18 Nisan 2024 Perşembe English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Kısa Kısa... Kısa Kısa... Kısa Kısa... Ë Beatrix LANGNER(*) Ş imdiden çağdaş Alman edebiyatının en önemli isimlerinden biri kabul edilen genç yazar Daniel Kehlmann’ın “Ben ve Kaminski” adlı romanı, sanat ve medya çevresindeki ilişkilerde ahlakın yerini ironik bir yaklaşımla sorguluyor. Genç sanat tarihçisi Sebastian Zöllner, Manuel Kaminski’nin biyografisini yazıp büyük bir çıkış yaparak şöhret ve paraya kavuşma hayalleri kurmaktadır. Kaminski, Picasso ve Matisse’in çağdaşı olan, artık unutulmuş bir gerçeküstücüdür. Zöllner trene atlayıp Kaminski’nin kızıyla birlikte yaşadığı dağ köyüne gider. Kendini beğenmiş bir edayla Kaminski’nin evine adımını attığında, biz okur olarak söz konusu karakteri çoktan tanımışızdır; öyle ki, karşısındaki yaşlı adama, yani Kaminski’ye neredeyse acırız. Sebastian Zöllner, sanat çevrelerinin prototiplerinden biridir; kabalığıyla etrafındaki insanları kırmayı kendine iş edinmiş sevimsiz bir adamdır. Başkalarının evlerini ve hayatlarını kullanır. Amacı, ressam Kaminski’yi de aynı şekilde avucunun içine almak ve böylece kendi menfaatlerini hayata geçirmektir. Onun hakkındaki araştırmalarında hep kinik bir pragmatizmin gölgesi vardır. Daniel Kehlmann, işte bu iki adam arasındaki, eşit şartlarda başlamayan düellonun portresini sadece 20 sayfada çizmeyi başarıyor: Benmerkezci, dalkavukluğa yatkın bir entelektüelin karşısında yaratıcı deha; güvensiz, başkalarının fikirlerinin boyunduruğu altındaki asalakça bir varoluşun karşısında tamamlanmış ve kendine geri dönmüş, kalabalıkların ötesine geçip yaklaşan ölümün zaman kavramını uzaklaştıran sessizliğine sığınmış, yapıtlarla dolu bir hayatın yetkinliği. Daniel Kehlmann hikâyesini birinci tekil şahsın ağzından, genç adamın gözünden anlatıyor. Bu da romanına, derinlikten beslenen müthiş bir keskinlik kazandırıyor. Fakat yüzeyde, dilin cilalanmış bir sertliği var; anlatıcıyı inkâr ediyor ama bunu yaparken onu ele vermiyor. Zöllner’in kendini algılayış biçimi, bütün o uygunsuzluğu ve Ben ve Kaminski yine de mümkün”ün aşkınlığını taşımak. Bunlar, ilk üç romanında, roman kahramanları için metafizik bir zaman, ölüm ve kimlik deneyimini mümkün kılan gerçeküstü fantezilerdi. 1975 doğumlu Daniel Kehlmann’ın dördüncü romanının ise artık mutsuz tesadüfler ya da büyülü esrimelerle ortaya çıkan bir “uçlarda dolaşma deneyimi”ne ihtiyacı yok. Sanat piyasasının efsaneleri ortaya, gittikçe büyüyen ve hayat boyu süren yalanlar çıkarıyor ve biyografla biyografın arzu nesnesi, bu yalanların hâkimiyetini aynı ölçüde kabul ediyorlar. DÜNYA VE MADDE Kehlmann, bu enfes farsta her zamanki temasını işlemeyi sürdürüyor: Dünyaların ve karşı dünyaların, maddenin ve madde dışı olanın yansıtılması. Ben ve Kaminski, sanat ve sanat dünyasının aktörleriyle ilgili mitler ve söylevler üzerine yazılmış bir üstmetin. Manuel Kaminski, çok gelişmiş, yaratıcı bir bilincin ete kemiğe bürünmüş hali. Ve bu üstün entelektüel de, diğer tüm üstün entelektüeller gibi, anıların bayağılığıyla kuşatılmış olduğunu, hiçliğin gizli tehdidi altında bulunduğunu biliyor. Kehlmann, ışık ve gölge, doygunluk ve boşlukla ironik bir oyun oynuyor. Bir tarafta, günümüzün fokur fokur kaynayan ve Zöllner gibi insanlar tarafından temsil edilen sanat ortamını gösteriyor, diğer taraftan bir sanatçının kurmaca hayat hikâyesini büyük bir ustalıkla anlatıyor; onun anılarını (kurmacayı kullanarak), yalnızca bugünün unutkanlığında tekrar ortadan kaybolsunlar diye yaratıyor. Sanatın hafızasının modern biçimi, bitmeyen bir unutuştan ibaret; ve bu hafıza herkesten önce avangardları, yeni biçim dili yaratıcılarını hedef alıyor. Bu nedenle, vedalar kulağa her seferinde zafer çığlığı gibi geliyor. Kehlmann’ın anlatısının, oulipo ya da harfçilik gibi edebiyatın en yeni avangard akımlarıyla sayısız temas noktası var; rastlantısal kuralları sayı ve permütasyon anlatının nesnesine dönüştürülüyor ve kurulan dünya tam bir düzensellik içinde metnin yüzeyine yayılıyor. Kitabın estetik cazibesinin kaynağı belli: Entelektüel keyif. ? (*) Neue Zürcher Zeitung, Çeviren: Esen Tezel ölçüsüzlüğüyle, yansımasını sinirlerini bozduğu insanların davranışlarında buluyor. Kendisiyse bunun farkında bile değil; hatta görünüşe bakılırsa, onun gibi çalım atmaya meraklı bir biyografın gelişini rakibinin, Kaminski adındaki bu unutulmuş avangard’ın hiç de hoş karşılamadığının da... KAMINSKI’NİN GENÇLİK AŞKI Zöllner, Kaminski’nin hayat hikâyesinin içinde vahşice eşelenirken, onun gençlik aşkını keşfediyor. Neredeyse kör ve yaşlılığı nedeniyle elden ayaktan düşmüş olan Kaminski, bu eski aşkı Zöllner’in yardımıyla aramaya karar veriyor. İkisi, genç adam ile yaşlı adam, orta zekâlı ile dâhi, arabayla kuzeye doğru bir yolculuğa çıkıyorlar. Aslında tuhaflıklar, gülünç buhranlar ve insanlara dair, öfkeyle hatırlanan tecrübelerle dolu bir geçmişe yapılan bu yolculuğun sonunda hayat genç biyografı, sanatsa sanat çevreDaniel Kehlmann lerini yanıltıyor. Zöllner (ki “gümrük memuru” anlamına gelen bu isim de bize çok şey söylemektedir) Kaminski’yi değil, Kaminski Zöllner’i oyuna getiriyor. Biyografiyi bir başkası yazıyor; Zöllner’se, doğuştan avangard olan bu dâhinin uysal piyonu haline geliyor. Kitapta polisiye romanların içerdiği türden bir gerilim var ama burada, işaretler zinciri bariz bir biçimde karakterlerin yüz ifadeleri ve jestleriyle ilintili. Daniel Kehlmann son derece açık ve odaklanmayı bilen bir anlatıcı. Onun amacı, bir malzemenin şiirselliğini, yani kendine haslığını, görünenin içindeki görünmeyeni, gerçeğin içindeki “ama Ben ve Kaminski/ Daniel Kehlmann/ Çeviren: Cemal Ener/ Can Yay./ 158 s. İletişim ve Edebiyat ilgi ve iletişim, insanla birlikte var olan kavramlar ama bilginin bilgi olarak kavramlaştırılıp bir felsefeye, giderek bir kurama dönüşmesi için insanlığın epey yol alması gerekti. İletişim için de aynı şey geçerli. İnsanın “iletişimi” de anlayıp araştırmaya başlaması, dolayısıyla “farkına varabilmesi” için de “bilgi”nin serüveninden daha uzun bir yol katetmesi gerekti. Bilginin ve iletişimin düzeneklerini anlamak, başka toplumsal gelişmelerin de etkilemesiyle birlikte “teknoloji”nin hızla gelişimine yol açarken, her iki kavramın tarih boyunca seyri, günümüzde “çağ” kavramıyla nitelenmelerine kadar vardı. İletişim çağı, bilgi çağı... Günümüz için bu adlandırmaların ne kadar yerinde olduğu önemli bir tartışma konusu. Edebiyatsa insanlıkla birlikte başladığı serüvenini bu gelişmelerle birlikte bir anlatım aracı olarak gittikçe kaybediyor. Hızlı, belki de anında bir haberleşmenin ne kadar bilgi içerdiği ve ne kadar “gerçek” bir iletişim özelliği taşıdığını sorarak başladığımızda bile, alacağımız yanıtlar hiç de iç açıcı olmuyor. Ancak SAYFA 26 B Ë Nihat ATEŞ bilgi ve iletişim çağlarının (ya da teknolojilerinin) önemli etkisini edebiyat üzerinde gösterdiği de başka bir gerçek. Geçtiğimiz yüzyılın başında sinemanın, ortalarında da televizyonun icadı ile kültür üzerinde “popülerleştirici” etkileri tartışılmaya başlandı. Günümüzdeyse “bu çağların” popüler kültürün yaşamsal bir temelde gereksindiği “hız ve geri dönüşü” karşılayarak bu kültürün “edebiyat” üzerindeki etkilerini artık boğucu bir noktaya taşıdı. Ama yine de edebiyat, postmodernizm ve popüler kültür egemenliği altında “şüpheciler” sayesinde sorgulamasını sürdürüp niteliksel bir direniş yeteneği gösteriyor. EDEBİYAT PENCERESİNDEN Şair Salih Bolat da İletişim ve Edebiyat (Varlık Yayınları, 1. Basım Ekim 2007) kitabıyla yaşadığı dönemi, kendini “edebiyat” tarafında konumlayarak anlama ve çözümleme çabası içine giriyor. Örneğin romanın, özellikle de öykünün günümüz edebiyatında yay gınlık kazanmasını ve okunmasını yazılı kültürün “toplumumuzda yerleşmeye” başladığının bir işareti olarak yorumladıktan sonra, bunun daha çok niceliksel bir artışa işaret ettiğini, niteliksel bir sıçramanın yaşanmadığını, bunda popüler kültürün temalarının, yazarı baskılamasının önemli bir etken olduğunu vurguluyor. Yaşamamıza egemen olan, “Görsel kültürün güncel niteliğinin yaşamı bütünüyle kavramakta ve insanı bütün olarak karşılamakta yetersiz kaldığı” (s. 238) saptamasını yaparak, nitelikli edebiyatın hâlâ, insanı hayat karşısındaki çelişkileriyle anlamanın ve çözümlemenin en önemli etkinliği olarak varlığını sürdürdüğünü söylüyor. Belki de, diyor, niceliksel de olsa öykü ve romanlara insanların bu yönelişinin altında, “görsel kültür”le bir türlü ulaşamadıkları günümüz insanına dair bilginin ve sorularının yanıtlarını alttan alta edebiyatta bulma isteği ve sezgisi yatıyor. Tabii bu insanın, kendisine ve edebiyata karşı bütün karşı ataklara rağmen edebiyatı “yeniden keşfedebileceğine” dair, iyi bir şairin iyi niyetli gözleminden öte anlamlar taşıyor. Çünkü insan doğası, “hakikati” arama ve bu arayışı “bulmaya” dönüştürecek sürekli bir “arayış içinde” olma halini içeriyor. Bu insanın mutlak anlamda özgürlük arayışıdır aynı zamanda. İşte insanın bu niteliğinin farkında bir edebiyatçı olarak Bolat, “hakikat ‘gerçekliğin’ özgür halidir” (s.133) diyerek, görsel kültürün, kapitalist ve postmodernist kültürün bize her gün “gerçekleri” gösterdiğini ama “gerçeğin” ¥ CUMHURİYET KİTAP SAYI 945
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle