Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Bir köşede sürgit yazmanın, Cumhuriyet gibi çok seçkin bir gazetede bu yazıların yer almasının, siz istemeseniz de “güçiktidar” bağlamında algılanabileceği kaygısı taşıyorum nedense. Bundan ötürü, çeşitli köşelerde yazanların, sırası geldiğinde yerlerini, kendilerinden sonra yetişip gelenlere bırakmasının daha doğru olacağını düşünüyorum kendi payıma. itaplar Adası” yazıları 20 Şubat 2003’te başladı... Okuduğunuz satırlar, altıncı yılın ilk yazısı... Cumhuriyet gazetesindeki ilk yazım ise 1965’te yayımlandı. Bu hesapla bugün Cumhuriyet’te yazan pek çok yazardan çok daha eskiyim, böyle diyeyim de işin tadını çıkarayım biraz. Gerçekte çocuk yaşta bir başlangıçtı bu, ama 1989’da Sami Karaören, yazılarımla bu kez Cumhuriyet’in “ikinci sayfa yazarları” arasına beni de “resmen” almakta sakınca görmedi. 197589 arasında on beş yıl süren dergilere uzak duruşum da böylelikle sona erdi. Cumhuriyet Kitap’ta yazmaya koyuluşum ise, on üç yıl önceye gidiyor, 1995’e... İlk yıllarda arada bir yazıyordum, ikinci sayfadakiler gibi tıpkı, ne var ki son beş yıldır artık sürekli yazıyorum... Sürekli yazınca, insana “köşe yazarı” gözüyle bakılıyor... Peki ben, köşe yazarı mıyım? 196575 arasındaki sürekli yazılarımı bir yana bırakayım hadi, ama 1989’dan bu yana son yirmi yıldır sürekli yazdığım öyle çok yazın dergisi oldu ki, şöyle bir anımsamaya çalışayım hele... Adam Sanat (6 yıl), Tiyatro Tiyatro (5 yıl, sürüyor), Agora (4 yıl), Çağdaş Türk Dili (3 yıl), Adam Öykü (2 yıl), İmge Öyküler (1 yıl), Belgesel Sinema (1 yıl), Yenisayfa.com (2 yıl)... Belki atladıklarım da vardır... “Kitaplar Adası” dışındaki yazılarımın başlıkları neler oldu? “Yazıyla Yazınca”, “Kentler ve Tiyatroları”, “Sadık Seyirci” (sürüyor), “Öykülük”, “Yazında Yaşayanlar Yazınla Yaşayanlar”, “Denemeleştiri”, “Türlerin Dilleri”, “Unutulmaz Öyküler”, “Öykü Dediğin”, “Belgeleştiri”, “Karşılamalar”... Bu “Karşılamalar” başlığı da başıma bela olmuştu neredeyse. Adalet Ağaoğlu aramıştı, Denizli’deydim, bu sözcüğün kendi kullandığı başlık olduğunu belirtmiş, “Hani ne derler, patent, dışarıda bu haklar da korunuyor...” Meğer Yenisayfa.com bunu “Karşılaşmalar” biçiminde almış başlığa, hem de daha ilk yazımda. Bereket Adam Sanat’ta bu yazılara başlayacağımı duyurmuş, doğru yazımıyla “Karşılamalar” olarak anmıştım yazılarımı. Geçenlerde Ataol Behramoğlu’nun yazısında da karşılaşmayayım mı “patent” sözcüğüyle... “Yurtsevmezlik”in “patentinin kendisine ait” olduğunu söyleyivermiş, dili sürçmüş olmalı. Melih Cevdet Anday’ın “sözcük” sözünün patenti bana ait” dediğini duydunuz mu siz hiç? Yazınsal esin, birikimsel olarak ilerliyor bildiğimce. Kimin kimden ne aldığını kim ne kadar bilebilir? Bu hesapla işe Shakespeare’den başlamamız gerekmiyor mu? Özetlersem, yirmi yılda, yedi dergiyle bir sanal yayın ortamında toplam 22 yıl aralıksız süren yazarlık yapmışım... Bunların üzerine Cumhuriyet Kitap’taki son beş yıllık sürekli yazarlığımı da eklerseniz 27 yıla varıyor toplam... Bunun böyle olduğunu, şu an kabaca hesaplayana dek ben de bilmiyordum doğrusu... Azımsanamayacak bir süre bu... Yirmi yıllık zamana yayılsa da 27 yıllık sürekli yazılarımın sayısıyla ötekilerin toplamı, herhalde bine varmıştır... Salt birikime dayanarak yazılmış değil bunlar, en azından çok büyük bölümü böyle... Yirmi yılın yazı veriminde yüzlerce yazarı, bunların birkaç bin kitabını konu edindiğim M. Sadık ASLANKARA Kitaplar Adası “K Yazında köşe yazarı olmak... söylenebilir pekâlâ... Bugün geriye dönüp baktığımda ben de şaşkınlığa düşmüyor değilim bu yoğun verim karşısında. Bunları, köşe yazarlığımın kanıtları olarak öne sürüyor değilim elbette... Ne var ki, pek çok kişinin, beni basındaki öteki köşe yazarlarından biri gibi gördüğüne tanık oluyorum sıklıkla... KÖŞE YAZARLIĞI DENİLDİĞİNCE... “Kitaplar Adası”ndaki yazılarım aslında birer “arayış” yazısı... Yaptığım da, okurla yazarı okuyup yazdıkları kitaplarda beklemedikleri yolculuklara çıkarmak yalnızca. Böyle söylediğimde, Şeref Bilsel, hem de tanışır tanışmaz, henüz daha ikinci yılını sürdürüyorken bu yazılar, “Ama aynı zamanda biçimlendiriyorsunuz da bizi” deyivermişti... Gerçekten biçimlendirici yazılar mıdır “Kitaplar Adası” yazıları, bilmiyorum, bildiğim kendi ahlaksal değerlerimi korumaya çalışmakla birlikte yazarı da okuru da yanı başımda duyumsamam sürekli. Kimi değerleri korumak öznel bir tutumdur elbet, sözgelimi ben Mustafa Kemal’i, Marksçıları severim de diyelim siz burun kıvırırsınız, bu açıdan baktığımızda her birey ister bilimci ister sanatçı ister düşünceci, isterse inançlı ya da inançsız olsun öznel değerlerle bükümlenmiştir. Güzelduyu (estetik) alanı ise, disiplin bağlamında, kendi nesnelliğini korumak kadar bunu gölgelememek durumunda. Oysa kimileri “kitap yazıları” yazdığımı düşünüyor hâlâ, şunca yıl sonra neden Cumhuriyet’te yazmadığımı soran kimi Cumhuriyet okurlarının sergilediği dongun tutuma benzer biçimde... Bana sorarsanız, kitap yazısı falan değil bu kaleme aldıklarım. Kitaplar üzerinde düşünce üretmeye yönelik evirip çevirmeler o kadar. Hadi diyelim yazınsal yolculuk için yapılmış kazı çalışması, arayış, sorgulayış çabası, keseden geçivermek yerine, sapalardan dolaşma Don Kişotluğu... Siz bu yazılara bakarak, biçimlendirildiğinizi düşünebilirsiniz elbette Bilsel gibi, ama böylesi bir amaçla yola çıkmadığım da bilinsin isterim. Ayrıca “küçük ölçekli” yazılar bana göre bunlar. Köşe yazarı denildiğinde büyük ölçekli yazılar geliyor benim usuma. Bir yanıyla toplumun tüm kesimlerini ilgilendirecek, okunduğunda, hemen herkesi bir biçimde etkileyecek... Çetin Altan’la İlhan Selçuk, geçmişte bu alanın örnek iki adıydı, İlhan Selçuk, yazılarıyla hâlâ “başköşe”de duruyor. Kıskanılacak güzellikteki dil beğenisi, ustalıklı biçemiyle, toparlayıcı tutumuyla. Bizim kuşağımız, köşe yazarlığı olgusunu bu iki adla tanıdı diyebilirim. Sonraları bunlara Abdi İpekçi, Uğur Mumcu, Hikmet Çetinkaya, Emin Çölaşan, Bekir Coşkun vb. eklendi. Köşe yazarlığından söz açıldığında yüzlerce, belki de binlerce yazar anlaşılıyor bugün. Saydığım, daha pek çok örnekle pekiştirilebilecek adlar köşe yazarlığının asıl toplumsal, ahlaksal bağlamdaki işleviyle öne çıkıyor. Bir de işin ekonomik boyutu 940 var, günümüzde kimi köşe yazarları için öyle dedikodular var ki, şaşmamak elde değil. Selçuk Altun’un iki hafta önceki yazısından (7 Şubat) öğrendim, Sincan İstasyonu dergisinin bir yazısında “kullanılan alıntıda, gazete kitap eklerinde devamlı yazan yazarların, ‘düşük de olsa yazı başına telif ücreti aldığı’ bu yüzden onların kendilerine parasal katkı sağlamayan dergilere yazmaktansa kitap eklerine yazmayı yeğlediği varsayılmış.” Selçuk Altun, kendine özgü kül yutmaz, ama alaycı biçemiyle şöyle demiş: “Anılan yazarlar arasında kulunuz yok değil. Oysa Selçuk Altun, Cumhuriyet Kitap ve/veya dergi ve gazetelerde çıkan yazıcıklarından –tövbe para almaz.” Ben de üç yıldır hiçbir telif ücreti almıyorum. İlk önce okuruyum bu gazetenin, yanı sıra çok eski bir yazarıyım da. Geçmişte herhangi ücret almadan kimi yazın dergilerinde nasıl yazdıysam Cumhuriyet Kitap’a da yazarım. Yeter ki bu tutum, hafifseme nedenine dönüşmesin... Sözgelimi Zeynep Oral’dan okumuştum; bir yazara verilecek Nobel edebiyat ödülü töreninde hazır bulunmak için tüm giderlerini gazetesinin üstlendiğini yazmıştı. Cumhuriyet’i savunmak amacıyla kaleme aldığı yazısında dile getirmişti üstelik bunu. Ülkesinin bir yazarı için farklı, öteki yazarları için farklı davranışı kendisine yakıştırmamalı benim Cumhuriyet’im, yanılıyor muyum? YAZINIMIZIN İKİ KÖŞESİ: ATAÇ FETHİ NACİ... Bütün bunlar, benim yazar olmadığımı değil, ama köşe yazarı olmadığımı gösteriyor. Büyük ölçekli yazılar değil yazdıklarım, bu bir; yazdıklarımdan para almıyorum, bu da iki. Ancak yazın alanında köşe yazarlığının hiç mi hiç olmadığı da düşünülmemeli... Geçmişten günümüze iki köşe yazarımız duruyor önümüzde: Nurullah Ataç, Fethi Naci. İlki 1940’lar, 50’ler, öteki 1980’ler, 90’lar boyunca yaklaşık kırk yıl arayla yazınımızda birer kilometre taşı anlamında iki büyük köşe yazarı oldu bana göre. Belirttiğim yılların her iki yazıncımız için de oldukça geç tarihler olduğu düşünülebilir. Belki yazınımızdaki asıl sarsıcılıklarına bu tarihlerde ulaştılar demek daha doğru! Ataç, yazınımızı dil, anlatım, biçem olanakları çerçevesinde âdeta yeniden yaratıp yeni şiirimizin temeline harç dökerken Fethi Naci de bunu pekiştirdi. Ötesinde yazınsal eleştiri kavrayışını disiplinler arasında sağlamlaştırırken özellikle romanımızın, öykümüzün ufkunu genişletip bu türlerin özellikle sonsuzluğa açılmasına çaba harcadı. Bütün bunlardan ötürü onlar, yazınımızın iki temel taşı hâlâ. Geçmişten günümüze bu iki adın yanına eklenebilecek pek çok eleştirmenin, yazın yetkesinin adı anılabilir elbette; Vedat Günyol, Asım Bezirci, Memet Fuat, Hüseyin Cöntürk, Adnan Benk, Berna Moran, Sabahattin Eyuboğlu, Akşit Göktürk, sonra günü müzdekiler... Ama kimseler alınmasın, çünkü hiç kimse Ataç’ın, Fethi Naci’nin “köşe yazarlığı” gibi bir konuma ulaşabilmiş değil. Çünkü bu ikisi yazın kamuoyu dışında karşılığını bulan, bütün kesimlerde yankılar yaratabilen büyük ölçekli yazılar yazabildi sonuçta... Sonra telif de aldılar. Gerçi telifleri düşüktü, ama yine de bir biçimde almışlardı. Sözgelimi Fethi Naci’nin yazılarına bile girmiştir telif ücreti sorunu. Bu işe ayırdığı zamanla yaptığı işin karşılığında aldığı paranın hesabını yapmıştır okuruna. Az çekmemiştir hani. Kendi ağzından dinlemiştim kitaplarının YKY basımı aşamasında, yeğeni saydığı Selçuk Altun’un, incelikli tutumuyla kendisini nasıl mutlu ettiğini. Ya Nurulah Ataç? İşte kızı Meral Tolluoğlu’nun onun için yazdıkları: “Babam, Çetin Altan’ın yazdığı gibi herkesin gönlüne göre yazıp konuşsaydı zengin olurdu. O,(.) açık sözlülüğü nedeniyle gün oldu çok sıkıntı çekti.(...) Öldükten sonra bankada yalnız dokuz yüz lirası çıktı. ‘Ölüm param’ diye ayırdığı bin liranın kimbilir ne nedenle aldıysa yüz lirasını alıp harcamış./ Babam bana hiçbir varlığa değişilemeyecek temiz bir ad, çok çalışarak, hak edilmiş ün bıraktı.” (Babam Nurullah Ataç, Çağdaş, 1980, 160) Yeterli değildi, ama telif aldı hep Ataç da Fethi Naci de, oysa kimi köşe yazarlarının telifleri yanında bir “hiç” onların aldığı... “KİTAPLAR ADASI”NIN BEŞ YILI DOLARKEN... “Kitaplar Adası”, beş yılını doldurdu doldurmasına, ama bana sorarsanız pek çok eksikle altıncı yılına giriyor... Yaptıklarıma değil de yapamadıklarıma bakarım ben. Kendini ölçüt kabul edip böbürlenmek barbarın işi, kendini eleştirmek, sürekli eksiğini aramak ise uygar tutum gereği. Bundan ötürü görebildiğim eksikleri sıralamaya çalışacağım şuracıkta. Örneğin roman, öykü, oyun, deneme, eleştiri, sinema, sanat, bilim, düşünce vb. kitapların dağılımı eşit değil. Yayınevi dağılımları da eşit değil; elbette yayınevleri de suçlu, bana ne kadar kitap gönderiyorlar, ne kadarlık kitapla yer alıyorlar “Kitaplar Adası”nda? Sonra yitirilmişiyle, yaşayanıyla yazarlar arasında da bir dağılım eşitliği görülmüyor; kadın, erkek yazarlarla genç, erişkin yazarlar arasında bir dağılım eşitliğinin olmayışı gibi... Görüyorsunuz ya, “Kitaplar Adası”na eşitsizlik egemen enikonu. Bunu ne oranda kırabileceğim önümüzdeki haftalarda, bilmiyorum. Çünkü ne kadar sürdüreceğim “Kitaplar Adası”nı, bunu da bilmiyorum. Bir köşede sürgit yazmanın, Cumhuriyet gibi çok seçkin bir gazetede bu yazıların yer almasının, siz istemeseniz de “güçiktidar” bağlamında algılanabileceği kaygısı taşıyorum nedense. Bundan ötürü, çeşitli köşelerde yazanların, sırası geldiğinde yerlerini, kendilerinden sonra yetişip gelenlere bırakmasının daha doğru olacağını düşünüyorum kendi payıma. Bu nedenle artık bu yazılara son vermemin, yerime başkaları yazmaya koyulurken, benim de öykü, roman, oyun, deneme vb. başka verim alanlarına kaymamın ya da belki başkalarınca boşaltılan başka köşelere geçmemin daha doğru olacağı kanısındayım. “Kitaplar Adası”nı Cumhuriyet Kitap’ın 1000. sayısında bırakayım istiyorum. Ama ön kararımla ilgili görüşünüzü, değerlendirmenizi de alarak tabii. Değil mi ki burada bir verimleme, alımlama ilişkisi, süreci yaşıyoruz birlikte, o halde çok doğal bu. Beş yıl boyunca beni yalnız bırakmayan okur yazarla, yayıncıya, yazın dergilerine, yazınsal etkinlik düzenleyicilerine, yazılarımla beni birlikte kucaklayan dostlara “Kitaplar Adası”ndan şapka çıkarıp sevgiler sunuyorum... ? msaslankara@hotmail.com SAYFA 23 CUMHURİYET KİTAP SAYI