22 Kasım 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Meliha Akay’la ‘Ateşin Külü Suyun Mili’ üzerine “70’li yıllardan her birimiz sorumluyuz” sa orada yoğunlaşabilir. Girdiği yoldan çıkıp romanın sürüklediği bambaşka bir yola sapabilir. Özgürlük anlamında romanın daha kolay yazılabildiğine inanıyorum. İkisi arasındaki farkı da yaşayarak öğrenmiş bulunmaktayım. Sizin öykülerinizde kısalık ön plandaydı, şimdiyse uzun bir roman… Öykülerin aksine kısa bir romana sığamayacağım, kurguyu, anlatıyı sürekli çekiştirerek çemberini daraltırsam layığı ile anlatamayacağım korkusu bilinçaltı da olsa beni etkilemiş olmalı. Ama en önemli etkenin ise derinliğini verebilmek adına sınır çizmeden anlatabilmek için uzunluğu ya da kısalığı benim değil, romanın kendisi söylemeliydi; sonunda öyle de oldu. Sonunda diyorum, çünkü yazmaya başladığım günlerde bu çelişkiyi ne yazık ki yaşadım. Ben sınır çizmeye çalıştıkça anlatı başkaldırdı, ortaya uzun bir metin çıksa da bu benim yazmak istediğim şey değildi. Oysa olması gereken, uzun ya da kısa sıfatıyla nitelemek değil; derinlerde duran taşı alıp oradan gün ışığına çıkarabilmek, o yolculuğu en yalın haliyle verebilmekti. ÖYKÜLER ARASINDA Ateşin Külü Suyun Mili aslında öyküler arasında yazılmış bir metin, usa düşme hikâyesini anlatır mısınız biraz? Biraz önce söylediğim nedenlerden ötürü zaman zaman ara vermem ve deyim yerindeyse kendi haline bırakmam gerekti. O süreçte kafamda dönüp duran, sabırsızlanan öyküler beni dürtmeye başlamıştı. Yazıldığı dönem başka bir öykü kitabımın da yazılış dönemidir. Usa düşme hikâyesine gelince. Romanın çekirdeği aslında uzunca bir öyküydü. Bugüne kadar da hiçbir öykü kitabımda yer almadı. Aynı öykü tuhaf bir biçimde elimden çıkıp uzaklara, hem de çok uzaklara gitmek için beni zorladı. Çocuksu bir coşkuyla ve büyük umutlarla gönderdim! Yabancı bir dile çevrilecek ve orada şansını arayacaktı. Yabancı bir akademisyen öykünün bir roman özeti olduğunu ve bunu mutlaka romana dönüştürmem gerektiğini söylemişti. O yıllardan beri hep bu düşünceyle öyküyü kendimde sakladım ve sonunda da romana dönüştürmeye karar verdim. Aslında bu romanın yolculuğu kendisine oranla çok daha maceralı. Yaralayıcı bir roman yazdığınız… Hüznün her sayfasına hâkim olduğu… Baştan umudu kırık… Doğru tanımlar mı getirdim sizce? Yaralayıcı olması çok doğal, çünkü bireyler de, toplumlar da yara bere almadan geçemiyor ne hayattan, ne tarihten. Hüznün varlığını da kabul ediyorum; bu kitapta yoğun hissedilse de, sanatın bütün disiplinlerinde olduğu gibi edebiyatta da hüzün hep vardı. 19. yüzyıl romanlarında ‘çağ sonu hastalığı’ olarak nitelense de, ondan öncesinde melâl duygusu olarak vardı. Chateaubriand’ı ünlendiren romanı Rene’nin Hayatı ilk aklıma gelen örnek. Yine bu kitaba dönersek, umudu kırık diyemeyiz çünkü her iki karakter de ardı ardına yaşanan hayal kırıklıklarının üstünde bir yerde duruyor, canı acıyor. Tam o noktada geçmişi, hayatı sorguluyor, kendi yaralarının farkına varıp kişisel tarihini ve aynı zamanda toplumsal tarihi yeniden ve farklı bir perspektifle gözden geçiriyor. Yeniden umutlanmak, yeni bir hayata doğru bulunduğu yerden harekete geçebilmek için sorgulamaları yapmak ve ruhsal yaralarını sarmak zorunda. Bir çeşit kendini kendinden doğurma süreci de diyebiliriz. Aksi hiçbirimiz için geçerli olmasa gerek. Geçmişle hesaplar görülüyor… Zamandan ziyade, geçmişin karakterleriyle… Geçmişle de hesaplaşıyor, zamanla da. Geçmişle olan hesaplaşmasında iki etken var: Birincisi kendisi için başkalarının verdiği kararlar ve o kararları yaşamış olmanın getirdiği yanlışlar. İkincisi bir yerinden koptuktan sonra darmadağın olan ve engel olamadığı çözülmeler. Yani hayatın dayatmaları. İlkinin daha çok yaralayıcı olduğunu düşünüyorum. Yanlışların ve hataların bedelini ödersiniz ancak büyük bir isyan vardır bu ödemenin içinde. Çünkü o yanlışların sorumlusu siz değilsinizdir. Bunu bilerek bedel ödemek, ödense de yaşamın yönünü değiştirememek insanı olağanüstü zorlar ve hırpalar. Yaşamını biçimlendiren aile bireyleriyle giriştiği sorgulamanın nedeni bu olsa gerek. Toplumların yazgısında da yok mudur bu? Öyle bir dönem gelir ki; ülkenin başındaki siyasetçilerin yaptıkları hataların bedelini toplumlar ödemek zorunda kalır. Dünya tarihi bunun örnekleriyle dolu. Günümüzde yaşanan çalkantıların, tartışmaların kökeninde yatan da bu. Öte yandan bir dönem hesaplaşmasının da yapıldığını pekâlâ söyleyebiliriz değil mi? Elbette. Bunu sormadan önce söylemeye çalıştığım tam da oydu. 12 Eylül darbesi ve sonrasındaki apolitik dönem var romanda. Siyasal hesaplaşmanın ötesinde, o dönemin kişilerin iç dünyasında ve baştan sona değişen yaşamlarındaki yansıması var. Hazal ve Emre; her iki karakter de değişen koşullarla kendi değerleri arasında sıkışıp kalıyor. Doğru ve yanlış ölçütleri değişiyor. Ahlaki değerlerini zorlayan koşulların içinden çıkmak isterken birbirlerinden uzak noktalara savrulup gidiyor. Pek çok şeyin yitirildiği bir yerdir orası. Örselenmiş ruhlarını onarmadan, yaşamlarını yeniden inşa etmeden birbirlerini anlamaları mümkün değildir. Asıl anlayamadıkları da budur zaten! Romanın son bölümünde ortaya çıkıyor bu gerçek. Bütün değişim ondan sonradır. O döneme ait ne çok yazıldı, ne çok tartışıldı. Ben hâlâ daha konuşulamayanların olduğunu düşünüyorum. Hep darbeyi, değiştirilen yasayı, askeri eleştirdik. Hep aynı yerde dönüp durduk. Elbette yapılmalıydı, hiç itirazım yok. Ancak, neden darbe öncesi dönemin sorumlularını, zemini hazırlayan iç ve dış dinamikleri daha az konuştuk, neden toplum olarak siyasetin kirlenmişliğine baş kaldıramadık? 70’li yıllarda akan kandan ve sonuçlarından her birimiz sorumluyuz. Ders alabildiğimizi umuyorum diyeceğim ama içinden geçtiğimiz dönem hiç de beni doğrulamıyor! KASABA İNSANI Hikâye kasabada geçiyor… Geçmişin mekânı orası aynı zamanda! Sizin öykülerinizde de mekân hep küçük kasabalar, köylerdir değil mi? Bunun bir sebebi vardır muhakkak? Eksik söylediniz; kasabada geçmiyor, kasabada başlıyor. Büyük kentler, yabancı ülkeler de var. Darmadağın olmuş, savrulup savrulup gitmiş kişilerin hayatları nasıl bir kasabayla sınırlı kalabilir ki? Sormak istediğinizin yanıtına gelince; köy çocuğu olmam, doğanın bütün hallerini yaşayan insanların içinde olmam benim yazarlık yanımı besledi. Maskesiz ve içten olmaları, şehir insanının korkularını taşımamaları onları kolayca tanımamı ve öyküye, romana taşımamı sağladı. Kentli insanın özlemini çektiği ilişkilerin hâlâ oralarda yaşandığını biliyorum. Son dönem sinema filmlerine ve dizilere bakarsanız bunu daha net görebileceksiniz. Ancak hemen belirtmeliyim ki, şu anda yazmakta olduğum roman kentli insanların ve yine taşradan kente göç etmiş gençlerin birlikte yaşadığı bir mekânda geçiyor. Yazılmış ve çekmecemde bekleyen yeni öykülerin bir bölümü de öyle… Öykü yazmaya zaten devam ediyordunuz… Bundan sonra bir roman mı öyküler mi okuyacağız sizden? Bunu ayırmak gerçekten güç. Her ikisi de devam edecek gibi görünüyor. Süreç olarak roman daha çok zaman aldığı için olsa gerek, öyküler asla bir kenarda durup beklemiyor ve sabırsızlanıyor. Onlara arkamı dönmem mümkün değil… Romanın adını söylediği bölüme dönerek sormak istiyorum; yaşamda bıraktığımız izler hayatın iz düşümü müdür? Adını ben seçmedim, sizin de söylediğiniz gibi akıp giderken bir yerde durdu ve kendisi söyledi!.. İçinden geçtiğimiz hayatların her köşesinde ayak izlerine benzer izlerimiz var aslında. düşünebildiğimiz, algılayabildiğimiz ve yaşamlarımıza uygulayabildiğimiz ölçülerdeki hayat izleri diyelim… Hep bedensel görüntümüze göre değerlendirme yapar ve yaşananların yüzümüzde, tenimizde bıraktığı izleri yani değişimleri konu ederiz. Oysa birey olarak hepimizin farklı biçimlerle de olsa hayat izleri kalıyor geride. Romanın çıkış noktası olan öykünün de böyle bir niteliği var. Doğada var olmuş hiçbir şey yok olmuyor, biçim değiştirerek yine doğaya karışıyor ama yitmiyor. Ateşten geriye kalan ipeksi kül beni her zaman çok etkiledi. Parmaklarımın arasına alıp uzun uzun incelerim her defasında. Yatağına sığmayan sular çekildiğinde de geride kaymaksı bir çamur tabakası kalır; mildir adı… İki kahramanın yaşadıkları çağımızda pek de rastlanmayan tutkulu aşktan geriye kalan da öyküdür. Çoğalmış ve yoğunlaşmış haliyle de konu ettiğimiz roman… ? erdemoztop@yahoo.com Ateşin Külü Suyun Mili/ Meliha Akay/ 312 s. CUMHURİYET KİTAP SAYI 994 Meliha Akay’ı öykü kitaplarından tanıyorduk, şimdi ilk romanıyla okur karşısında. Ateşin Külü Suyun Mili adını verdiği bu romanında Akay, geçmişe gidiyor, hayatı sorguluyor. Tüm bunları yaparken de toplumsal tarihi yeniden ve farklı bir perspektifle gözden geçiriyor. Kendi ifadesiyle, bu gözden geçirişlerde Akay’ın amacı, yeniden umutlanmak, yeni bir hayata doğru bulunduğu yerden harekete geçebilmek için sorgulamalar yapmak, ruhsal yaraları sarmak… Meliha Akay’la yeni romanı üzerine söyleştik. Ë Erdem ÖZTOP eliha Hanım, sizinle öykü kitaplarınız üzerine söyleşirdik; şimdi ise romanınız üzerine konuşacağız. Öyküden sonra ilk kez romanla karşımızdasınız, neden? Üç öykü kitabından sonra roman gelmeli düşüncesiyle yazmadım. Hele hele öykünün romanın gölgesinde kaldığına, okurunun az olduğuna inanan bir kesimin kabul görmüş düşüncesine itibar ettiğimden hiç yazmadım. İtiraf etmeliyim ki, okumak nasıl bir çaba (dikkat demeliydim belki de) gerektiriyorsa, öyküyü yazmak da o denli özenli bir çalışma gerektiriyor. Dar alanda oynanan oyun gibi; ne söylenecekse, ne hedeflendiyse kısa mesafeden hedefi tutturmanız gerekli. Belki de öyküde ısrarcı olmamın nedenlerinden biri de bu oyunu sevmiş olmamdı. Oysa romanda zaman, alan, kişiler, olaylar, mekânlar öyküdeki gibi ‘sınırlı’ değil. Yazar dilediğince alanı daraltıp genişletebilir. Kandil ışığı gibi dilediğince azaltıp çoğaltabilir. Ya da ışığı hangi olayın üzerine tutmak istiyorSAYFA 4 M
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle