sürekli yaratıcılık gerektirir. Bu yaratıcılık, yalnız oyun ya da oyunculuk değil, tüm tiyatroyu tiyatro yapan öğeler için gereklidir. Daha önceki yazarlar gibi yazmak, daha önceki oyuncular gibi oynamak ya da sahneye koymak, sahne düzeni ve dekor tasarlamak, kostümler yapmak, hiçbir sonuca varmaz. Ne tiyatroya ne sanata ne de genel olarak evrensel kültüre katkı sağlar.” (18) KENDİ PROVASINDA YENİDEN DOĞAN TİYATRO... Bunca sözü, yarısı yaz yarısı kışta ya da yarısı sırtüstü yatmada yarısı provada geçeceği kestirilebilecek ağustos için söylemiş değilim elbette… Kaldı ki lafım ne tiyatroya ne de provasına… Bunu süreç olarak alırsak, sanatın bu sürece değgin içerikselbiçimsel devrimine getirmek sözü olabildiğince… Bizde, sanatın sunumu için gerekli, bu yönde aracılık yapması beklenen ilinek olarak alınıyor daha çok prova… Sanatın kendisinde değil, benimsenip paylaşılmasında, dolaşıma çıkarılmasında hatta tecimselleştirilmesine dönük rağbetinde, tüketilirliğinde görülüyor başarı. Sonuçta sanatın, burada tiyatronun, aslında kendi provasında yeniden doğduğu gerçeği göz ardı ediliyor. Ne var ki Zehra İpşiroğlu, Almanya’daki deneyimine de dayanarak, çağımıza değgin çok önemli bir tehlikenin altını çiziyor: “…Sergilenen oyunlarda sürekli olarak gündeme gelen aşırı karamsarlık, her sahnelemede birbirini izleyen çöküş ve karabasan görüleri, zaman zaman bir tür bıkkınlık duygusu uyandırıyor insanda. …Ben mi artık iyice yaşlandım ve tiyatro izlemekten yoruldum, yoksa tiyatro mu yoruldu sorusunu çok sormuşumdur kendime. Yetmişli yılların en önemli değerleri olan sorgulayıcı ve eleştirel bakış, düşünsel bir tasarımdan yola çıkan dramaturjik çalışma yerini ya yoğun bir karamsarlığa ya da postmodern bir boş vermişliğe bırakıyor çünkü.” (8, 9); “…Örnekleri birleştiren ortak nokta sanatla gerçeğin iç içe girmesi, neyin gerçek neyin sanat olduğunu ayırt edemememiz.” (16, 17); “Öyleyse tiyatronun günümüzdeki işlevini nasıl belirleyeceğiz? Yaşam yapaylaşarak tiyatroya dönüştüğüne göre, tiyatro işlevini yitiriyor mu, yoksa farklı bir düzlemde yaşamını sürdürebilecek mi? Sürdürebilecekse bu nasıl olacak?” (19, 20) Denir ya hani, okur hiçbir şeydir şair, yazar için; bunun gibi tiyatrocu için de seyirci hiçbir şeydir… Seyircisiyle birlikte var olduğu dile getirilen tiyatro sanatı için ne anlama geliyor peki bu? Tiyatrocu için tiyatro sanatı, sahnede seyircinin önüne çıkana dek gerçekleştirilen, sürdürülen kavramsal, eylemsel bütünlüğün kendisidir yalnız. Sahneye çıkan tiyatrocunun sanatı değildir, seyircinin alımladığı bütündür; bu, birebir çakışmak zorunda değildir sanatla. Hiç çakışmadan seyirci önüne çıkabilir. Çakışsa bile tiyatrocu için oyun, provada bitmiştir; sanatçı olarak kendisinin oyundan alacağı verimleme hazzı, provalar eğrisi boyunca yaşanmış, sona ermiştir… Bu yüzden denebilir ki seyirci için sanat seyrettiğiyle sınırlıdır belki, tiyatrocu içinse provalar boyunca sürdürülen çalışmadır sanat, bunun bütünüdür, bundan ibarettir. Evet tiyatrocu için tiyatro sanatı, yalnızca bir prova süremidir bana sorarsanız, o kadar… Sonrasında sergilenen oyun, tiyatrocu için bunun zanaatıdır olsa olsa… Seyirci bunu bir sanat olarak alımlayabilir, bu kendisinde yaratıcı dönüştürümlere yol açabilir ya da sıradan bir sahne eylemi olarak tüketilebilir, ama artık sanatın kendisinden çok “mış gibi” yapılmış olanı vardır ortada. HER OYUN KENDİ PROVASIYLA... Bütün bunlar, sanatın asıl görünmeyende gizli olduğunu, ancak dökülen emekle, bu emeğin yaslandığı disiplinle örüldüğünü, bunların sağlam bir dünya görüşüyle, pay alacağı birikimle, sonuçta henüz zanaat konumuna girmeden önce prova aşamasında temellendirileceğini gösteriyor bize. Sözün kısası sanat, herhangi karşılık beklenmeksizin yürütülen çalışmayla ortaya çıkan verimleme biçimi. Bilimde ya da felsefede görüldüğünce… Oysa bizlerin beğendiği, alkışladığı, hayranlık duyduğu, beslendiği sanatın bir biçimde yeniden zanaata dönmüş hali. Sahne de sanatçının sanat eylemine son verip seyircili zanaat eylemine giriştiği yer. Sanatçısı tarafından dolanımı tamamlanıp olgunlaştırılmış böylesi eşiğe vardırılmış bir sanatsal sürecin canlı halde kendisinin değil, bitmişinin, bir biçimde artık yaşamayanın, ölmüş olanın sunumu olarak da alınabilir bu… Ne ki bütün sanatların anası, asıl doğurganı gözüyle bakılabilir tiyatroya. Böyle olunca tiyatroda prova gerçekliğinin, bütün öteki sanatlar için de zengin bir çağrışım çoğulluğuyla ele alınması, örnekçe yapılması kaçınılmaz hale geliyor kanımca. Oysa ortaçağa dönük olarak Keskin, “bu çağda insanlar(ın) henüz kendi iç karışıklıklarının ve toplumla olan sorunlarının bilincinde” olmadığını vurgularken, “sanki zaman içinde yaşamayan ve sanki zamanın durmuş olduğu dönem” (22) olarak altını çiziyor bu çağa dönük olgunun. Acaba gele gele yeni bir ortaçağın önüne mi çıkıyoruz yoksa? “Sonsöz”ü şöyle noktalıyor yine de Keskin: “(Tiyatro) ölüme karşı savaştır. Ölümün bilincinde olarak bir yaşam, barış ve yaratıcılık çağrısıdır. En eski sanat dalıdır; insanoğlu ile beraber doğmuştur, insanoğlu ile beraber yaşamını sürdürecektir.” (152) Bu doğrultuda Zehra İpşiroğlu’nun önerisi ilginç: “…Bir çöküşü ve bıkkınlığı dile getiren postmodern çağı tüm yorgunluğuyla yaşamakta olan Batı tiyatrosunun özellikle Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerden yeni kazanımlar elde edebileceğine inanıyorum.” (20) Karamsarlık, umutsuzluk yok demek ki! Batı için de! Hadi öyleyse, şimdi provaya, sanatsal üretim sürecine, asıl verimleme alanına! Ama unutmadan ekleyeyim; herkes kendi provasına!… Önümüzdeki hafta bu eğriye katılan sanatçıların verimleriyle sürdüreceğim konuyu… ? CUMHURİYET KİTAP SAYI 1018 A İyi de bu mu prova? Bir uyuşturucu tutkununun doyumuna benzer biçimde gözlenecek bir rahatlamanın adı mı yalnızca? Üzerini kazıyıp bunun, ta derinde yatana bakmak gerekmez mi? Prova, tiyatrocular için sanatsal verime dönük hazırlık süreci olduğuna göre, ilkin ortak payda doğrultusunda bir birikime yaslanması gerekiyor demektir… Buna dayalı olarak da ortak bilinç sergilemesi… Öyle ya, bir önceki sezondan ayrılan, bunu aşan, bunu aşmakla kalmayıp yeni bireşimler getiren, farklı dönüştürümler, biçemler öneren tutum geliştirmesi gerekmiyor mu çalışmasında tiyatrocu?… Yeni bireşimlere, dönüştürümlere, biçemlere varabilmek için klişelerin, hazır kalıpların ötesinde düşünce üretmek zorunlu… Böylesi bir tutum, en azından okuma eylemini, disiplin bağlamında zorunlu kılıyor sanatçıya. Oysa tiyatrocularımızın okuma özürlü oldukları öne sürülüyor öteden beri… Türkçede bugüne dek en geniş tiyatro kitaplığını kurmuş olan MitosBoyut Genel Yayın Yönetmeni T.Yılmaz Öğüt’ü dinlemiştim bir söyleşide. Yayımladıkları onca oyun kitabıyla tiyatro bilimkültür kitapları arasında en çok satanın, oyunculuk sınavı için parçalardan oluşan kendi hazırladığı Sahne Çalışması İçin/ 100 Monolog olduğunu söylemişti. Tiyatrocuların büyük bölümünün öğrencilikte sergilediği okuma düzeyinde kaldıklarını gösteriyor bu durum. İşte ağustosun bir elinin yazda öteki elinin provada olduğu bu dönemde tiyatrocuların da, tiyatroseverlerin de büyük tatlar dererek okuyabileceği iki kitabı aldım masama: Zehra İpşiroğlu’dan Tiyatroda Kültürler Arası Etkileşim (MitosBoyut, 2008), Yıldırım Keskin’den Tiyatronun İlkeleri (Doruk, 2008). PROVADA TİYATRONUN İÇLERİNE DOĞRU YOLCULUK... Yıldırım Keskin, romanlarındaki kıvraklığa, oyunlarındaki dramatik sağlamlığa dayalı bir temelde kaleme aldığı, soluk soluğa okunan Tiyatronun İlkeleri’ni beş ayrı bölümden oluşturmuş: “Tiyatro”, “Yazar”, “Oyuncu”, “Oynamak”, “Yönetmek”… Bu beş bölümün tümü de bir romanın ardışık bölümleri gibi heyecanla okunuyor. Sahne çalışmalarını eylemli sürdürenlerin de tiyatroyla yalnızca izleyici olarak ilgilenenlerin de hem yararlanarak hem kolayca okuyabileceği bir kitap Tiyatronun İlkeleri. Keskin, tiyatroda provaya değgin şu notu düşüyor: “Dünyanın ne yanında olursa olsun, bir oyun hazırlanırken, provaların daha ilk gününde, bunun bir yaratıcılık çalışması olduğu anlatılmaya çalışılır. ‘Deha içinde çalışacağız’ denilir ve bu görüşle oyunun meydana çıkarılmasına girişilir. Her alanda daha iyisine, daha güzeline ve daha görülmemişine doğru gidilmelidir. Yaratıcılık uzun bir çalışma, sabır ve yetenek işidir. Her oyun seyirci için bir sürpriz olmalı, onu şaşırtmalı, ona yeni bir tat vermeli ve heyecanlandırmalıdır./ Yaratıcı olmayan tiyatro, tiyatro değildir.” (22) Prova, tiyatro sanatının ta içine, içlerine doğru çıkılan en yoğun, en özlü yolculuk olarak alınabilir… Bir şiir, öykü ya da roman dosya halinde, film kurgu aşamasındayken, müzik yapıtı beste sürecinde, resim tuvalde kavgasını verirken sürecin işleyip kendi varoluşunu tamamlamasına benzer bir şey bu… Bunu Keskin’in yapıtı boyunca sürekli duyumsamak olanaklı, nitekim bu bilinçle yaklaşıldığı da ortada zaten. Çünkü “tiyatro, her zaman, özgürlüğünü elde etmek ve tiyatroyu bir özgürlük alanı yapabilmek için savaşmıştır.” (15); ”Tiyatronun, bir özgürlük savaşı olduğuna kuşku yoktur. Özgürlükler yalnız savaşlarla, devrimlerle ya da ayaklanmalarla ka SAYFA 20