03 Mayıs 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

K iyatro, saltık anlamda varlığını yazarda bulan bir sanat değil, öyküde, romanda vb. olduğu gibi... Tiyatro, yazarsız da kendini gerçekleştirebiliyor. Yeter ki oyuncu olsun... O halde tiyatroda yazar olarak varlık göstermeyi tasarlayan birinin işi, oyunculuktan çok daha zor... Tiyatroda, sahne gereksinimini karşılayacak metinleri hedefliyorsa kişi, görece bu kolay sayılabilir, ama bunu aşan oyunlar yazmayı hayal ediyorsa eğer, oyun yazarlığından çok daha önce bir yazar olmayı kesinlemek zorunda... MitosBoyut yayınlarınca gerçekleştirilen oyun yazma yarışmasına katılan kimi genç yazarların da bu yolda görünmesi bana çok sevindirici geldi. Örneğin henüz öteki alanlardaki verimlerini okuma olanağım olmasa da şiir, öykü, senaryo vb. yazıp çeviriler yaparak yayımlayan genç oyun yazarlarının varlığı, geleceğe güvenle bakma sevinci veriyor insana... Sözgelimi Meltem Yıldırım, Mehmet Eşli, Hülya İniş, Tülin Ceylan, Yelda Karataş yalnız sahne gerekleri yönünde oyunlar kaleme alan yazarlardan değil; senaryo, öykü, şiir türlerinde de kalem oynatıyor her biri. Bu arada hemen bütün oyun yazarlarının televizyon ya da radyo metin yazarlığı konusunda deneyimli oldukları görülebiliyor. Ötesinde Yelda Karataş’ın üç, Alperen Yeşil’in bir şiir kitabı var yayımladığı. Yazarlıkta yol almış görünen bu genç yazarların oyun yazarlığında da kendilerini gösterecekleri umulabilir bu nedenle... Ülkü Ayvaz itaplar Adası M. SADIK ASLANKARA Tiyatroda yazar olmak!... İlk öyküler demetinde dilsel yabancılaştırma, belirleyici iken ikinci, üçüncü öyküler demetinde soyutlamalı, daha çok da gizemci yaklaşım su yüzüne çıkıyor. Son öyküler demeti Yatalak Kraliçe’de ise dingin, durmuş oturmuş, soğukkanlı, ama incecik hüzünlerle sarmalanan, hüznün içinleştirilip soğurulduğu öyküler çıkarıyor karşımıza yazar. Suskunluğu, çok şey söylemesine engel değil. Öykü kahramanları, yer yer Kafka tedirginliği, Çehov aykırılığı yayan tutumlarıyla belirgin biçimde birer oyun karakteri olarak alınabilir bana göre. Nitekim genelde kendine güvensiz, çatışmalı, ayrıksı, yalnız, huzursuz, enikonu yabancılaşmış, yanı sıra bu yabancılaşmaya alışmış öykü kişileriyle karşılaşıyoruz. Kafka, Dostoyevski esinlemesi evrenlerle de birleşince bu; çarpıcı bir öyküanlatı serilmiş oluyor okurun önünde. Ancak öykü evrenlerini belirsizleştirerek ya da evrenin sınırını bulandırıp dağıtarak, öykülerin herhangi zamanda, uzamda geçtiği havası da yaydığı oluyor yazarın. “Bekçi” bu yönde örneklenebilir sanıyorum. OYUN YAZARI ÜLKÜ AYVAZ... Ülkü Ayvaz oyunları geniş bir dağarda yayılıyor. Bunlar arasında kısa oyunlarla çocuk oyunları da ciddi yer tutuyor. Ben bu bölümde oyunlarıyla kısa oyunlarını dikkate aldım yalnızca. Tümü de MitosBoyut tarafından yayımlanan bu oyunlar şunlar: Toplu Oyunlar 1 (Nihavent Longa, Valii Vilayet Hademei Devlet, Yeniden Yaratma; 1995), Külhanbeyi Operası (1997), Toplu Oyunlar 2 (Geriye Bakma, Bağlanma; 1999), Toplu Oyunları 3 (Troya’yı Özlüyorum, 8 Kısa Oyun; 2009) Yukarıda sıraladığım yedi oyunda da yazarın, olaylara yönelik aktarmacılık yapmadığı, olaylarla örgülenmiş oyunlarda bile düzeyli soyutlayımdan, dönüştürümden geçirdikten sonra dramatik çatılamayı kurup mimariyi öyle tamamladığı görülüyor... Farklı tarihsel dönemlere, kesitlere özgülenebilecek Nihavent Longa, Valii Vilayet Hademei Devlet, Külhanbeyi Operası adlı oyunlarında Ülkü Ayvaz, bizi yalnız tarihsel geçmişimizle değil, hatta yalnız bugünümüzle de değil, bir açıdan geleceğimizle yüzleştiriyor, bütün iyi oyunların yansıtabileceği derinlikte. Öteki oyunlarında derin soyutlayım eşliğinde imgelerle örülü artalan yaratırken kimileyin folklorik öğeleri dönüştürüp dramatik olanakları genişlettiği de gözleniyor. Ülkü Ayvaz, farklı öykü diliyle bir yandan meddah gibi usul usul öyküsünü kuruyor, öte yandan okurunu her an tetikte tutan dilsel söyleme dayalı anlatım kışkırtısıyla ortaya çıkan uçkunlar aracılığıyla yanılsamayı kırmaya çabalıyor. Demek Ayvaz öyküdeki tutumunu kimileyin oyunlarında da sergiliyor... Ancak öykülerde yüzeydeki dalgalanmalarla okuru derinlere yöneltirken oyunlarda imgesel artalanlar yaratmayı önceliyor daha çok. Nitekim kimi öykülerinden kalkarak sonradan bunları oyun olarak da geliştirmeye yönelmesi, örneğin “Çadır”, “Gri Oğullar”, “Yumuşak ‘G’” vb. öykülerle Troya’yı Özlüyorum, Bağlanma, Nihavent Yonga vb. oyunlar arasındaki bağlarda görüldüğünce, elbette dikkat çekici. Öykülerle oyunlar arasında bu şekilde somut köprüler kurmak, elbette çok ilginç. Öyküleyeceği anları, farklı kesitlerle yüzleştirip birbirine yapıştırırken bunu oyunlarında da uyguluyor yazar. Ancak hemen ekleyeyim, Ayvaz aynı bir izleği, hatta aynı konuyu işleyerek yapılandırırken farklı biçemlerle türlere özgülüğü koruyarak verimini sürdürüyor. Bu, onun öykü, oyun yazarlığında nece yol aldığını da gösteriyor kuşkusuz. Gerçekten öykülerinde olduğu denli oyunlarında da hep farklı yazımların peşinde olan bir yazar Ülkü Ayvaz. Onun öykülerinde, oyunlarında başardığı bir durum da, oluşturduğu imge ormanından yola çıkarak öyküde anlamlandırmayla, oyunda anlamla buluşturması bizi. Gerek öykülerinde gerekse oyunlarında mimariyi, bezemeyi, iç dokuyu, dramatik dolantıyı öndelerken hikâye ediverme evecenliğinden, ille anlatma boşboğazlığından, sanatın hep reddedegeldiği olup biteni aleni kılma ya da faş ediverme sığlığından uzak duruşu yazarın, kuşkusuz övgüye değer bir tutum. Yine her iki tür veriminde dikkati çeken bir yan da bir yazar karakterinin dolaştırılması. Bu da ilginç bir veri. Öte yandan Ülkü Ayvaz’ın pek çok öyküsünde, oyunlarıyla kısa oyunlarında çok kardeşli, çok çocuklu, anneli, babalı, büyükanneli, büyükbabalı, özellikle yitirilmiş bir ülke konumu sergileyen çocukluk zamanı, uzamı pek çok öyküyle oyunda yayılış gösteren ana izlekler arasında. Söz konusu karakterleri tipolojik yanlarıyla öne çıkarmakla birlikte hiçbir zaman tipleştirmiyor yazar. Özellikle kırsal alanda öğretmenlik yapan kahramanların kesinlikle çizgiselliğe kaymadığı öne sürülebilir. Bu çerçevede bu insanlara bakarken, bu bakışa yansıyan hesaplaşma, ötesinde düşünce gelgitleri de büyük önem taşıyor. Emekçi insanlar, yoksul yaşamlar,ülke aydınlanmasında ülkücü tutumlarıyla öne geçen bir avuç insan, özellikle köy öğretmenleri, yanı sıra köy enstitüleri ya da enstitülü kuşak... Hepsi de küçük insanlar, ama sıradan değiller yine de; hatta öyle tutumları var ki her birini sıra dışı kılmaya yetiyor bu. Kimileyin annelerle babaları, büyükannelerle büyükbabaları oyunlarına klasik tragedyaların kahramanları gibi yerleştirdiği de oluyor Ülkü Ayvaz’ın. ÜLKÜ AYVAZ YA DA TİYATRODA YAZAR OLMAK... Yukarıda ayrıntılı olarak üzerinde durduğumuz gibi Ülkü Ayvaz, tiyatroyu da öyküyü de aynı bir anlatı içinde bütünleyen tutum sergiliyor çoğu kez. Bizde öyküyle oyun yazarlığını yıllara yayılacak yoğunlukta eşzamanlı olarak birlikte götüren azımsanmayacak sayıda yazar var. Örneğin Aziz Nesin, Orhan Kemal, Sabahattin Kudret Aksal, Haldun Taner, Necati Cumalı, Vüs’at O.Bener, Adalet Ağaoğlu, Kemal Bekir, Muzaffer İzgü, Güner Sümer, Dinçer Sezgin, Murathan Mungan, Ferhan Şensoy, Ahmet Önel, Ülkü Ayvaz, Özen Yula, Memet Baydur, Yeşim Eyüboğlu, Aytül Akal, Behiç Ak, Hasan Öztürk vb. bunlar arasında anılabilir... Bu öykücü yazarlara kendimi de eklemem gerekiyor. Ancak şiirle, romanla içli dışlı oyun yazarlarımız olarak Nâzım Hikmet’i, Melih Cevdet Anday’ı, Oktay Rifat’ı, Turgut Özakman’ı, Dinçer Sümer’i vb., radyo oyunları bağlamında da Behçet Necatigil’i sıraladığım adlarla anmamanın haksızlık olacağını düşünüyorum... Şiiri, öyküyü, romanı okutmak oyuna oranla görece daha kolaymış gibi geliyor pek çok kişiye. Buna tamı tamına katılamasam da, sayısal veriler oyun okumanın öteki türlere göre çok daha ağırdan gittiği görülüyor toplumumuzda. Sevda Şener, “Ülkü Ayvaz’ın Oyun Yazarlığı” başlıklı yazısında “Okunduğu zaman da tat veren oyunlar yazmak özel bir yetişme işidir” diyor, çok önemli bir doğrunun altını çizerek... Ülkü Ayvaz, öyküleri kadar oyunları, kısa oyunlarıyla da okunurluğu, bu çerçevede sanatsal oyun yazarı olmayı, bunlarla gelecekte de okunur kalmayı hak etmiş bir yazar... Umarım yazın, tiyatro çevremiz, üretime yönelmiş genç yazar adaylarımız, onu ayırt edip tanımakta geç kalmazlar...? CUMHURİYET KİTAP SAYI 1025 T İşte böylesi genç yazarların ya da oyun yazarlarının doğduğu yıllarda, yani 1970’in sonlarıyla 80’in başlarında, tıpkı bugünkü genç oyun yazarlarının yaşında bir genç yazarımız da öyküyle oyun türlerinde peş peşe verimlediği ürünlerle dönemin yazın, tiyatro çevrelerinde haklı olarak ilgiyi üzerinde topladı: Ülkü Ayvaz... ÖYKÜCÜ ÜLKÜ AYVAZ... Öykücü Ayvaz’la oyun yazarı Ayvaz’ın hangisinin önde olduğu kafa karıştırmamalı. Belli ki bunları birlikte pekiştirip, bu türlerin birbirini tetiklemesiyle, birbirinin rehberliğinde ya da yedeğinde kendini besleyerek yola çıkmış bir yazar o. Peki bu öykücülüğün onun oyun yazarlığını, oyun yazarlığının öykücülüğünü demlemediği öne sürülebilir mi? İlkin bugüne dek yayımladığı öykü kitaplarının adlarını sıralayalım yazarın: İşlerin Yolunda Gitmesine Engel Olan Kim (Cem, 1984), Gri Oğullar (Cem, 1985), Olaylar ve Kahramanlar (Cem, 1991), Yatalak Kraliçe (Gürer, 2009). Bu arada ilk üç kitabının ikinci bir basımı da (Cem, 1999) var... 1984’ten 2009’a, yirmi beş yıl aralıksız süren bir öykü yazarlığı, verimlenmiş toplam dört öykü kitabı. Buna göre günümüz genç oyun yazarlarının ortalama yaşları kadar bir öykü, oyun yazarlığı geçmişi bulunduğunu söyleyebiliriz Ayvaz’ın. O da, ilk verimleriyle okur önüne çıktığında gencecik bir yazardı. Sergilenen oyunlarıyla da seyircinin ilgisini çekiyordu kuşkusuz... Oyunlarına az sonra geleceğiz, biz öykülerinde gezinelim onun önce... İşlerin Yolunda Gitmesine Engel Olan Kim’de, hemen dikkati çeken, bunların farklı dilsel kaygıyla kaleme alındıkları... Bir iç konuşma havasında, biraz da tek kişilik bir oyundaki kahramanın ağzından söylenivermiş gibisine bir biçemle verimlenen bu öyküler, getirdiği şaşırtıcı öykü evrenlerinin, aykırı kahramanlarının yanında belki bunlardan daha çok dilsel yabancılaştırma etmeniyle dikkati çekiyor. Sonuçta birden bizi içine alıp yutuveren burgaç benzeri bir anlatımla karşılaşılıyor bu ilk öyküler demetinde. Ne var ki yoğun yazım yanlışları insanın içini burkmuyor değil. Örneğin bir öyküsünün adı “Bulmaca”, ama içerde hep yanlış bir yazımla “bilmece” olarak anılıyor sözcük. Anlatılanla anlatının öznenesne ilişkisinde dile getiriliş boyutu üzerinde özellikle durmak gerekiyor. Bu, dilsel yabancılaştırma olarak kendini koyarken anlatıcı, anlatılanı nesnel gerçekliğinden bir süreliğine koparıp kendi öznel gerçekliği içinde temellendirmeye yöneliyor. Neyi vurgulamak istiyorum “dilsel yabancılaştırma” ile? Duygu, benzeşim özdeşliğinin daha işin başında dilde kırılmasından söz ediyorum. Yazar, anlatıcı aracılığıyla bunu uygularken dilin yapısını değiştirmiyor; sözdizimini bozmuyor, ancak seslemle, ses değerleriyle, alışılagelen dizilişlerle oynayarak yerleştirmeye çabalıyor bunları. SAYFA 20
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle