Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Kitaplar Adası M. SADIK ASLANKARA 12 Mart’tan 12 Eylül’e Babalarımız... ğün bir benzeri edebiyat sosyolojisiyle psikolojisinde de kendini gösteriyor… Bu çerçevede gözaltına alınan, işkence yapılan, hapisliklerde ölen, yıllar yılı çocuklarından, eşlerinden ayrı tutulan, kimileyin ölüsüne bile ulaşılamayan babalar, bu babalara oğulluk yapan, bir sonrasında babalığa aday oğullar, bunların yazınımızdaki izdüşümleri, uzantıları pişkin bir suskunlukla karşılanıyor… DEVRİMCİ BABALARIN YAŞADIĞI YÜZYILLIK ACI... Üç ölümsüz Deniz Geçmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan ailelerine yazdıkları son mektuplarında anne babalarına, kardeşlerine ayrı söylemlerle sesleniyor. Annebabalarıyla oğul olarak kurdukları ilişkilerde dikkat çekici yanlar gözleniyor. Mektuplarda babalara yönelik söylemde hüzünlü bir burukluktan da söz edilebilir bu arada. Özellikle devrimci babalara yapılan eza, cefa anlamında bu sürecin ülkemizin son yüzyılına yayılabileceği unutulmamalı. Nitekim Nedim Gürsel, “Köprüaltı” (Uzun Sürmüş Bir Yaz, Doğan, altıncı basım, 2003) başlıklı öyküsünde işte böylesi bir babayla, bir 68’li sayabileceğimiz öykü kahramanı Selim’in babasıyla tanıştırıyor bizi. Anlatıcıya babasının fotoğrafını gösteriyor Selim: “İşte babam!” “Tutuklanmadan bir yıl önce Anadolu’da çekilmiş. Konya’dan Ankara’ya gelirken uğradığı bir bozkır köyünde.” “Babamı hiç böyle sağlıklı görmedim. Ben doğmadan iki ay önce hapse girmiş. 1951 tutuklamasında.” 12 Mart’tan yirmi yıl önce, 1968’liler henüz çocuk ya da bebekken veya yenice doğmuş emeklerken, kuşak üyelerinin babalarının yaşadığı dramın daha az acıtıcı olduğu sanılmamalı. Selim’in babasını, dramını okumayı sürdürelim: “Yanındakiler koğuş arkadaşları olmalı. 1955’te Kayseri hapishanesinde çekilmiş.” “Babamı en son Kayseri hapishanesinde gördüm. 1956 güzünde. Beş yaşındaydım. Beş yılda topu topu birkaç kez görebildim, hapishane avlularında beni kucağına alan, üstü başı tütün kokan bir adamdı. Beş yıllık babamdı benim.” Sürdürüyor Selim: “Anamla Anadolu hapishanelerine taşındık durduk. 1956 güzünde Kayseri hapishanesinde beni kucağına alıp ‘Artık evin erkeği sayılırsın, anana göz kulak ol!’ demişti. (…) Üçümüz de sevinçliydik. Anam mavi muşambadan kestiği yağmurluğun içinde çok güzeldi. On yıla hüküm giymiş bir komünistin karısına benzemiyordu pek. Babama gülümseyerek bakıp ‘Bari bir erkek kardeşi olsaydı’ demişti; ‘neden elimizi daha çabuk tutamadık sanki!’” “Babamın kişiliğini çok sonraları öğrendim. Anama yazdığı mektupları okuyunca. Genç, irikıyım biri, hem de başarılı bir doktormuş. TKP tutuklanmasında on yıla yargılanmış. Salt parti üyesi olduğu için.” Anlatıcı soruyor: “Baban neden öldü?” Selim’in yanıtı: “Belli değil!” Sonra belleğine kazınan Kayseri Cezaevi’nden gönderilmiş, 4 Ocak 1956 tarihli yazıyı aktarıyor: “1951 Komünist Partisi tutuklamasında yakalanan siyasi hükümlü Kemal B… üç yıldır cezasını çekmekte bulunduğu Kayseri Cezaevi’nin revirinde ölü olarak bulunmuştur. Yapılan otopsi sonucu karaciğer rahatsızlığından dolayı revire kaldırılan Kemal B…’nin kendisine verilen uyku haplarını içerek intihar ettiği anlaşılmıştır. Ailesine duyurulur.” (107 vd.) Babalarla oğullar arasındaki ilişki, yaşanan bunca acıya karşın çok büyük zenginlik vaat ediyor denebilir. Babalar, oğulları aracılığıyla gerek canlı varlık olarak gerekse aile yapısı içinde geleneksel, hukuksal bağlamda yaşamayı sürdüreceklerini düşünüyor herhalde. Böylesi bağları, karmaşık dokusundan ötürü biyolojik, genetik iktidar olgusuyla ilişkilendirmek de olası ayrıca… Ya oğullar? Oğulların içinde de bir iğdiş edilme korkusunun, ürküntüsünün yuvalandığı öne sürülebilir pekâlâ. Nitekim Nedim Gürsel’deki öykü kahramanı Selim, bir açıdan buna örnek gösterilebilir. ÇOCUKLARA SUNULAN “ÖLÜ BABA” GERÇEKLİĞİ... Süheyla Acar’ın “Ayrılıklardan Biri” başlıklı öyküsünde (Dostluk Hüznü Paylaşmaktır, Can, 2004, 62 vd.), bu kez annesi tarafından küçük Umut’tan saklanan, gizlenen bir babayla karşılaşıyoruz. Selim’in babasını yitirdiğine benzer çağda, ama bu kez 12 Eylül günlerinde Selim’in çocuğu sayabileceğimiz “beşaltı yaşlarında, kırmızı yanaklı, sapsarı bir oğlan…” bir yabancı diyarda, sığınılan ülkede dertleşen iki kadının yanına gelerek anlatıcıya, “Biliyor musun, benim babamın mezarı var İstanbul’da” deyiveriyor. Sonra babanın, anneyle oğlun ilmek ilmek gelişen öyküsü… Annenin arkadaşı anlatıcı kadın ağzından dinliyoruz bunu: “…Hiç tanımadığım kocasını anlatıyor bana. Gözaltına alınmadan önce birlikte geçirdikleri zor günleri… Açlığı, korkuyu ve sessiz direnişi anlatıyor. Kocasının gözaltına alınışından bir gün sonra gelmiş buraya. Karnı burnunda, doğurdu doğuracak bir haldeymiş şehre geldiğinde. Çocuk doğduktan biriki ay sonra, İstanbul’da kimsesizler mezarlığında bulunmuş kocasının cesedi.” Umut, gördüğü rüyasını anlatıyor kırık dö Hürriyet Yaşar H ürriyet Yaşar, Yiğit İken Ölenlere/ 12 Mart Öyküleri Antolojisi (Can, 2008) başlıklı seçkisinde, “Tarih ileri doğru yaşanırken, geriye doğru araştırılıyor; edebiyatta da…” diyor. Doğru… Hürriyet Yaşar’ın yıllara yayılan yoğun emekli bu çalışması kadar Bir Tersine Yürüyüş/ 12 Eylül Öyküleri (Can, 2006) seçkisi de bunun kanıtı olarak duruyor… Öykücü Hürriyet Yaşar, neredeyse kırk yıllık süreci, döneme özgülenmiş öyküler aracılığıyla didiklerken dizgesel açıdan toplumsal açılımlara dayalı bir yaklaşımı benimsemiş. Seçkilerdeki “önsöz”le öyküleri bölümleyiş yöntemi de bunu gösteriyor. İçe yönelip derinlere inmek bağlamında öyküler, yazından beklenen burkulmalar, çatışmalar, dramatik, tragedik yarılmalarla yüzleştiriyor bizi. Ama Hürriyet Yaşar, öykü kahramanlarının kendi iç fırtınaları, birbirleriyle ilişkileri, olaylara bakışı gibisinden tutumlarını değil, öykü evrenlerine yayılan toplumsal konumlanışlar, süreçsel bağlantılar doğrultusunda toplumbilimsel, tarihsel veri oluşturabilecek yanlara göre bölümlendiriyor bunları. Örneğin öykü kahramanlarının yaşadıkları cinsiyet aşağılanmaları, annebabalara yaşattıkları acıdan ötürü çocukların duyduğu derin acı, iç ezikliği, ötesinde suçluluk, aynı şekilde annebabaların da çocukları karşısında kolları bağlı yıkkın çaresizlikleri, kahramanların sevgililerine, eşlerine yönelik durma bir yerlerini dürten çelişik cinsel duyguları, dostlarıyla iç hesaplaşmaları vb. açılımlara değil de faşistleştirme sürecinin topluma dönük yayılım, uzanım boyutundan kesitler getiriyor: “Uyanış”, “Direniş, Yürüyüş”, “Korku”, “Hile”, “Balyoz”, “Götürülmeler”, “Suçlu”, “Kelepçe Günleri”, “Dışarıdan”, “Sarsıntıdan”, “Yıkımdan”, “Savruluşlardan” vb. ara başlıklar da bunu destekliyor. Ne var ki yazınsal verimlerimiz, Hürriyet Yaşar’ın gerçekleştirmeyi başardığı bu yaklaşım doğrultusunda bile ele alınıp evrenleri, karakterleri açısından toplumbilimsel açılımlara ruhbilimsel çözümlemelere konu yapılabiliyor değil… Eleştiride sergilenen güdüklüSAYFA 20 Nedim Gürsel Süheyla Acar kük bir Türkçeyle, annesinin de yardımıyla: “Annemle ben vardık… Bilmiyorum neredeydik. Yürüyorduk. Sonra babamı gördük. Uzaktaydı ama. Önce ben gördüm. Anneme de gösterdim. Babam bizden kaçtı. Biz onu kovalamaya başladık. Babam koştu, biz de koştuk. Babam kaçtı, biz kovaladık. Çok hızlı koşuyordu. Yetişemedim ona. Sonunda rüyada olduğumu anladım; vazgeçtim babamı kovalamaktan.” Anlatıcı, “çocuğun, babasının yokluğunu böylesine soğukkanlılıkla benimsemiş olması” karşısında acı duyarken, Türkiye’de yaşanan “kendi toprağımızda dört yanımızı saran sürgün” biçiminde niteliyor. “Annesine, çocuğun elindeki çiçekleri anımsatarak ( binadaki çocuklardan birini, ailesiyle birlikte büyükbabasının mezarına giderlerken görmüş’tür), kendisinin de babasına çiçek göndermesi gerektiğini söylüyor. (…) Ölümü böylesine kanıksamasının nedenini o zaman anlıyorum. Ölüm ona yaşamıyla birlikte sunulmuş bir olgu. Oysa biz sonradan gördük onu: Zorla girdi yaşamımıza. İsyanımız bundan.” Devrimcilerin çocukları tam yüz yıldır alınlarının yazısı gibi yaşıyor babalarının ölümlerini… YA ROMANLARDAKİ BABALAR?.. Peki romanlarımızda ne ölçüde yer almıştır baba dramı? Babaların çektiği acılar, devrimci oğulların onlarla ilişkisi? Romanlarında polisiyeyi, gerek teknik gerekse biçem olarak sürekli kullanan Erhan Bener, yazınımızda polisiyenin gelişemeyişini, hukuk düzenimizin batıdan farklı olmasına, özetle doğulu toplum oluşumuza bağlar… Bunun gibi babaoğul ilişkisinin romanımızda gereğince yer alamayışı da yine doğulu toplum oluşumuza yorulabilir. Buyurgan baba varlığı, tartışmasız benimsenmiş baba erki, babanın ardı sıra oğulca bu erkin sürdürüleceği inancı, babaoğul arasındaki travmatik yarılmayı, bunların yazınımıza yansıyışını engelliyor olabilir mi? 1968, babaya karşı, ilk kitlesel isyan olarak da alınmalı bu açıdan. 1940’larda, 50’lerde dipten kıyıya silinip süpürülürcesine toparlanıp içeri tıkılan, sürülen, işkenceden geçirilip öldürülen gençler devrimciydi. İşte bu nedenle babaoğul çatışmalarının, yazınımıza toplumcu siyasayla birlikte girmiş olacağı kestirilebilir. Ne ki bu babaoğul çatışması, hiçbir zaman batıdakine benzer biçimde, nitelikte bir ilişkileniş aşamasına varmış değildir yine de. 1968 için de getirilebilir bu yargı. Gerçekten baba, üzeri örtük biçimde de olsa oğlunu erkinin simgesi görmüş, oğul da babasına boyun eğerek onun ardıllığını benimsemiştir. Bu çerçevede en önemli romancılarımızdan biri saymamız gereken Orhan Kemal’in Avare Yıllar, Baba Evi, Cemile, Murtaza, Eskici ve Oğulları (yeni basımları için bak.: Everest) başlıklı yapıtları konuyla ilgili doruk örnekler olarak alınabilir. Ancak Orhan Kemal’in andığım romanları, dikkatlice incelenip çözümlenecek olursa bunlardaki tüm babaoğul çatışmalarında eleştirilmekle birlikte babanın tekliği, etkinliği, yanı sıra erki, hemen her koşulda sürer. Oğullar, bu erkin veliahtı olarak birer ardıl bağlamındadır, babaya karşı sergiledikleri tüm karşı koyuşlarda gizli bir savunuculuk, koruyuculuk da egemendir öte yandan. İlişki, ister devrimci babalarla onların oğulları, isterse geleneksel babalarla devrimci oğullar arasında yaşansın bu tutum, özce hep sürer. Karmaşanın yoğunluğu, debisi değişse de doğulu bir toplum bağlamında solcu babalar, geride kalan ailelerini ne denli güç durumda bıraksa da oğullar tarafından desteklenir sürekli. Devrimci oğullar ise ne denli yüz vermez görünseler de babalar tarafından korunur… Nedim Gürsel’in öyküsünde tutuklanan baba ne der Selim’e: “Artık evin erkeği sayılırsın…” Erk, babadan oğla geçecektir. Yazınımızda söz konusu sorunsala yer açılan yapıtlarda bu ilişkilenişin, farklı romanlarda tekil boyutta alındığı görülüyor daha çok. Bir tek Kaan Arslanoğlu’nun, ısrarla babaoğul karmaşasına yer açtığı söylenebilir romanlarında. Belki de psikiyatristliğinden gelen kavrayışla konuya apayrı bir bütünsellikle yaklaşmaya çabalıyor yazar. Konuyu haftaya sürdüreceğim.? CUMHURİYET KİTAP SAYI 995