22 Kasım 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Kitaplar Adası M. SADIK ASLANKARA Belgesel sinemamızda bir okul: Suha Arın... O güzel yol arkadaşlığı için Sevgili Hilmi Etikan’a, Sezgin Türk’e… 28. Uluslararası İstanbul Film Festivali (419 Nisan 2009) yine binbir güzellikle çiçeklenerek yaşamımıza katılıyor… Belgesel sinemanın da her gelen yılla birlikte biraz daha yoğunlaşmış, debisi artmış biçimde, festivalde kendine yer bulduğuna tanıklık yapıyoruz sevinçle… Öteki festivallerle etkinlikler de göz önüne alındığında, belgesel sinemanın ülkemizde kitleler tarafından giderek daha yaygın biçimde benimsendiğini söylemek olanaklı hale geliyor böylece… Bu çok sevindirici kuşkusuz… Ne var ki izleyici, belgesel sinemayı, şimdilik yalnızca verimlenmiş ürünler bağlamında tanıyor, tanımaya çalışıyor… Yönetmen olarak kimler ne emek veriyor, ötesinde belgesel sinemamız için can veren, kan veren, ona kol kanat gerenler kimler, bu konuda bilgilenme gereksinimi duyuyor değil henüz… Var olan bilgilenmelerin ise şimdilik yüzeyselliği aşıp derinleşmeye koyulduğunu söylemek de doğrusu çok güç… Elbette buna da sıra gelecek. Nitekim geliyor da… Zaten öykülü sinemanın (imgesel/uzun metraj) yaratıcıları için nicedir belgeseller çekiliyor, böylece seyirci beyaz perdede filmlerine bağlandığı ünlü yönetmenlerle sinema emekçilerinin yaratıları kadar bunun ardındaki öykülerini de öğreniyor bir fırsatla… Bu yıl da 2009 yapımları olarak Çetin Tunca’nın yönettiği Halif Refiğ Sineması Üzerine Düşünceler ile Memduh Ün, Küçük İnsanların Büyük Dünyası, Sadık Battal’ın yönettiği Tolgal Ziyal, Türk Sinemasının Perde Arkası belgeselleri yer alıyor festivalde. Bu arada belgesel sinemamıza da katkılar sağlamış Ömer Lütfi Akad ustanın 1949’da çektiği ilk filmi Vurun Kahpeye de altmışıncı yılında bir kez daha seyirci önüne çıkıyor, bir “belgesel” havasında… Sevinmeliyiz ki, Türk belgesel sinemasının söylence adı Suha Arın (19422004) için gerçekleştirilen bir belgesel de, üstelik tam bu dönemde, 2 Şubat 2009’da Pera Müzesi Sinema Salonu’nda gösterilmişti. Belgesel Sinemacılar Birliği’nin (BSB) bir galayla sunduğu Bir Türkiye Sevdalısı Suha Arın belgeselinin yönetmenliğini Berrin Avcı Çölgeçen yapmıştı. Berrin Avcı Çölgeçen, Türk belgesel sinemasının tarihine yönelik önemli çalışmalar kotaran bir sinemabilimci yazar, yönetmen. Onun daha öncelerde yayımladığı Belgesel Sinemacı Yönüyle Sabahattin Eyuboğlu (1996) ile Yaşamı ve Belgeselleriyle Suha Arın (2006) kitaplarından “Kitaplar Adası”nda söz etmiştim bir ara… Yanı sıra BSB’nin yayımladığı Belgesel Sinema 2008 ortak kitabında yer alan “Suha Arın Bölümü”ne de değinmiştim… Ya Suha Arın’ın çektiği belgeseller? Bunlar için neler söylenebilir? SAYFA 20 BELGESEL SİNEMADA BİR KURAMCI KURUCU... Sabahattin Eyuboğlu’yla arkadaşlarınca 1950’lerde, veya baştan bu yana resmi kurumlarca (Halkevleri, MEB Öğretici Filmler M, OFFM, TRT vb.) gerçekleştirilen filmlere, bunlardan önceki ya da sonraki evrede yapılan tekil film örneklerine bakarak belgesel sinemamızın tarihçesinde ilk kurucu olarak kabul etmeyebilirsiniz Suha Arın’ı, bu çok doğal. Ama söz belgesel sinemanın kuramsal anlamda, okul bağlamında doğuşuna, bu doğrultuda alana yönelik gelenek oluşturulmasına, böyle bir geleneğin sonraki kuşaklara aktarılmasına gelecekse eğer, o zaman Suha Arın’dan söz etmemek, Türk belgesel sinema damarını buna bağlamamak bir o kadar olanaksız… Sabahattin Eyuboğlu, kendi ekolünün de esinlemesiyle bir aydınlanmacı olarak belgeselin nesnesine odaklanmıştı daha çok. Oysa, evet Suha Arın da belgeselin nesnesini öne çıkarmıştı belki, ama bu nesneye belgesel sinema sanatının, bir adım daha atarak söyleyelim belgeselcinin, yani yaratıcının gözüyle bakmayı öne çekmişti çalışmalarında… Bu çerçevede belgesel sinema türünün, sanat etkinliğinin kuramsal zemine oturtulmasıyla okullaşmasında kurucu gözüyle bakılmayacaksa eğer Suha Arın’a bu, genel bir doğrunun da yadsınması anlamına gelecektir. Belge gerçekliğini, belgesel gerçekliğine dönüştüren, bu çerçevede belgesel sinemada sinema sanatını kurarak öteki bütün sanatlar için de geçerli yaklaşımla sanat nesnesini özneleştirerek ona ilk temel boyutu, derinliği, ayrıntı zenginliğini katan, yapıta sinema diliyle ayrıntı işlevselliği kazandıran, onu anlam örgüleriyle, katmanlarıyla birlikte edilgenlikten çıkarıp karaktere dönüştüren, sonuçta belgesel sinemada ilk sanatsal dönüştürümleri gerçekleştiren Suha Arın olmuştur demek de olası kuşkusuz… Onun 1964’te başlayan belgesel sinema serüveni yaklaşık otuz beş yıl boyunca, ölümüne dek ürettiği ellinin üzerindeki filmle yukarıda vurgulamaya çalıştığım yanları çok açık biçimde gösteriyor… Bugün Suha Arın’ın gerçekleştirdiği belgesellerin DVD kopyalarına, yine kendisi tarafından kurulan MTV Film Televizyon Video “Kültür Belgeselleri Dizisi”yle ulaşabilmek olanaklı. (212.2728602/ www.mtvfilm.com) Yönetmenliğini Süha Arın’ın üstlendiği, 1976’dan 1996’ya yirmi yıl içinde verimlediği on kadar belgeseli ele alarak onun sinemasından estetiketik notlar çıkaralım istiyorum bu “Kitaplar Adası” yazısında. İlkin, bu filmler neler, adını anayım: Safranbolu’da Zaman (1976), Kapalıçarşı’da Kırk Bin Adım (1980), Kariye (1984), Ağacın Türküsü (1987), Dünya Durdukça (1988), Hüseyin Anka ile Si nan’ı Yeniden Yorumlamak (1989), Topkapı Sarayı (1991), Ayasofya (1991), Altın Kent İstanbul (1996) Şimdi bu filmlerin ışığında Suha Arın belgesel sinemasının estetik, etik değerlerine dalıp bunları notlayabiliriz artık… SUHA ARIN SİNEMASINDA ESTETİKETİK İLKELER Suha Arın’ın hangi belgeselinden içeri adım atarsanız atın, gerek sanatsal gerekse bilimsel tutumundaki kunt duruşuyla karşılaşıyorsunuz ilk önce. Gerçekten de belgesellerinde bu duruşla karşılaşmamak, bu yönde açılımlar getirdiğine tanık olmamak olanaksız onun. Bu yaklaşımı Arın’ın, iki ana yönsemede somut biçimde görülebiliyor: 1.Çelişki barındırmayan önerme bütünlüğü, 2.Ayrıntıyla beslenen görsel katman çoğulluğu. Bilimsel yanıyla belgeselini “tek”leştiriyor Suha Arın, sanatsal açıdan ise neredeyse gücünü aşacak ölçüde çok açılı, çoksesli, çok renkli bakışla görsel bakımdan seyircinin gözünü ayıramayacağı denli çekici hale getiriyor denebilir… Bu yaklaşım, Arın sinemasında hiçbir zaman ideolojik darlığa düşülmemesine, gerçekliğin dünya görüşüne göre ele alın Düz anlatımdan olabildiğince kaçınıyor Arın, ancak imgelemede, eğretilemede anlamı bulandırmak şöyle dursun görsel açıdan bunlara olağanüstü hareketlilik de kazandırıyor. Sözgelimi ahşap yapı anlatımına geçerken Ayla Erduran’ın kemanından kağnı gıcırtısına zincirlemek, aynı şekilde taş ustalığında taşların paketler halinde çıkarılışını zikzak kesmelerle kentin taş dokusuna bağlamak, Mimar Sinan’ı, beş yüzyıl sonra adı Sinan olan küçük bir çocukla imgeleyip anlatmaya girişmek, bir şerbetçinin öznel bakışıyla Kapalıçarşı’yı olağanüstü nesnellikle yansıtabilmek vb. öykülemeler, konunun dağılmasına yol açmadığı gibi belgesele görsel zenginlik, yanı sıra akışkanlık kazandırıyor. Böylece şiirli bir biçemle ayrıntı ustalığını aynı bir işlev için işe koşmuş oluyor Suha Arın. Bütün bunları yaparken sözel ya da görüntüsel bir şairaneliğe düşmüyor yine de Arın. Sonra ele aldığı belge nesnesiyle bunu aktarmak için başvurduğu biçemi buluşturup çakıştırmakta da büyük ustalık gösteriyor Arın. Örneğin Safranbolu’da zaman olgusunu, şiirli güz renkleriyle, ama şairane görüntülere sırt dönerek, tersine bunları kendi derin iç hüzünleriyle, tam ölümün kıyısında yansıtabilmek kolay iş değil! Belgesel evrenine yayılan kentlilik bilinci, bireysel bakıştaki saydamlık da dikkati çekiyor bu belgesellerde. Bu arada nesnelerin yansıtılışında, birbirleri arasındaki ilişkilenişin, bütünsellik içinde algılanışında rol oynaması için kimileyin yadırgatıcı olmayı göze alarak sağlı sollu çevrinmelere, aşağı yukarı kaymalara yer veriyor Suha Arın. Bütün bunlar, Suha Arın’ın, belgesellerinde estetiketik anlamda nasıl bir bütünlüğe ulaştığını göstermeye yetiyor elbette. Sinema sanatını ahlaksal tutum bütünlüğüyle estetik ödün vermezlik çerçevesinde sürdürebilmek; işte Suha Arın belgesellerinin iki temel değeri! ARIN’IN YAŞARKEN GELECEĞE AKTARDIĞI GELENEK Bütün bu veriler, Suha Arın’ın, Türk belgesel sinemasının okul bağlamında kurucusu olmasının hiç de rastlantısallık taşımadığını göstermeye yetiyor sanırım… İlginçtir, tüm bu niteliklerin günümüz belgesel sinemasının temelinde yer aldığını söylemek olanaklı bugün. Gerçekten de özellikle son on beş yıldan bu yana Belgesel Sinemacılar Birliği aracılığıyla belgesel sinemacılarımızın bir sanat türü olarak kuramsal açılım, biçemsel varoluş, deneysel yaklaşım, sıra dışı ele alışlarda çok farklı çevrenlere açıldığı, diyelim on beş yıl önceye göre bugün varılan aşamanın, belgeseli bilimsel tutumdan koparmadan, ama çok daha sanatsal niteliklerle perçinlediği öngörülebilir. 1970’lerin ikinci yarısından başlayıp 1980’ler boyunca süren bir işbirliği doğrultusunda Suha Arın’ın yanında, onun belgesel sinema anlayışının çevresinde öbeklenen bir avuç insan, örneğin Hasan Özgen, Savaş Güvezne, Enis Rıza, Nalan Sakızlı, Hakan Aytekin, bir başka kanaldan bu adlarla buluşmuş olan Ahmet Soner, Ömer Tuncer, Şehbal Şenyurt, Bülent Arınlı, Hilmi Etikan, Sezgin Türk vb. adlar kuşku yok ki bu geleneğin hem sürdürücüsü hem aktarıcısı oldular. Kaldı ki yaklaşık son otuz yıldan bu yana andığım bu adların tümü de Belgesel Sinemacılar Birliği’nin kuruluşunda, belgesel sinema eyleminin sürdürülmesinde etkin görev üstlendiler. Buna göre ülkemizdeki belgesel sinema eylemi, bir açıdan Suha Arın’ın başlangıçta koyduğu temel ilkelerin çevresinde gelişerek bugünlere ulaştı bir bakıma… Öyleyse Suha Arın, daha yaşarken bu geleneği geleceğe aktaran belgesel sinemacı idi aynı zamanda. Hasan Özgen’in çok yerinde olarak vurguladığı gibi “taşı ilk atan adam” oldu o! Ah Bedia Hanım, Suhacığınızın yitimi çok acı elbette, ama siz, gelecekte bu oğlun daha da çiçekleneceğini düşünün, sonra onun, bizlerden sonra da hep yaşayacağını sevgili hanımefendi…? CUMHURİYET KİTAP SAYI 998 Suha Arın’ın 1964’te başlayan belgesel sinema serüveni yaklaşık otuz beş yıl boyunca, ölümüne dek ürettiği ellinin üzerindeki filmle sürdü... masına katkı sağladığı ileri sürülebilir. Bu, onun kanıtlanamaz olandan ya da tersini söylemenin olanaklı olduğu önerme dizisinden uzak durmasını, duruşunun bilimsel yöntemle örtüşmesini sağlıyor. Örneğin Arın, Safranbolu çevresindeki ormanlarda geyiklerin “tükendi”ğinden değil, “tüketildi”ğinden söz ediyor. Doğru, çünkü jeolojik, biyolojik bir zor yaşanmadan türü yok oluyorsa geyiğin, o tükenmiş değil, tüketilmiş olmayacak mıdır? “Bilimsel yöntem” dedim, Suha Arın’ın belgesel sinemasında bilimsel yöntem, belki kendini hemence ele vermiyor. Özellikle anlatımdaki şiirli dil, öyküleme, eğretileme, imgeleme belki bir ölçüde maskeliyor gerçekliğin üzerini, ne var ki onun belgesellerindeki bu bilimsel yöntem, yine de çok belirgin olarak kendini ele veriyor. Söz konusu yöntem içinde Suha Arın’ın, toplumsal değişimleri, bunların yönünü zorlamadığı, ama izleyicinin bunu daha kolay kavrayabilmesi bağlamında anlatımına kimi ipuçları serpiştirdiği gözleniyor.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle