Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
David Hockney Yazında mekânı ve zamanı çoğaltma üzerine Yaşanmışlığın kurgudaki izleri David Hockney’in ‘boşluk’ diye adlandırdığı şey belki de biçimlenmemi; taneciklerden, gazlardan ve ateşten oluşmuş bir döngü olarak evrenin ilk görünümü olsa gerek: Kaos.. Yazında da kurgunun anlatıyı özgür bırakan boşluklar içermesi bu yüzdendir. Okuyucuyu yoğun betimlemelerle bunaltmak yerine, sezdirmekle yetinmek imgelerin çoğaltılmasıyla anlatımı varsıllaştıracaktır. Ë Ziya GÜREL John Berger Giovanni Papini Paul Klee Terry Eagleton 1 HANGİ BAĞLAMDA BİR ARADA? NİÇİN YAN YANA? amanın akışı, hızlı yaşama isteğinin kıvrımlı devinimi, nesne kalabalığının ortasında donup kalmamıza; hiçbir anlam ve bağlam ucu yakalayamadığımız bir belirsizliğe sürüklenmemize yol açıyor. Nesne ve olguları, birbirleriyle karşılaştırarak, aralarında benzerlikler arayarak, yeryüzünü sanki yeniden tanımaya giriştik. Anlamların, kavramların tümünü aynı analoji kazanına doldurup erittiğimizde karşımıza çıkan kargaşayı, ‘bireysel beğeni’ ya da ‘öznel seçim’, diye sunma yanlışlığı sürdürülmekte. John Berger, İngiliz ressam David Hockney’in anlattığı bir anısından yola çıkarak, görsel biçimlendirmeler alanında duyumsamaların kaynağını açıklıyor. Kuramları bir yana bıraktığı bu yaklaşımıyla Berger, bir resimle bütünleşebilmenin serüveninin, üstümüze bir karabasan gibi gelen görsel etkiler kalabalığı arasından görme duyumuzun seçiciliğine başvurmakla başlayacağını söyler. Algılamanın yetkin boyutlarına erişmekle öngörülen boşluk vurgulanmış olacak, resim dilini kullanmanın ilk adımları atılmaya başlanacaktır: (1) “David Hockney’in dediğine göre, kız kardeşi, Tanrı’nın, nesneler arasındaki hava boşluğu olduğuna inanıyormuş... Böylece her şey Tanrı’nın içinde oluyor, Tanrı’nın içinde dolanıyor. Fena fikir değil, değil mi? Ressamların algılama tarzına çok yakın bir bakış. Ressamlar imanlı oldukları için değil, hep resmetmeye çalıştıkları şey tam da bu görünmez boşluk olduğu için . Boyadıkları lekelere bir birlik sağlayabilecek tek şey bu boşluk. Bir resmi içindekilerin listesini çıkararak tanımlayamazsınız – her fırça darbesini listenize alabilseniz bile: Bir resmi kendisi kılan, nesneleri nasıl bir arada tuttuğu ya da tutamadığıdır. Okullar bunun ‘kompozisyon’ dedikleri şeyle ilgili olduğunu söylerler. Onların akademik anlamda ele aldığı kompozisyon, ölüm katılığından başka bir şey değildir! Hayır, her şeyi bir arada tutan boşluktur – her farklı örnekte kendine özgü bir tarzda. (...) Boşluk, durmadan biz ressamlarla oyun oynar. Biz de bu Z yüzden boşluğa dua ederiz.” Düşlenip imlenen her şey bu boşluğun kendi ışığı altında görsellik kazanacaktır. Kız kardeşinin tanımıyla açıkladığı resimsel boşluk, Hockney’i başka araştırmalara da yöneltmiş. Yıllardır sürdürdüğü bir araştırmayı sonuçlandırdığını geçenlerde gazetede okuyunca, görmüş olduğumuzla, resme dönüşenin üstünde epeyce yeni düşünce boyutlarına erdiğini anladım: Hockney, Caravaggio, Vermeer gibi birçok ressamın, yeteneklerini doğal olmayan yöntemlerle desteklediklerini, perspektifin babası sayılan Giotto’nun dışında, 1430’larda Flaman ressam Jan van Eyck’tan, 19. yüzyıl ressamlarından Ingres’e, birçok sanatçının mercekli kamera kullandıklarını ortaya çıkardığını açıklıyor. ‘Camera Obscura’ yöntemi, aydınlatılmış odadaki modelin görüntüsünün, bir mercek ve camdan geçirilerek, karanlık odadaki tuval üstüne yansıtılması, olarak özetlenebilir.Yüzey üstüne ters düşen görüntü, ressama çok kısa süre içinde eskizini tamamlama; ayrıntıları saptayarak çalışmasının ilk aşamasını sonuçlandırma olanağı veriyordu. Hockney’in Londra’daki araştırmacısı D.Graves de, ta Roma dönemine dayanan Venedik’in cam endüstrisinin, mercek üretimindeki gelişmişliğin bu savı desteklediğini söylüyor, Leonardo’nun da görüntüyü büyütmek için su çanağı ve mercek kullandığını ekliyor. İkinci bir göze ne gerek var, diye sorulabilir. Camera obscura ya da onun taşınabilir olanı ‘lucida camera’yı kullanmış olmalarının bu ressamların dehasını hiçe indireceğini düşünmek yanlış olur. Bedenin duruşunu, nesnenin boşlukta kapladığı oylumu kavramak için bu yola başvurdukları anlaşılıyor. Ayrıntılı portre siparişlerini yetiştirip, geçimlerini sağlamak kaygısı da resim yüzeyine yansıtılan görüntü üstünden ana hatları çizivermek kolaycılığına başvurmalarında elbette etken olmuştur. David Hockney’in ‘boşluk’ diye adlandırdığı şey belki de biçimlenmemiş; taneciklerden, gazlardan ve ateşten oluşmuş bir döngü olarak evrenin ilk görünümü olsa gerek: Kaos... Yazında da kurgunun anlatıyı özgür bırakan boşluklar içermesi bu yüzdendir. Okuyucuyu yoğun betimlemelerle bunaltmak yerine, sezdirmekle yetinmek imgelerin çoğaltılmasıyla anlatımı varsıllaştıracaktır. Dilerseniz yazındaki mekânı ve zamanı çoğaltma tutkusunu, Giovanni Papini’nin ve Terry Eagleton’un yapıtlarından örnekler vererek ele alalım: Giovanni Papini (18811954), “Gog” adlı kişinin yaşamı kavrayabilmek için göze aldığı nice serüveni anlatırken, Gandi’den Edison’a; Lenin’den Einstein’a; Lorca’dan H. Ford’a kadar birçok ünlüyü de bir hiciv dokusu içinde konuşturur. Asıl adı Goggins olan kahramanıyla, Dalmaçyalı şair dostunu ziyarete gittiği bir tımarhanede tanışır. Gog’u yalın çizgilerle karşımıza getirir: “Açık yeşil giyinmiş, ellilik bir acayip yaratıktı. İriyarı, biçimsiz. Kafasında tek kıl yoktu: Ne saç, ne kaş, ne de sakal. Kırmızı kabarcıklarla dolu çıplak deri den bir soğan başı. Koyu tenli, neredeyse mor, pek geniş bir surat. Gözlerinden biri kül rengimsi güzel bir mavi, öteki sarı çizgili ve hemen hemen yeşil görünüyordu. Çene kemikleri dört köşe ve güçlüydü, etli fakat soluk dudakları tamamen madeni, altın bir tebessüme açılıyordu.” Babasını hiç tanımayan Gog, Havaili bir kadının melez oğluydu. Bir Amerikan gemisine miço olarak bindiğinde on altı yaşına anca girmiş küçük bir çocukmuş. Açıkgöz ve kurnaz biri olduğu için kısa sürede büyük bir servetin sahibi olmuş; 1920’lerde de hiç kayba uğramadan işi bırakmıştı. Şimdi, kör cahilliği içinde dizginsiz harcamalar yaparak içgüdülerini ve aklını, ‘her türlü ender şey için ve şehvet peşinde, en tiksindirici hevesleri gerçekleştirmek amacıyla kullanıyordu. Ne karısı, ne de çocuğu vardı. Artık parasının kölesi olmaktan kurtulmuş, kazandığı paranın ona uşaklık etmesini istiyordu. Yeryüzünü keşfetmek için gezilerine çıkıyor, kendisine sanatı anlatmaları için de, çok sayıda, ressamı, yazarı, şairi, besteciyi hizmetinde çalıştırıyor; dinlerin gizemini öğrenmek için her inançtan din adamlarını toplayarak onlara geniş bir alana sıralanmış birer büyük tapınak yaptırıyordu. Bu yapıların her biri geleneklerin tüm gereklerine uygun, birer kusursuz mimari örnek olarak ün yapmıştı. Kendi coğrafyalarından koparılmaları yüzünden cemaatsiz kalan birkaç din adamının yakınmalarından başka bir sorun da çıkmamıştı. Papini, Gog’un tanıklığında Lenin’i, Ford’u konuşturur. İdeolojilerin nasıl birer dogmaya dönüştüğünü hiciv yoluyla ortaya koyar. Ne var ki, yazarın söylemi artık yalnızca taşlamayla yetinmeyen bir anarşist haykırıştır. Ford, üretimle pazarlama yöntemlerinin meta fetişizminin yansıması olduğunu dile getirirken; Lenin, bir Yahudi burjuva olan Marx’ın arada bir konuğu olduğu fabrika sahibi dostu Engels’ten parlak düşünceler edinerek ortaya koyduğu kuramın pek önemi olmadığını açıklayıverir. Çar’dan yönetimi devraldıkları Rusya’da daha önce insanların yüzde 98’i yokluk içindeyken, şimdi yüzde 95’i yaşamla boğuşmak durumundadır. Görüşme isteklerinin geri çevrilmemesi için bu ünlü kişilere armağanlar gönderir, bağışlarda bulunur. Bu ziyaretlerinin ana hatlarını kabasaba bir dille güncesine aktarır. Gezdiği coğrafyaları, buluşma yerlerini bu notlarında belirtir, ama zaman açıklanmaz. Mevsimi, iklimi duyumsamamıza yetecek kadar güncelerin ayı, günü yazılmıştır da, yıl belirtilmemiştir. Her nasılsa, Freud’u ziyaretinin tarihini tam olarak öğrenebiliriz: Gog, 6 Mayıs 1856’da doğan Freud’un yetmişinci yaşını kutlarken, ruh bilimciye Londra’daki müzayededen aldığı Helenistik dönemin bir Narcisse yontusunu armağan eder. Narsistliğin kuramcısından böylelikle kabul görür. Birincisi 1931’de, ikincisi 1951’de yayımlanan; çevirilerini 19561966’da Fikret Adil’in yaptığı Papini’nin her ¥ iki kitabının beşinci baskısını, İş SAYFA 10 CUMHURİYET KİTAP SAYI 1031