Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Şavkar Altınel’le ‘Tepedeki Yabancı’ üzerine ‘Hayatı hikâyeleştiren her insan yabancı’’ Şair ve yazar Şavkar Altınel’in, otuz yıldır yaşadığı Britanya’da yaptığı bir dizi yolculuk çevresinde dönen son kitabı Tepedeki Yabancı, geçtiğimiz günlerde yayımlandı. Altınel’le ‘yaşadıklarını yazmak’, Britanya ve yabancılık üzerine söyleştik. Ë Erdem ÖZTOP iir, gezi yazısı, eleştiri ve çeviri çalışmalarınızın yanına, şimdi de “anı” olarak nitelediğiniz bir kitabınız yerleşiyor! Anı yazmanın zamanı vardır derler, o zamana kanımca daha çok var halbuki? Kitabımın “yazarın hayat hikâyesini anlatan” ya da “bir döneme tanıklık eden” türden kitaplarla herhangi bir ilgisi yok. “Anı” olma özelliği, gerçekten olmuş birtakım olaylar üzerine kurulu olmasından kaynaklanıyor. Şiirlerim ve gezi kitaplarım da zaten aynı temel üzerine kurulu. Eleştiri yazılarım bile sonuçta okuma deneyimlerimle ya da dilerseniz, bazı metinleri “yaşamamla” ilgili. Ben yaşadıklarını yazan bir yazarım. Ama burada “yazmak” yalnızca anlatmak, aktarmak, kayda geçirmek anlamında alınmamalı. Başka bir deyişle, sıradan bir gezi, anı ya da otobiyografi yazarı değilim. Şöyle bir örnek vereyim: iki insanın aynı olayları yaşadığını ve birisinin bunları günce tutuyormuş gibi, olduğu gibi aktarmakla yetinirken ötekinin bir roman için malzeme olarak kullandığını düşünün. Ortaya çıkacak kitapların ikisi de tamı tamına aynı olayları kapsayacak, ama romanda bu olaylar yalnız kendi içlerinde var olmakla kalmayacak aynı zamanda kendilerinin ötesinde bir şeylere de işaret edecek, hayatla, dünyayla, bunları yazan insanla ilgili bir şeyler söyleyecektir. Benim kitaplarımın da aynı şekilde, yalnız bir şeyler anlatan değil, bir şeyler söyleyen bir boyutu var. Çoğu kimse de bu boyutu görebiliyor. Örneğin, bundan önceki kitabım Kvangvamun Kavşağı ile ilgili olarak bana yazan bir okur, “Kitabın üstünde neden ‘Gezi’ yazdığını anlayamadım, bence bu bir roman” demişti. Semih Gümüş de Tepedeki Yabancı ile ilgili olarak Radikal Kitap’ta yazdığı yazıda kitabın “roman olmanın eşiğine geldiğini” söylüyor. Ama ben o eşiği aşıp doğrudan doğruya roman yazmak istemiyorum. Bütünüyle uydurulmuş bir hikâye beni o kadar ilgilendirmiyor, yaşanan gerçekliğin biçimini, anlamını, “simgesel içeriğini” keşfetmeyi çok daha heyecanlandırıcı buluyorum. Neden İngiltere peki? Siz çok gezkitabım Londra’yla sınırlı değil. İçinde Londra var elbette, ama Britanya’nın birçok başka köşesi de var. Burası insanların yüzde doksanının doğdukları yerden on kilometreden daha uzak olmayan bir noktada yaşadığı bir ülke. İşte gelenek, işte aidiyet! Bense, dünyada olduğu gibi, Britanya’da da çok dolaştım. Altı ay Edinburgh’da, on üç yıl Glasgow’da, bir yıl ülkenin orta kesiminde Northampton’da yaşadım; neredeyse yirmi yıldır da Londra’nın yarım saat kuzeyinde bir kasabada yaşıyorum. Ayrıca, göründüğünden daha büyük olan bu adanın neredeyse her köşesine de gittim. Tepedeki Yabancı da bu yolculukları yansıtıyor. Londra’nın yanı sıra İngiltere’nin birçok başka yöresini ve İskoçya’yı kapsıyor ve adanın Atlas Okyanusu’na doğru uzanan güneybatı kısmının en ucundaki Karanın Sonu adlı burunda sona eriyor. Kaleme sarılmak için Britanya’nın yabancılaşmasını beklemeye gelince, o zaten çok önceden gerçekleşmişti. Kitapta anlattığım gibi, Britanya’ya buraya ait olabileceğim gibi saf bir düşle gelmiştim. Ama sonra tabii bunun olamayacağını gördüm ve dünyada bir yabancıya dönüştüğüm bu noktada ilk defa gerçekten yazmaya başladım. İlk şiirim “Kraliçe Viktorya’nın Düşü” böyle yazıldı, ardından da başka şiirler ve sonra da düzyazı kitaplar geldi. Rehber niteliği var mı peki Tepedeki Yabancı’nın? Has edebiyat okuruna tabii… Rehber olma niteliği bence Kız Tavlama Sanatı, On Günde On Kilo Vermenin Yolları, Başarılı Yöneticilik Kılavuzu vb. türü kitaplara ait, edebiyata değil. Kitabın bir yerinde dediğim gibi, bir yazardan öğrenebileceğimiz tek şey hayatın yazılabilecek olduğudur. Bu, hepimizin zaten bildiğimiz, ama ancak güçlü bir yazarın bize, karşı konulamaz “yaşayan” bir gerçek olarak gösterebileceği o şeylerden biridir. Ben de birilerine “İşte Şavkar hayatını yazmış, ben de kendi hayatımı yazabilirim!” dedirtecek kadar güçlü bir kitap yazabildim mi, bilmem, ama yazmış olmayı isterim tabii. T.S. Eliot ve özellikle Conrad’ın kahraman olduğu bir anlatı, kitabınız. Kahraman diyorum, Tepedeki Yabancı düz bir anlatı kitabı değil çünkü, bölümleri arasında bağlar var… Yazarların peşine takılıp gitme var… Sorunuzda beni sevindiren birçok şey var: kitabı bir anlatı olarak nitelendirmeniz, bir bütün oluşturduğunu görmüş olmanız, temelde bir roman olduğunu sezdiğinizi belirten bir şekilde Eliot ve Conrad’dan birer “kahraman” CUMHURİYET KİTAP SAYI 995 Ş gin birisiniz… Nabokov bir söyleşide “Ne kadar Amerikalısınız?” sorusuna karşılık olarak “Amerika’ya geldiğimde sigara içiyordum; bırakınca şeker yemeye başladım, dolayısıyla da karşınızda gördüğünüz bu şişman gövdenin üçte biri Amerikalı” der. Ben de sigarayı İngiltere’de ya da, daha doğrusu, Britanya’da (o dönemde İskoçya’da oturuyordum) bıraktım, ama şişmanlamadım. Buna karşılık hayatımın tam beşte üçü Britanya’da geçti. Dahası, İngiliz edebiyatı öğrenimi gördüm ve bu alanda doktora yaptım. İngiltere, kültürünü, tarihini, coğrafyasını çok ayrıntılı olarak bildiğim bir yer. Ama İngiltere’ye “ait” değilim. Başka bir yere ait olduğum için değil, hiçbir yere ait olmadığım için. Kitabımın söylemeye çalıştığı şeylerden biri zaten hiçbirimizin hiçbir yere ait olmadığımız. Hepimizin, yaşadığımız hayata dışarıdan bakıp “Dünyanın bambaşka bir köşesinde bambaşka insan da olabilirdim” diye düşünmemiz mümkün. İçimizde böyle bir güç olduğu sürece hiçbir zaman tek bir yere bağlanmamız söz konusu olamaz. Bence aidiyet bütün hayatlarını aynı ülkede geçirdikleri için bulundukları çevreyi kanıksayan insanların kapıldığı bir yanılsama. Farklı ülkelerde yaşamış olanlar bu yanılsamadan kurtuluyor ya da “kurtulmak” demek belki yanlış, “bu yanılsamanın sunduğu sıcaklık ve koruyuculuktan mahrum kalıyor” da diyebiliriz. Hindistan’da doğup büyüyen, bütün dünyayı dolaşan, bir dönemde de Amerika’da oturan Kipling, İngiltere için “Yaşadığım en ilginç yabancı ülke” demişti. Benim için de İngiltere ilginç bir yabancı ülke, sevilen bir yabancı ülke, ama sonuçta işte, her ülke gibi, o da yabancı bir ülke. Anılarınız gezi türüne dahil oluyor diyebilir miyiz? Elbette diyebiliriz. Tepedeki Yabancı temelde Britanya’da çıktığım bir dizi yolculukla ilgili. Bir anı kitabı olduğu kadar bir gezi kitabı olduğu da söylenebilir. Toplu şiirlerime Yol Notları adını vermemden anlaşılabileceği gibi, şiirlerimde de zaten yolculukların büyük önemi var. Hayatımı oradan oraya giderek geçirmiş birisi olduğumdan yolculuğun benim için temel bir motif olmasında şaşırtıcı bir şey yok. YABANCI OLMAK Biraz da yabancı olma halini konuşalım… Siz kendinizi yabancı olarak nitelendiriyorsunuz, hem de tepedeki yabancı! Halbuki yazan, hayatı hikâyeleştiren her insan yabancı değil midir? Siz bunu kitabımı okumuş birisi olarak söylüyorsunuz. Bütün yazarların “yabancı” olduğu, edebiyatın ancak dünyaya yabancı bir gözle dışarıdan bakmaktan çıkabileceği, içlerindeki yabancıyı keşfetmeyenlerin yazar olamayacağı vb. kitabımda uzun uzun üzerinde durulan konular. Ama herkes bu tür inançlara sahip değil. Bazıları, tam tersine, edebiyatın “gelenek”ten ve aidiyetten çıktığına inanıyorlar. “Hayatı hikâyeleştiren her insanın yabancı olduğu” genel kabul gören bir görüş değil, bana özgü bir görüş. Bundan önceki metinlerinizde daha çok Avustralya ve Uzakdoğu vardı. Bu kez tamamen Londra’nın merkezinde geçen bir anlatı kaleme almışsınız. Haliyle, Londra üzerine yazmanızın bu zamana kadar beklemesinde, Londra’ya karşı yabancılaşmanın henüz daha gerçekleşmemiş olmasını sebep olarak gösterebilir miyiz? Her şeyden önce şunu söyleyeyim: SAYFA 16