02 Mayıs 2024 Perşembe English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Ahmet Oktay’la ‘Popüler Kültür’den TV Sömürgesine’ ‘Her şey eğlenceye göre biçimleniyor’ İthaki Yayınları, Ahmet Oktay’ın bütün yapıtlarını yayımlamaya devam ediyor. Dizinin, Popüler Kültürden TV Sömürgesine adını taşıyan dördüncü cildinde, Oktay’ın Türkiye’de Popüler Kültür (1993), Toplumsal Değişme ve Basın (1987), Yazın, İletişim, İdeoloji (1982) ve Medya ve Hedonizm (1995) kitapları yer alıyor. Bu kitaplarında yazar, kendi deyimiyle, yazılı ve görsel basında yayımlanan çeşitli ürünlerde sunulan içeriğin nasıl bir anlamlamaya yol açtığını ve bu anlamlandırmanın izleyicileri doğrudan doğruya egemen sınıfların bakış ve düşünce açısına uyumlandırmayı amaçladığını göstermeye çalışıyor. Oktay’la kitle kültürünü ve medyadaki yozlaşmayı konuştuk. Ë Mehmet ÇAKIR u ciltte yer alan kitaplar arasında en yenisinin basım tarihi neredeyse on beş yıl önceye dayanıyor. Birkaç yıl arayla yayımlanmış kitaplar. O dönemde sizi bu kitapları yazmaya iten sebepler nelerdi? İlk ağızdan şunu söyleyebilirim: Biliyorsunuz, fiili gazetecilik yapıyordum o yıllarda. O tarihlerde, 1985’lerde, ‘80 darbesi’nin ardından Türk basınında bir tekelleşme başladı. Gazeteler bir büyük sermaye çevresinde tekelleşmeye ve onların egemenliği altına girmeye başladılar. Tabii bu ister istemez gazeteciliğin sunuş biçimini de değiştirdi. Başlıklar değişti, haber anlayışı değişti... O sırada ben de birtakım kültürel meselelerle ve edebiyat sorunlarıyla daha fazla ilgilenmeye başladım. Bu süreci anlamak, 12 Eylül ne getiriyor, ne götürüyor… onu anlamak için basın üzerinde biraz durmaya başladım. Edebiyat için de aynı şeyi söyleyebilirim, şiir olsun, roman olsun, hikâye olsun… eninde sonunda insanlara bir şey anlatıyoruz. Bir derdimiz var, bu derdi başkalarına iletmeye çalışıyoruz. Tabii, bunu yaparken de ideolojik bir işlev görüyoruz. Sadece şiir yazmıyoruz. Şiirin sonunda o şiir aracılığıyla insanlara götürüp anlatmak istediğimiz bir mesele var. Bu mesele bireyin sorunlarından başlayıp toplumun sorunlarına doğru genişleyebilir. İşte o süreci anlamak için ideolojik olana bakmaya başladım: Nedir ideolojik olan? O tarihlerde, ’70’lerden sonra Marksist çerçeve içinde Althusser’in adı öne çıktı ve ‘ideoloji nasıl bir işlev görür’ sorunu birtakım insanları uğraştırmaya başladı. Biri de bendim. Ne gibi bir işlev görüyoruz söz aracılığıyla? Nasıl bir dünya sunuyoruz ve insanlar bu dünyayı hangi ölçülerde ne kadar anlayabiliyorlar sorunları benim için temel mesele oldu. Tabii son kertede bunlar aslında benim kendi sorunlarımdı. Bu sorunları çözeyim derken böyle geniş bir perspektife yayıldık. 12 Eylül’den sonra medyada baş gösteren değişimden söz ettiniz. Kırılma noktası 12 Eylül müydü? Belki daha öncesine yönelik bazı saptamalar yapmak mümkün ama trajik bağlamda söylemem gerekirse asıl kırılma noktası 12 Eylül’dür. 12 Eylül neredeyse açık faşizan bir rejimdi. Birçok insan bundan zarar gördü, maddimanevi bir yığın kayba uğradı ve uğratıldı. Edebiyat değişti. Şiir değişti. Roman değişti, her şey değişti. Popüler kültür gündelik hayatın kültürü olarak nitelenir. Popüler kültürün içinde belki kendiliğinden muhalif unsurlar bulunuyor olabilir her zaman. Ama kitle kültürü bütün bunları egemen sınıfın beğenisi açısından değerlendirmeye başladı ve hâkim sınıfların düşünce biçimlerini bize, en tercih edilmesi gereken biçimler olarak sundu. GÖRÜNTÜ VE EĞLENCE Kitle kültürü, popüler kültür ve halk kültürü arasındaki ilişki ne durumda? Bugün işler ’80’li yıllara göre daha kötüye gitmiş durumda. Artık iyiden iyiye kitle kültürünün egemenliği altına girmiş durumdayız. Özellikle Türkiye’de ‘80 darbesi’nin ardından, özel televizyon kanallarının devreye girmesiyle, bu süreç çok hızlanmaya başladı. Çünkü televizyon kanallarında artık sabah başlayıp ertesi sabaha kadar devam ediyor yayınlar. Orada yapılan ideolojik elden geçirme, yeniden düzenleme süreçleri çalışan kesimlerin çok aleyhinde ve her şey eğlence bağlamında oluşturulmaya başlıyor. Bir zamanlar son derece etkin olabilen programlar vardı. Mesela Ali Kırca’nın Siyaset Meydanı… Ama bunlar eninde sonunda eğlencenin bir parçası haline getirildi. Her şey eğlenceye göre biçimleniyor artık. Tabii bir de basındaki köklü teknolojik gelişmeler ister istemez basının ölçütlerini de değiştirdi. O da televizyon kanallarına benzemeye başladı. Görüntü ve eğlence ön planda… Bu bütün kültürel işleyiş biçimlerini tersine döndüren bir sürece yol açtı. Bu cildin içinde Toplumsal Değişme ve Basın adında bir ikinci kitap var. Orada basındaki biçimsel değişimleri de irdelemeye çalıştım. Mesela başlık sistemi… Eskiden, benim gençlik dönemimde başlıklar bilgiye dayalı olurdu. Ama giderek imajinatif olmaya başladı. Bilgilendirme amacından çok imgelemi tahrik edici başlıklar bulunmaya başladı. Bu biçimsel değişikler, basının geneline yayıldı. Makale yazış biçimleri, üsluplar, sunulan meseleler… hepsi vulgarize bir kimliğe büründü ve sorunlar basitleştirilerek ele alınır oldu. İlk kitaptaki ‘Popüler Kültür Kavramı’ başlıklı yazıda çizdiğiniz tablo, şimdi söz etiğinizle aynı. O yazıda kullandığınız bir kavram var: tükenme isterisi. O isteri bugün de devam ediyor. Daha ne kadar sürecek sizce? Sonu var mı? Erkenden bir teşhiste bulunmak zor ama gidişatın çok olumlu yönde olduğu kanısında değilim. Her geçen gün biraz daha kitle kültürü tarafından kuşatılıyoruz. Basına bakalım. Kitap eklerine… Kitap eklerinin tümüne karşı çıkmıyorum tabii. Ama onlar da eninde sonunda belirli bir dizgenin ürünü olarak üretiliyorlar. Türkiye’de bu kadar kitap yayımlanıyor. Sosyolojik araştırmalar, tarih incelemeleri, felsefi metinler… Bunların eklerde sunuş biçimine baktığımız zaman meselelerin kendine layık bir biçimde sunulmadığını söylemek gerek. Yakınlarda Baudrillard’ın bir kitabı çıktı, göstergelerin ekonomi politiğine dair. O kitap için doğru dürüst hiçbir açıklayıcı yazı, çözümleyici yazı yayımlanmıyor; bir tanıtılıp geçiliyor. Birçok kitap için böyle. Gelip geçiyor. Son kertede şunu söylemek lazım: Bunların hepsi paralı sorunlara dönüşüyor. ‘Çok Satanlar’ meselesi var ortada. Edebi eserler, edebi oluşlarından ötürü değil, ‘çok satarlık’larından ötürü önemseniyorlar. Bunların hepsi bir kalite kaybına yol açıyor. Yayının hatları belirlense, bir çeşit tek tip yayın yaratılsa bu da ayrı bir kaos yaratmaz mı? Zaten ben de tek tip bir yayıncılığı savunmuyorum. Tek tip yayıncılık da başka türlü bir faşizme yol açabilir. Tek dünya görüşünü savunan, düşünce biçimini savunan ve onu empoze eden bir görüşten yana olmanın olanağı yok. Sorun, şudur benim anladığım kadarıyla: çok sesli ve demokratik bir yayıncılık yapabilmek. Bunun yollarını bulma da meslekte çalışanların işi. Bugün bir televizyon kanalı kurmak mesela, kolay bir iş değil, trilyonlar yatırmak gerekiyor. Oraya yatırdığınızı çıkarmak isteyeceksiniz elbet. Bunun için de sermaye getiri ve götürü hesabını herkesten çok yapıyor. Önemli olan basın sektöründe çalışan insanların daha demokratik bir yayıncılığın ilkelerini benimsemeleri ve çalıştıkları kurumları bu yönde teşvik edebilmeleri. ÖNERİLER... Deneyimli bir gazeteci olarak neler önerirsiniz bunun için? Her şeyden önce şunu söylemek gerek: çalışanların kendilerinin özgürlükçü olması lazım. İnsanlar kendilerini özgürlük yanlısı zannedebilirler ama öyle değillerdir. Çalıştıkları müesseseleri daha özgür olmaya, sözlerinde daha serbest davranabilmeye inandırmalı ve teşvik etmelidirler. Bugün, Türkiye’de basın, üçdört kuruluşun elinde, üçdört sermaye grubunun elinde. Eskiden gazete, gazeteciler tarafından çıkarılırdı. Şimdi öyle değil. Kimin güçlü sermayesi varsa patronaja soyunuyor. Bakın büyük yayın kuruluşlarına, hep B si sermaye sahibidir ve çeşitli sektörlerde yatırım yapmaktadır. Bu nedenle sorunları çözmek göründüğü kadar kolay değil. Birkaç yıldır Türkiye’nin siyasi gündemindeki kutuplaşma medyaya, tarafların yayın organlarına da aksetti. Hatları çok keskin olan yönlendirici yayınlar yapılıyor. Bu durum giderek hoşgörüden uzaklaşan, bölünen bir toplum yaratıyor. Bu süreci nasıl izliyorsunuz? Dediğim gibi, gelişmeler çok umutlu olmaya yol açmıyor. Mesela Türkiye’yi aylardır işgal eden ve işgal edecek gibi görünen bir Ergenekon sorunu var. Burada kimin kime hizmet ettiği belli değil. Haberler sızdırılıyor, bunlar dağıtılıyor, kimin dağıttığı ortaya çıkmıyor… Sızdırılan bilgileri haber yapan insanlar da biraz kendi kendine sormak zorundalar, biz kime çalışıyoruz diye. Her kesimden insan gırtlağına kadar politikaya batmış durumda. Ama bu batmışlığı herkes kendi sorumluluğu çerçevesinde değerlendirmiyor. Haberdir yayınlayalım, sansasyon yaratalım, manşete çıkalım gibi kaygılar baskın geliyor. Bu da tabii basının yozlaşmasına yol açıyor. Bu konuları kişisel ahlakımız açısından olduğu kadar toplumsal açıdan da değerlendirmek gerekiyor. Yoksa bu işin sonu gelmeyecektir. Kitle kültürünün, yaşanılan bu yozlaşmanın Türkiye’de edebiyatı ve şiiri nasıl etkilediğini düşünüyorsunuz? Bir önceki söyleşimizde “Şiiri insansızlaştırıyorlar” demiştiniz. Örneğin bu tespitinizde kitle kültürünün, medyanın rolü redir? Medya etkisi yok gibi görünür ama altında var olduğu anlaşılır son çözümlemede. Günümüzdeki bir takım girişimlere bakarak şiirin insansızlaştırılması meselesine dönmek, bunun ne yoldan sağlanmaya çalışıldığına bakmak lazım. Günümüz şiiri hem insansızlaştırılıyor, hem de sorunsuzlaştırılıyor. Bakın yapılan denemelere. Birçok beyan var ortada ama bunların hepsi tek tek şairlerin kendi çevrelerinde dönen meseleler. Daha çok teknolojik birtakım verilere bakılıyor fakat asıl mesele unutuluyor. Şiir, roman neye hizmet eder? Bunların etik sorunlarla bağını hemen es geçiyoruz artık. Sanki edebiyatın, şiirin etik olanla hiç ilgisi yokmuş gibi algılıyoruz. ? Popüler Kültürden TV Sömürgesine/ Ahmet Oktay/ İthaki Yayınları/ 750 s. SAYFA 15 CUMHURİYET KİTAP SAYI 1018
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle