19 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

¥ Bankası yayınları 2006’da bir arada sunmuştu. (2) 2 KONUMUN İRDELENMESİ: “Sanat görüneni yeniden üretmez; görüneni geri verir” diyen, Paul Klee’nin, söyleşilerinde bir ders notu gibi çizdiği eskizlerden biri de, içinde yaşadığımız boşluğa yayılan sesin tonlarına, zamanlarına ve tınısına ilişkindir. ‘Melody a graphic’ çizimi, ses ile figürün devinimini uyum içinde buluşturur. Müzik fenomeninin, sayısal zamanlama değerleri, resimdeki ritmik yapıyla uyum içinde bağıntı kurabilir. Bu yaklaşım, anlık görüntüyü yakalama çırpınışlarının gereksizliğini de anlamamıza yarar; çünkü bu sayısal zamanlama ölçütleri, müziğin dansa dönüşmesi ile elde ettiğimiz dizelere göre daha da bütünü kucaklayan kavrayış boyutudur. Ses dizeleriyle uyumlu bir devinimin yönelişlerini ve geleceğini yakalama olanağını böylelikle resimle yakalamış oluruz. Leonard Cohen’in ‘Touch me with your naked hand, touch me with your gloves’u, Karlheinz Stockhausen’ın ‘Stimmung’ adlı akustik besteleri beni resimsel biçimlendirmeye kışkırtır. Hele Leonard Cohen’in şarkısı, dokunma duyusunun ne denli göz ardı edildiğini anlamamı sağlamış, adeta tüm duyargalarımı(!) ayağa kaldırmıştı da, dışladığımız koku alma duyumuzu da sezinleten, sonradan “Dokunmak ve Koklamak” adını verdiğim bir dizi resim yapmıştım. Yalnızca görünenle yetinip anlam üretmeye kalkışmaktansa, yaşadıkça tüm duyularımı kullanmayı sürdürebilmeyi diliyorum. Daha nice müziğin, şiirin içinden geçerek, ses yankılarının ışığında soluk almayı umalım. Konumumuz, yeryüzünde çok bilinen bir nokta, bir adres, bir coğrafya değildir. Bilincin erişebileceklerinin başlangıcında olduğumuzu, her sanat yapıtıyla karşılaştığımda bir kez daha anlıyorum. Bakış açımızı örten nesnel çokluk, zamanın akışını durdurarak başa çıkabileceğimiz bir engel. Terry Eagleton (1934 ), tek romanı Azizler ve Âlimler’de aynı Papini’nin anlatım biçimini izleyerek çok garip, çünkü gerçekleşmesi olanaksız karşılaşmalarla öyküsünü dokur. Bertrand Russel’la Ludwig Wittgenstein, Cambridge’e bağlı Trinity College’deki odalarında bir şişe kırmızı şarabın başında oturmaktadırlar. Witgenstein, Nikolay Bahtin’le ıssız bir kıyıya gitmeye karar verdiklerini açıklar. Seçtikleri yer Kuzey İrlanda’da, denizin kayalıkları dövdüğü bir kıyıda, ağaçların arasında yitip gitmiş bir kulübedir. Rus yapısalcılarından Mihail Bahtin’le birlikte Witgenstein’ın bu adaya pek yakışacaklarını söyleyen Russel: “İrlanda,” diye düşünür, “azizler, âlimler, şehitler ve deliler ülkesi. Bizim kaçık orada tam yerini bulacak.” Ludwig’le Mihail, kulübelerinde Avrupa uygarlığının çatırdayan yapısından yakınarak günler geçirirken, İngiliz ordusundan kaçan Sinn Fein’in önderi James Collony, üç silahlı adamıyla birlikte kulübelerine girer ve onları tutsak alır. Artık aynı çatı altına sığınmış bu insanlar, başlarına gelecek bir kuşatmaya ya da baskına karşı tetikte, uzun bir bekleyiş içindedirler. Wittgenstein her zamanki öfkeli haliyle, Viyana doğumlu bir Yahudi olduğu için İrlanda Kurtuluş Ordusu’nu çok iyi anladığını. Ama felsefeci olduğu halde felsefeden nefret ettiğini; burada da bu yüzden bulunduğunu açıklarken dışardan bir tangırtı duyulur. Collony’nin adamları dışarıya fırlayıp, James Joyce’un Ulysess’inden çıkıp gelen Leopold Bloom’u yakapaça içeriye sürüklerler. Çakırkeyif Bloom, buraya bunalım içinde sürüklenişini anlatır; çalışamıyor, uyuyamıyordur... Ama sorguya çekilmekten kurtulamaz. Ne var ki, Bloom onca hırpalanmasına karşın çok mutludur. Yaşamı boyunca ilk kez başına bir şeyler gelmiştir. Collony’yle konuşmak da kaçırılmayacak bir fırsattır. Çünkü bu SinnFein’cinin kurşuna dizilmesi kaçınamayacağı bir sondur. (3) Papini de, Eagleton da uyumla gürültü arasındaki karşıtlıktan yararlanarak düşünselliği, politikadan köktenci saplantılara; sanatsal yaratımdan, ideolojilere dek tüm olguların irdelenmesi için araç edinmişler. Konumlarının ne olduğunun bilinciyle, geçmişi geleceğe bağlayan köprünün sağlamlaştırılmasının varlığın sürdürülmesi için tek yol olduğunu dile getirmişler. Ne var ki, geçen yüzyıla yön veren kişileri hiç ağızlarına almayacakları sözlerle konuşturmalarını epeyce acımasız bulduğumu, bazı satırları okurken çokça tedirgin olduğumu söyleyebilirim. Yine de bu yöntem, Dan Brown’la başlayan, Ortodoks ve Katolik tariklerin gizemli meselleri üstüne şimdiki zamanın şablonlarını yapıştırarak anlam yakalamaya çalışmayı bir akımın en geçerli biçimi saymaktan da; Mevlana ile Şemsi Tebrizi’nin yaşam öykülerinin fonu üstünde çok öznel serüvenlerin yarı polisiye anlatımına girişmekten de çok daha yazınsaldır. (…ki, Türk yazınında, İhsan Oktay Anar ve Mehmet Coral’ın, D. Brown’ın “Vinci Şifresi”nin yayımlanmasından yıllar önce tarihsel romanın en iyi örneklerini verdiklerini de biliyoruz.) ? (1) John Berger, ‘Görünüre Dair Küçük Bir Teoriye Doğru Adımlar, Çev: Bülent Somay, Metis Yayınları, Birinci Basım Kasım 1999. (*) Bir doğa görünümü karşısında bakış açımız çok önemlidir. Gözün tek bir nesneye yönelttiği bakışın hangi doğrultuyu izlediği de ... Bu açı değiştiğinde o coğrafyada bir zamanlar bulunduğumuzu anımsayamayabiliriz; ama kimi zaman da, az önce gördüğümüz nesnenin ışık değerlerinin farklılığı nedeniyle gönderdiği sertlik ya da yumuşaklık izlenimi bile değişmiştir. Boşluğun içinde, yani resmin yüzeğinde, ressam, uzak bir noktada varolmalıdır. Bu konum sanatçının tüm duyularını eyleme geçirdiği, entelektüel kozasını ördüğü; uyumun gizlerini kendi öznel dünyasında kurguladığı bir ayrı ülkedir. 1937 doğumlu Hockney, popartla başlayan sanat serüvenini, çevresinde oluşan ışık kaynaklı, yer değiştirmeye ilişkin her tür devinimi irdelemeye yönelen resimlerle sürdürmekte. Grafikle sanat resmini en tutarlı biçimde buluşturan ressam, Kavafis’in şiirlerine, Mozart’ın Sihirli Flüt’üne, Stravinsky’nin birçok bestesine; Grimm masallarına illüstrasyonlar da yaptı. ‘Büyükçe su sıçraması’ adlı resmi (A bigger splash, 1967, tuval üstüne acrylic, 242,5x152,4cm.). California’nın güneşi altında suya düşen ya da atlayan bir şeyin kendi oylumu kadar sıçrattığı su yoğunluğunu gösterir. “Picasso’nun duvar resmi önünde üç sandalye” adlı yapıtında, Picasso’nun figürün devinimlerle yüklü çizgileri anılarda kalan bir canlılıktır; üç boş koltuk ise şimdiki zamanın geleceksiz terk edilmişliğini çağrıştırır. Ara sıra “En iyisi bir zamanlar yapıldı”, “Yapılacak hiçbir şey kalmadı” duygusuna kapılırız ya, işte o kötümserlik, resimde üç boş koltuk olarak belirivermiştir. Görme duyumuzdan başkaca duyularımızla algıladıklarımız artık yalnızca doğadaki olgu ve nesnelerle sınırlı kalmayacaktır. Jean Auguste Dominique Ingres, geride bıraktığı yapıtlarıyla nasıl Degas’yı, Matisse’i, Picasso’yu etkilemişse, o günden bugüne ressamının bilgileneceği, esinleneceği alan da çok genişlemiştir; görselliğin yanında diğer sanat dilleriyle ortaya konan bütünlüklerle de ilgilenmek zorundadır . (2) “Gog”, G. Papini, Çeviri: Fikret Adil, Türkiye İş Bankası YayınlarıBeşinci Basım, 2006. (3) “ Azizler ve Âlimler”, Terry Eagleton, Çeviri: Osman Akınhay, Agora Kitaplığı, Üçüncü Basım, 2003. (4)a) “ Babı Esrar”, Ahmet Ümit Doğan Kitap2008 b) “Aşk”, Elif Şafak Çev.: K.Yiğit Us Doğan Kitap, 2009. SAYFA 11 CUMHURİYET KİTAP SAYI 1031
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle