19 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

D ülkiye Ruhu” başlıklı yazımda eski Mülkiyelilerden Sabahattin Tahsin Teoman’dan söz açmıştım (Cumhuriyet KİTAP, 12 Kasım 2009). Otuzlu yıllarda şiire başlayan, “Kırk Kuşağı”nda yer alan bu “İstanbul Efendisi” ozanı anımsayan kaç kişi kaldı? Kusursuz, uzun cümleler kurardı. “Rıhtım Sisleri”, “Beşinci Mevsim” adında iki şiir kitabı vardı. “Edebiyat Evleri” toplantılarımızın saygın ozanlarından biriydi. Ankara’daki kültür ortamlarında “Edebiyat Evleri”nin özel bir yeri vardı. Edebiyat her ne kadar kişisel bir çalışmayı gerektirse de, değişik bir kültür ortamı, o kişisel çalışmaya ivme kazandırabilir. eğinmeler MUSTAFA ŞERİF ONARAN Edebiyat Evleri “M Öyle de olurdu. Bir sonraki toplantıya yeni bir çalışmayla gelen, yeni bir etkinliğin sınırlarını değişik görüşlerle genişleten edebiyat insanları o ortama başka bir ruh yeteneği kazandırırlardı. Kuşkusuz bir meyhane masasından, toplugörüşmelerin yapıldığı etkinliklere doğru değişik kültür ortamları olabilir. İyi hazırlanan konuşmacılar insana görmeyi öğretebilir. Ama bir yazının, bir konuşmanın sınırlı olanakları bunları yaşamaya yetmez. O söyleşi ortamında kolay kavranamayan öyle davranış biçimler vardır ki, insan, kendindeki değişimin ayrımına varabilir. Ama denebilir ki, meyhane masasında defteri dürülen nice ozan bu gevşek yargıları hak etmiyordur. Ne var ki, okumadan “ahkâm kesmek” diyebileceğimiz bu “meyhane edebiyatı” kimi yazarların eleştiri anlayışında sürüp gidiyor. Önyargılı olunca artık okumaya gerek duyulmaz. Meyhane kültüründen gelen bu hakkı yenmişlik sürüp gider. MEYHANELERDEN EVLERE Mehmet Kemal’in anılarında ellili yıllar Ankara’sının edebiyat ortamlarına, başta “Kürdün Meyhanesi” olmak üzere, değişik çevrelerden bakılabilir (ACILI KUŞAK). Muzaffer Buyurkçu’nun günlüklerinde de meyhanelerin önemli yeri vardır. Buyrukçu, günün ince bir dilimini alır, öykü tadında bir ortam yaratır. Günün o ince diliminde önemsiz görünen nice ayrıntı anlam kazanır. Buyrukçu olayların ötesini de anlatır (ARKASI YARIN, SICAK İLİŞKİLER, SAYILI GÜNLER, ANINDA GÖRÜNTÜ). “Edebiyat Evleri”ni de yazmak varmış. O söyleşileri ses alma aygıtına çekmek, sonra da yazıya dökmek gerekirmiş. Belki Muzaffer Buyrukçu o toplantılarda olsaydı, belleğinin ötesine geçer, öykü tadında bir ortam yaratırdı. Yalnız konuşulanlar değil, davranış biçimleri de önemlidir. Her edebiyat evinin kendine özgü bir düzeni vardır. Edebiyat insanıyla bütünleşen bu düzeni de tanımak gerekir. Ev deyip geçmeyelim. Her edebiyatçı dünyaya evin içinden bakar. O evle bütünleşen bir arka odası da vardır. Bir edebiyat insanı kendini orada keşfeder. “Edebiyat Evleri” toplantıları kimi zaman genişleyen, kimi zaman daralan, değişik anlayışları olan bir topluluk içinde geçerdi. Ankara dışından gelen konuklarla genişler, kendi aramızda daralır, araya ölümler girince eksilmeye başlardı. İnsan ömrü nasıl sınırlıysa, “Edebiyat Evleri” toplantılarının da kendine özgü bir yaşama serüveni vardı. Ama zaman acımasızdır. Zaman kimlerin üstünü örtmedi ki! Biz kaç kişi kaldık geride? Mehmet Aydın, İbrahim Agâh Çubukçu, Nazmi Akıman, Emin Özdemir, Adnan Binyazar, bir de ben. Belki başkaları da vardır. Unutmuş olabilirim. Zaman bizi başka yerlere sürüklüyor. YETKİN İLE İLAYDIN Şili Meydanı’na bakan bir evin birinci katında Suut Kemal Yetkin otururdu. “Edebiyat Evleri” toplantılarımızın başkanı sayılırdı. Kızı Gülmen Öztark iyi yetişmiş, nitelikli bir kadındı. “Babamı biraz daha yaşatan bu toplantılar olmuştu” derdi. Suut Kemal oturduğu koltuğa gömülür, viskisini yudumlarken çevresindeki gürültücü kalabalığa gülümseyerek bakardı. Hikmet İlaydın’ın evinde, içeri girdiğiniz zaman, Mevlana’nın bir beyti, talik yazıyla süsü, duvara asılı bir levhadan sizi karşılardı: SAYFA 22 “Goft ki divane ne i Laiki in hane ne i” Edebiyatçıların sıradan insanlar olmadığını düşündüren bu beyit şu anlama geliyordu: “Madem ki deli değilsin Bu eve layık değilsin.” Hikmet İlaydın’ın öğrencilerinden Mehmet Deligönül divan şiirini iyi bilirdi. (Adana Lisesi’nden İlhan Selçuk’un sınıf arkadaşı olan Mehmet Deligönül akıl sağlığını yitirdi. Bu dünyadan göçtüğü zaman hiçbir şeyin ayrımında değildi. Hikmet İlaydın ona, soyadına gönderme yaparak, Deli Mehmet diye takılırdı). Hikmet Dizdaroğlu bir şiirin yapısal özellikleriyle ilgilenir, derin yorumlara ulaşamazdı. Şiirdeki bilinmeyeni görmek Hikmet İlaydın’a özgü bir incelikti. Hikmet İlaydın, Şeyh Sadi’nin BOSTAN ile GÜLİSTAN’ını dilimize kazandırırken çeviri serüveniyle ilgili çalışmalarını, çeviri kadar donanımlı notlara yansıtmıştı. Sözlü edebiyat ne kadar sağlıklıdır? Adsız ozanlarla çok adı olan ozanların şiiri özgün yapısını koruyabiliyor mu? Özellikle Yunus Emre uzmanı sayılan Hikmet İlaydın bilinmeyeni bilen bir edebiyat ustasıydı (KORKMA EBEDİ VARSIN). GEÇMİŞİN SİSLERİ İÇİNDE “Edebiyat Evleri” insanlarını ayrı ayrı tanıtmak kolay değil. İlgi alanlarının değişik olması da tekdüze bir ortamda bulunmaktan insanı kurtarıyor. Edebiyata geniş açıdan bakmak kolaymış gibi gelir. Ama ayrıntıları işin ustasından öğrenmek gerekir. Aramızdaki ozanların şiir anlayışları bile birbirine benzemiyordu. Bir Salâh Birsel’in, bir Hasan Şimşek’in, bir Muvaffak Sami Onat’ın şiir anlayışlarını aynı ölçülerle değerlendirebilir misiniz? Nazmi Akıman’ların evinde Salâh Birsel’in şiiri konuşulurken, Muhtar Körükçü’nün şiirle ilgisi olmayan yargıları bizi biraz güldürmüş, ama Salâh Birsel’i üzmüştü. Muvaffak Sami’nin bir Mevlevi dervişi gibi, şöyle bir sema yapması, Hasan Şimşek’in içindeki sessizliğe çekilerek içkisini yudumlaması, İbrahim Agâh Çubukçu’nun tasavvuf ehli bir bilge gibi ellerini kavuşturması vardı. Geçmişin sisleri içinde olsa da birtakım görüntüler renkli bir resim gibi duruyor. Hikmet Dizdaroğlu’nun yemek masasını denetlemesi, Satı Erişen’in bir zeytin tanesiyle yetinir gibi yemekle ilgisini sınırlı tutması, Mehmet Aydın’ın konuşmaları yavaşlatan kahkahası geçmişin sislerini aralayan görüntüler arasında. Mehmet Deligönül, Satı Erişen gibi edebiyat insanlarını anımsayan yoktur artık. “Edebiyat Evleri” toplantılarından onları tanımasam edebiyata adanmış yaşama serüvenlerini bilemeyecektim. KONUK EDEBİYATÇILAR “Edebiyat Evleri” toplantılarının bir başka önemli yönü, oraya gelen konuk edebiyatçılarla ilgilidir. Özellikle Ankara’ya gelip de Hikmet İlaydın’ı görmeden edemeyen Orhan Şaik Gökyay, Adbülbaki Gölpınarlı, Fahir İz gibi ustalar “Ebebiyat Evleri” toplantılarında da yer alırdı. Türk Dil Kurumu Yönetim Kurulu toplantıları için İstanbul’dan gelen Fazıl Hüsnü Dağlarca, Oktay Akbal, Sabahattin Kudret Ak sal, Sami Karaören gibi edebiyat insanları da bu toplantılara katılırdı. Kimi zaman üzerinde konuşulacak bir öykücü konuğumuz olurdu. Sabahattin Tahsin Teoman’ların evinde Füruzan’ın konuk olduğu bir toplantıda Adnan Binyazar’ın özenle hazırladığı bir yazılı söyleşiyi anımsarım. Cahit Külebi gerçekten mi öfkelenirdi, şakacıktan mı? Pek de belli olmazdı. Eski edebiyatı iyi bilenler, değişik kesimden edebiyatçıların saygısını kazanmışlardır. Onları önü ilikli dinlerler. Bu toplantılardan Orhan Şaik Gökyay, Abdülbaki Gölpınarlı, Fahir İz’den kalan öyle anılar var ki, onların kişiliğini daha iyi tanımak için bu anıları da bilmek gerekir. Fahir İz’in o sessiz duruşu arkasındaki nükteden, içtenlikli davranışını bilmeden onu yeterince tanıyamazsınız. Fahir İz bir gün New York’ta başından geçen bir olayı anlatmıştı: Harlem’e doğru yürüyüşe çıkmış. İki zenci yolunu kesip “Ya paranı, ya canını” demiş. O zamanlar Müslüman zencilerin de etkili olduğu dönemdir. Fahir İz der ki: “Siz ne biçim Müslümansınız? Bir Müslümanın nasıl canına kıymaya kalkıyorsunuz?” “Senin Müslüman olduğun nerden belli? Bir ‘Kelimei Şahadet’ getir bakalım” demiş zenciler. Fahir İz, okkalı bir ‘Kelimei Şahadet’ getirince de secdeye durmuşlar. Sonra da, “Gel seni şurdan geçirelim. Ordaki zenciler Müslüman değildir. Senin canına okurlar” diye onu düzlüğe çıkarmışlar. Fahir İz bunları ağzının içinden konuşur gibi anlatırdı. “Şedelere dikatet mola” diyen Arnavut Hoca’yı taklit ederdi. “Şedde”yi vurgulayamayan Hoca’dan, “Molla”, “dikkat” demeyi nasıl öğrenecekti? Bu fıkraları bir de Fahir İz’in ağzından dinlemek gerekirdi. Orhan Şaik gibi, Abdülbaki Gölpınarlı gibi edebiyat ustalarının Hikmet İlaydın’dan öğrenmek istedikleri neydi? “Hikmet mi? O bizi çoktan geçti!” diyen Abdülbaki Gölpınarlı gibi bir ustanın olgunluğu bugün kimde var? Edebiyatı bütün olarak kavramak kültür birikiminin kazandırdığı bir sezgi işidir. Bilgiçlik taslamakla o işin üstesinden gelinemez. Divan şiiri dediğimiz o “Gizli Gömü”yü bir de Hikmet İlaydın’dan dinlemeliydi. Denemelerini gecenin dinginliğinde yazan Suut Kemal Yetkin’in, ustalaştıkça kendinin gerisine çekilmesini görüp, nice sığ insanların böbürlenmesine gülümsemeyi bilmeliydi. “Edebiyat Evleri” bir eğitim ocağı sayılabilir. Divan şiirinin gizli ozanlarından biri, Bursalı Mehmet Talip mi söylemişti? “Kişi noksanını bilmek gibi irfan olmaz.” Zaman o güzel insanların üstünü çoktan örttü. Peki biz kendimizde çoğalabildik mi? Belki de Ahmet Paşa’nın dizesinden geçmişe bakmakla yetineceğiz; “Bir vakt olur ki derler o da bir zaman imiş.”? Bu sayfayla iletişim kurabilmek için dergilerinizi ve kitaplarınızı aşağıdaki adrese gönderiniz: Mustafa Şerif Onaran Hekimköy Sitesi 20. Sok. No: 8 06800 ÜmitköyAnk. Tel.: (0312) 235 91 11236 23 46 CUMHURİYET KİTAP SAYI 1031
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle