27 Nisan 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

...KISA KISA... Ben Hep Seni Yazdım Ë Baki ASİLTÜRK Atilla Birkiye A şk, ilkel zamanlardan günümüze galiba insanın kendisini “kendisi” olarak hissetmesini sağlayan, var oluşuna anlam katan en derin duygu. İnsanoğlu hâlâ aşk için gözyaşı döküyor, ağıtlar yakıyor, gamlara gömülüyor, umutlar peşinde koşuyor, hazzın ve acının (bazen de aynı anda her ikisinin) doruklarında dolaşıyor, kendini hırpalıyor, hatta canına kıyıyor. Catullus’tan Shakespeare’e, Stendhal’den Flaubert’e, Ömer Hayyam’dan Fuzuli’ye, Reşat Nuri’den Faruk Nafiz’e, Attilâ İlhan’dan Cemal Süreya’ya, Haydar Ergülen’den Murathan Mungan’a yazarlar, şairler de aşkı yazdılar yüzyıllarca. Hâlâ yazılıyor aşk; çünkü hâlâ yaşanıyor. Aynı tutkuyla, aynı bağlılık ve vazgeçilmezlikle. AŞKA BAKIŞ... Elbette her yazarın, şairin kendine özgü bir bakışı var aşka. Kimileri aşkı sadece naif bir çerçevede ele alıyor, kimileri aşkın psikolojisine veya fizyolojisine eğiliyor. Gençlerin aşklarına eğilenler yanında olgunların, bekârların aşkına merak düşürenlerin yanında evli çiftlerin, masum aşklara dalanların yanında aldatmalara mürekkep harcayanların da varlığı biliniyor. Son zamanlarda popüler edebiyatta “aşk yazarları” da türedi. Bunların çoğu uyduruk hikâyelerle, sadece popüler kitap okuyan yeni yetmeleri “tavlama” edebiyatı peşinde olduklarından bunları edebiyatın dışında değerlendirmek gereË Ada BAYAZ nemelerini bir araya getiriyor Atilla Birkiye. Ben Hep Seni Yazdım’daki denemeleri sadece yazıya ilişkin “deneme”ler olarak görmemek gerekiyor. Sonuçta elimizde bir denemeler kitabı var ama hayata ilişkin denemelerin, aşkın hayat içerisindeki varlığının “denenmesi” sonucunda ortaya çıkan yazılar bunlar. Kimi yazıların doğrudan “anı”lar içinden kaleme alınması bunun göstergesi olarak değerlendirilebilir. Daha ilkgençlikten aşka hayranlıkla bakan bir yazar var kitapta: “Ağbilerimiz vardı, onlar ‘şarabi eşkıyalar’dı, gerçekten de öyleydi. Biz henüz on altı ya var ya yoktuk… Bırakın kendi ‘uzaktan aşklar’ımızı yaşamayı, onların aşklarını izlerdik hayranlıkla; bir gün kader denen rastlantı bize de güler diye…” (s. 17) kir. Aşkı yazanlar arasında “aşk köpekliktir” deme seviyesizliğini gösterenler de oldu yakın zamanlarda; ama her şeye karşın aşk, hayatın da edebiyatın da dokusunu belirleyen bir derinlik olmayı sürdürüyor. Bazen hayatın derinleşmesini sağlayan, bazen şarapla birleşip yalnız dolaşmalara gizemli yollar açan, bazen insanın kendi kalbine ve ruhuna her şeyden çok eğilmesine neden olan aşk, Atilla Birkiye’nin kaleminde de kendine yeni tanımlar arıyor, buluyor. Yazarlığının otuzuncu yılında otuzuncu yapıtı olarak yayımladığı yeni kitabı Ben Hep Seni Yazdım’da aşkla ilgili de “AŞK” VE “ŞİİR”... Yer yer “edebiyat” da giriyor işin içine, “şiir” olarak! Seziliyor, Birkiye’nin amacı bu yazıları kaleme alırken “edebiyat” yapmak değil, ruhundaki aşkı ve şiiri birlikte sunmak: “Düşmüşse insan aşka, ki aşk şiiri de içerir, inanın tek sözcükle şarap demektir, çünkü şiir de şarap da aşk da muhalefettir tüm iktidarlara, ta şarabın mitos bulucusu Dionüsos’tan bu yana…” (s. 18) Şiirle aşkı, aşkla şarabı birbirinden ayırmıyor yazar, her biri ötekinin tetikleyicisi, tanımlayıcısı ve tamamlayıcısı. “Metin Altıok, Cemal Süreya ve Gece ve de Gamzelerin” başlıklı yazıda aşkın şiir hâli çıkıyor okuyucunun karşısına. Şiir okuyan bir kadının cazibesi, aşkın eflatun bir rüzgâr gibi gelişi, şiiri ve şarabı aşkla buluşturmanın hazzı taşıyor cümlelerden. “Aşk Muhalefettir Tüm İktidarlara Karşı”da sonbahardan kışa yürümenin hüznü, kızıl yapraklara yağan yağmurun yarattığı büyü duyumsanıyor. Aşkla doğa birleşiyor adeta. “Güzel Rastlantı”da uzaklarda olana, uzaklarda kalmaya kararlı olana özlemle biçimleniyor cümleler. Aşkın ayak bileklerindeki hınzır çocuk heyecanı gidilemeyen mazi ülkesine götürüyor yazanı ve okuyanı. Aşk saf bir duygu veya durum olarak ele alınmıyor yazıların çoğunda. Aşka ilişkin, onu besleyen ya da ondan beslenen başka duygu ve durumlar da söz konusu ediliyor. Reddedilişler, zorunlu ayrılıklar, söyleyememeler, saklanmalar, yanlış anlamalar ya da hiç anlayamamalar… Kişi olarak yazarın bu aşk deneyimleri yazıları besleyen ayrıntıları doğuruyor. Bu anlamda, Birkiye’nin yaşamdan beslenen bir yazar olduğunun altı çizilmeli; çünkü yazıların çoğu otobiyografik ayrıntılara dayanıyor. Zaman zaman korkuyla, belki endişeyle demek daha doğru olacak, yaşamdan kendine dönüyor yazar: “Ya tüm yazdıklarım, hissettiklerim bir yanılsamaysa? Ya büyük bir kandırmacanın içine girmişsem, yüreğim, kalemim ve de şiirle?” (s. 59) Sonra birden sıyrılıyor korku veya endişelerden; sonbahar yalnızlıklarına, ağustos akşamlarına, mavi saatlere ay vakitlerine dönüyor. Şuna hep inanıyor Birkiye: Acı da olsa, hüzünlü de olsa, sonu yalnızlık da olsa yaşanacaktır aşk, yaşanmalıdır. Hayatın anlam kazanması için, hayata yüklenen anlamın derinleşip kök salabilmesi için yaşanmalı ve yaşanmakla kalmayıp yazılmalıdır. İşte bu nedenledir ki, aşk sadece bir duygu, bir yaşantı ya da sadece bir yazı nesnesi değildir Atilla Birkiye’de. Hayatın içinde yer alan, hatta kimi zaman hayata bakışı belirlemede önceliği olan bir duygudur. Ben Hep Seni Yazdım’daki yazıların sıcaklığını sağlayan da bu zaten! ? Ben Hep Seni Yazdım/ Atilla Birkiye/ Özgür Yay./ İstanbul 2008/ 142 s. ünümüzde “karamsarlık” moda; şöyle yakınuzak çevremize bakınca onlara hak vermemek, onlar gibi kötümser olmamak mümkün gözükmüyor: Çevre, iklim ve enerji günbegün kötüye gidiyor, ekonomi krizde, yönetimler diktatörlüğe hevesli, dinsel çatışmalar kolaylıkla savaşa dönüşebiliyor. Kısacık insan ömrü bekleyerek, erteleyerek, vazgeçerek gelip geçiyor. Karamsarlar, ortada bir neden olmaksızın umutlu görünenlere “Budala iyimser” diyor, onları olgudan kopuk ilerleme ideolojisinin sembolü olan Polyanna’ya benzetiyor. Karamsarlık almış başını böyle giderken, “Olabilecek dünyaların en iyisinde yaşıyoruz, işler iyiye gidecek, yapabiliriz” diyenler de var. Bunlar gelecekte, Kuzey Kutbu’nun yeniden soğuyacağına, ozon tabakasının kendi kendini tamir edeceğine, yeni enerji kaynakları bulunacağına, küresel ekonominin demokratikleşeceğine, insan zekâsının gelişeceğine inanıyorlar ve böylece dini çatışmaların gideceğini, dostluğun geleceğini söylüyorlar. ‘İyimserler’ ve ‘Kötümserler’ diye uzlaşmaz bir biçimde ikiye ayrılmış olan geleneksel entelektüeller böyle didişip dururken, 1990’ların başından itibaren “üçüncü bir kültür fikri” doğmaya başladı. G İyimser Gelecek İyimser Gelecek kitabının editörü John Brockman işte bu ‘Üçüncü Kültür’ün öncülerinden. “Dijital çağın hayati meselelerine dair sıkı bir tartışma ortamı” yaratmak amacıyla yola çıkmış. Bunun için dünyanın en akıllı 100’den fazla adamını “kendilerine sordukları soruları birbirlerine sordurmak” amacıyla sanal ortamda bir araya getirmiş ve onlardan şu soruyu cevaplamalarını talep etmiş: “Bir faaliyet ve bir zihin durumu olarak bilim temel olarak iyimserdir. Bilim, bazı şeylerin nasıl çalıştığını bulur ve dolayısıyla daha iyi çalışmasını sağlar. Haberlerin çoğu ya iyi haberdir ya da derinleşen bilgi sayesinde daha iyi hale getirilebilir. Ancak sınırlarına gelinen bilim, çok daha iyi sorular soruyor. Hangi konuda iyimsersiniz? Neden? Bizi Şaşırtın!” Sanal ortamda “dünyanın en akıllı insanları” arasında John Brockman tarafından yapılan bu “ankete” gelen cevapları, NTV Yayınları arasında çıkan İyimser Gelecek kitabında okuyabilirsiniz. ? İyimser Gelecek/ Editör: John Brockman/ Çeviren: Ergin Bulut, Mehmet Evren Dinçer/ Şubat 2009/ NTV Yayınları/ 400 s. John Brokman SAYFA 30 CUMHURİYET KİTAP SAYI 1000
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle