Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
urhan Günay, Dilek Akıskalı, Satiye (Tülay) Doruk, genç şair Mehmet Çakır… Cumhuriyet Kitap’ın birinci dereceden emekçileri… Ama Cumhuriyet Yayın Kurulu’yla gazete yönetimini de anımsamak gerekiyor bu arada… Ayrıca geçmişten günümüze Cumhuriyet Kitap’a emek verenler unutulabilir mi?… Ne bileyim Celâl Üster, Mürşit Balabanlılar sözgelimi. Sonra elbette adları sayılamayacak denli çok sayıda yazar, çizer, yayıncı, ama ille de okur… Yayın Yönetmenimiz Turhan Günay, köşesinde, komşu sayfalarda, bugüne özgülediği yazılarla bizleri selamlıyor olacak, Cumhuriyet Kitap’ın geçmişten günümüze kısa öyküsünü de ekleyerek… Sonuçta geldik 1000. sayıya… Kaç yıllara yayılan bir tarihçe… Cumhuriyet Pazar ve Cumhuriyet Bilim ve Teknoloji eki de böyle bir eşiği aşmıştı birkaç yıl önce. 999’dan 1000’e geçerken yaşanan büyü… Gerçekten büyü mü bu? Kişiden kişiye değişen yanı bulunmalı bunun. Varlık dergisinin 999’dan 1000’e geçişini heyecanla beklemiştim. Tuhafınıza gidebilir, Cumhuriyet Kitap’ın kapak künyesinde değişecek rakamı canlandırıyorum şimdi belleğimde… Dokuzlar silinip kayboluyor, bunların yerine sıfırlar beliriyor, başına da şöyle sırım gibi “1” sayısı ekleniyor, derken büyülü o 1000 rakamı çıkıyor ortaya… T Kitaplar Adası M. SADIK ASLANKARA 1000... Aaa, şu bizim yoksul “Kitaplar Adası” da 1000. sayının sayfaları arasından göz kırpmıyor mu, işte “mutluluk” bu! KİTAP PAZARINDAN UZAKTA DÜNYANIN BİR “ADA”SI... Gündelik bir gazeteye eklemlenmiş “kitap” eklerinin, “güncel”liği ön planda tutması doğal sayılmalı. O zaman, bir pazar yeri gibi de alınabilir böylesi ekler; bu çerçevede kitap pazarının vitrini gözüyle bakılabilir bunlara… Çoğaltılmış yazılı metin olarak kitap, kuşku yok ki bir “Pazar” ürünü. Nitekim dünyada ilk “telif hakkı”nın basılı kâğıtlar üzerinde başladığı biliniyor… Bu çerçevede bir “kitap pazarı” var olmaya var kuşkusuz, tıpkı balık pazarı, çiçek pazarı, sebze pazarı gibi… Çoğaltılmış yazılı metin olarak kitabın pazardaki tecimsel alışveriş dışında kalan yanı hiç mi yok peki? Biz, pazarı, meta değerini, ürünün pazarlanışını işin bu yakadaki erbabına bırakalım, dönelim kendi işimize, yani kitabın içine. Nitekim Cumhuriyet Kitap, bir yazın dergisi aynı zamanda benim için. Kendi payıma sığındığım adada bu işle ilgileniyorum işte… Ne diyorlar bunu yapanlara, “eleştirmen” mi? Pek çok eleştirmenin, yazın yetkesinin adı anılabilir; Beşir Fuat, Cevdet Kudret, Vedat Günyol, Asım Bezirci, Memet Fuat, Adnan Benk, Hüseyin Cöntürk, Berna Moran, Sabahattin Eyuboğlu, Fahir Onger, Akşit Göktürk, Cemal Süreya, Mehmet H. Doğan… Hiçbiri yaşamıyor bunların, sırası gelen teker teker çekilmiş kıyılarımızdan… Günümüzde kimleri analım peki? Doğan Hızlan, Ahmet Oktay, Tahsin Yücel, Mustafa Şerif Onaran, Mustafa Öneş, Zühtü Bayar, Mehmet Ergün, Nedim Gürsel, Selim İleri, Enis Batur, Füsun Akatlı, Semih Gümüş, Feridun Andaç, Ömer Türkeş, Yusuf Alper, Veysel Çolak, Hürriyet Yaşar, Hayri K.Yetik, Kemal Gündüzalp, Necati Tosuner, Çiğdem Ülker, Hasan Akarsu, Hülya Soyşekerci, Şeref Bilsel, Behçet Çelik, Ali Bulunmaz, Mine Hoşcan, Saba Kırer, say say bitmez, kim demiş eleştirmen yok diye… Ölenleri, yaşayanlarıyla kim bilir kimleri unutmuşumdur bu arada, sonradan okuduğumda “tüh, tüh” çekeceğimden emin olduğum… Bunca adı sıraladıktan sonra, aralarına bunların benim adımı da eklemek gereğini duyar mısınız, “Aa sahi, hani adadaki adam vardı” der misiniz, buna karar verecek sizsiniz… Ama sizden önce davranıp ben deyivereyim olsun bitsin; eleştirmen miyim yoksa yazar olmaya çabalayan biri miyim yalnızca ben, düşünün hele… Öteki adlardan kimileri gibi? Elde fener kendini aramaya çıkmış, yazdıklarını gömerken, küllediklerini eşeleye bulgulaya gün yüzüne çıkaran biri olmayayım sakın? Kumsalda kum çukurunda su bulduklarını haykıran güzelim çocuklar gibi… “KENDİNİN AVCISI” YURTSUZ BİR “ELEŞTİRMEN”... Akşit Göktürk’ün her fırsatta yinelediğim “Her okur, kendini okur” deyişinin üzerine, Muzaffer İlhan Erdost’un “Her yazar, gizleri bulgulamaya çıktığında, biraz da kendi gizini açımlar” sözünü ekleyebilirsiniz gönül rahatlığıyla… Ben, “kendinin avcısı” olmaya çabalayadurayım, ne yazarlar dolaşıyor ortada, pençelerini çıkarıp tırnaklarını sivriltmiş, dişlerini bilemiş, pazarlamacı gibi önüne çıkan her okurun üzerine atlayan… “Malın iyisi bende” kavgası mı bu? Şu bizim Lapsekililer, “Lapsekili Tanrısal varlık, yamru yumru bir adamcık olarak imgelenen Priapos’un phallosunu nerdeyse kendisi kadar uzun ve üstelik yamuk da değil yukarıya doğru kılıç gibi kıvrık olarak” gösterirlermiş… EfesliSelçuklu kadınlar da kemer gibi kuşandıkları bir dizi memeyle Artemis’e öykünsün istediği denli… Ama Priapos, Artemis mitolojik çağlarda kaldı. Homeros ya da Yunus olabilmek için Aziz Nesin gibi hem kararlı duruş sergilemek hem de yerle yeksan olmasını bilmek gerekiyor. Ya da Nâzım gibi ömrünüzü hapislerde telef edip yine de sanat aşkınızı, insana güveninizi sürdüreceksiniz… Yazınımızda eleştiri, deneme alanlarının ölümsüz ustası Memet Fuat, bunca çalışkanlığının arasına öykü, roman verimlemeyi de eklemişti. Yayıncılığın, tiyatroyla voleybol uğraşısının yanında. Edebiyatımızda, hele de romanda yaşamın farklı alanlarına el atılamayışına, uzanılamayışına hayıflanıyordu sürekli. Ölümüne yakın bir roman yayımladı Memet Fuat: Sana Deliler Gibi. Bu romanında, futbol takımının altyapısından gelen bir gencin aşk ve spor yaşamını odaklıyor, buradan hareketle futbol dünyasına sızmaya çalışıyordu ünlü yazarımız. Elbette yaşamının özü kıldığı sevgiyi elden bırakmaksızın… Zor olan bu işte; hem aydın hem sanatçı olabilmek! Aydın olunmadan sanatçı olunmaz mı? Olunur olunmasına, ama aydın sanatçı olmanın başka bir yanı var. Çünkü aydın göze girmez göze alır, katlanmaz karşı çıkar, uyuşmaz çatışır. Böyle olduğu için tıpkı Sartre’ın Fransa oluşuna benzer biçimde Nâzım da Türkiye’dir. Peki bunu her yazar için savlayabilir misiniz? Bunun gibi zanaatçılığı öğrenmeden, sanatçılığa soyunan yazarların verimleri de kavuz olur, yanar tutuşur yazar, parlayıp alev halinde göklere çıkar, sonra bir söner, izi tozu kalmaz ardında… Sanatçı dediğinin hiç değilse birkaç yüzyılcık közü, külü kalmalı geride, değil mi? “Kitaplar Adası”nda kendimi arıyorum, bulamayacağımı bile bile… Ama ne gam, “Buldum” yerine, “Arıyorum” demek var ya, bu yetiyor bana… Biriktirdiklerim oluyor elbette, ama bakalım birikime dönüşecek mi bunlar? Bilinç, Afşar Timuçin’in vurguladığınca “bilgi deposu” değil ki. Birikim de biriktirilmişlerin toplamı anlamına gelmiyor hiçbir zaman… Okur mu bana haksızlık yapıyor ben mi okura, karıştırdığım oluyor… Öyle ya, bin kadar basılıp da yedi sekiz yılda ancak tükenmiş, yeni basımı yapılabilmiş Uykusu Sakız’ın ardından yeni bir öykü kitabı yayımlamak da ne oluyor? Hangi akla hizmetle ayak diriyorum öykü, roman, oyun yayımlamakta? Al öyleyse, al da gör, Cicoz’unu! Bir de okura dil uzatıyorsun öyle mi, git yan öyleyse kendi cehenneminde, “Kitaplar Adası”nda… 999... 1000... 1001... “Kitaplar Adası”nın altıncı yılına ulaştığı 21 Şubat 2008 tarihli sayısında Cumhuriyet Kitap’ta şunları yazmıştım: “Bir köşede sürgit yazmanın, Cumhuriyet gibi çok seçkin bir gazetede bu yazıların yer almasının, siz istemeseniz de ‘güçiktidar’ bağlamında algılanabileceği kaygısı taşıyorum nedense. Bundan ötürü, çeşitli köşelerde yazanların, sırası geldiğinde yerlerini, kendilerinden sonra yetişip gelenlere bırakmasının daha doğru olacağını düşünüyorum kendi payıma. Bu nedenle artık bu yazılara son vermemin, yerime başkaları yazmaya koyulurken, benim de öykü, roman, oyun, deneme vb. başka verim alanlarına kaymamın ya da belki başkalarınca boşaltılan başka köşelere geçmemin daha doğru olacağı kanısındayım. ‘Kitaplar Adası’nı Cumhuriyet Kitap’ın 1000. sayısında bırakayım istiyorum. Ama önkararımla ilgili görüşünüzü, değerlendirmenizi de alarak tabii. Değil mi ki burada bir verimleme, alımlama ilişkisi, süreci yaşıyoruz birlikte, o halde çok doğal bu.” Köşenin paylaşımcısı sayabileceğim on beş kadar okurdan yanıt aldım bu konuda… Bir bu kadar da eş, dost, yazar aradı telefonla, ses verdi, hepsine de içtenlikle teşekkür ediyorum. İleti gönderenler, telefonla arayanlar yazmamı istiyordu; yakın ilişki içinde olduğumuz kimi yazar dostlarım ise, kendi öykülerim, romanlarım, oyunlarım için “Kitaplar Adası”ndan çekileceksem bunu sevinçle karşılayacaklarını vurgulamaktan geri durmadı, eklememiş olmayayım… Övüp yüceltenler de eksik değildi. Ama insan, bunlara kulağını tıkayabilmeli. İleti gönderenlerin içinde tek bir kişi vardı ki, olumsuz kanı bildirmişti. Kemal Buluş, şunları söylüyordu iletisinde: “Aslankara ağbiciğim, Cumhuriyet Kitap ekini tabii ki sürekli okuyorum, fakat yazılarınız hariç! Dilinizi biraz renksiz, kokusuz filan buluyorum, ya da ‘bir üsluptan yoksun’ diyelim. N’apalım, bu da benim öznelliğim. /…/ Eleştirinin bir dosta yapılabilecek en anlamlı yardım olduğunu bilen, bunun yararını birçok kez gören bir okur olarak yazdım size. Başarı dileklerimle…” Kemal Buluş’u bulabilsem de teşekkür etsem kendisine, “yazılarım hariç” sürekli okuduğu Cumhuriyet Kitap ekindeki yoksul yazımı da okumaya gönül indirdiği için… Ne ki temelde “okur”um önce, kısaca “alımlayıcı”yım. Öyleyse okur da şunu unutmamalı; en az kendileri kadar “sağlamcı” bir okur var karşılarında. Süreğen okur olmak, kendini yeniliyor olmanın da ipucu değil midir aynı zamanda? Bir Memet Fuat ardılı olarak yazmayı sürdürüyorum işte ben de… Elbet bizler gideceğiz, yerimizi başkaları dolduracak… Melanezya’da, Papua Yeni Gine’de yaşayan Kamoro, Asmat halklarının hayat felsefesinde ölüm, yeni bir yaşam demekmiş… Yitimin ayırdında olmak, gelenin sevincini, gidenin hüznünü yaşamak… Gençler için bu oldukça uzak bir duygu… Oysa erişkinliğe varıp olgunlaştığında insan, varoluşu belirleyen ciddi bir olgu olduğunun ayırdına varıyor bunun… Gabriel García Márquez’in Kolera Günlerinde Aşk romanında Florentino Ariza, “bir erkeğin babasına benzemeye başlamasıyla yaşlanmaya başladığını” anlar, ardından, “bir kadınla yatağa girmeksizin dost olunabileceğini de öğrenir”… Biz kendimiz, bilincimizle, birikimimizle, nece varsak, budur gücümüz, yazın dergilerinden birinin açtığı köşe, bir dikdörtgen olarak değil, kişinin ördükleriyle gerçeklik kazanır ancak… Amaç yarışı genç bitirmek, “yakışıklı” kalmak da değil, ama yaş alınsa bile bir aydın yazar olarak tabuları yıkma, deneyimlere açılabilme başarısı göstermek… Çölleri okyanus dalgalarıyla aşıp, okyanusları kum fırtınalarıyla geçerek okuyup yazmak, hep öncü kalabilmek! Siz siz olun, son kullanma tarihi geçmiş okur yazar olmayın lütfen! ? SAYFA 32 CUMHURİYET KİTAP SAYI 1000