Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Okuduğum Kitaplar METİN CELÂL Ölü Bir Zamana Ağıt brahim Yıldırım’ın Vatan Dersleri üstbaşlığı ile çıkan romanlarının ikincisi Ölü Bir Zamana Ağıt (Turkuvaz, Eylül 2008). İlk roman Hal ve Zaman Mektupları 2006’da yayımlanmıştı (Merkez Kitaplar). Ama Ölü Bir Zamana Ağıt bir devam romanı değil. Karakterler aynı olsa da, hatta romanın ana ekseninde yine Galip Işık’ın anılarından oluşan Bayraklı Defter ve onun gizlerini çözme çabası bulunsa da farklı bir roman. İ İlk roman daha çok Köy Enstitüleri ve o enstitülerden birinde yaşanan bir cinayet olayının etrafında (belki de dekorunda) kurulmuştu. Ölü Bir Zamana Ağıt’ta romanın kahramanı Neşet İlhan, o yılları aydınlatacakmış gibi görünse de olaylar 70’li yılların başında 12 Mart Askeri Darbesi sırasında yaşanıyor. Puslu, karanlık bir hava hâkim ve her şey Galip Işık’ın aynı derecede puslu hayatı çevresinde gelişiyor. Tabii sade İbrahim Yıldırım ce Galip Işık’a odaklanmıyoruz. İbrahim Yıldırım, önceki romanlarında olduğu gibi ileriye ve geri gidişlerle oluşan sarmalsı bir yapı oluşturmuş. Günter Grass’ın anılarına verdiği ada benzetirsek soğanı soymuş. 2000’li yıllardan geriye 70’lere oradan 40’lı 50’li yıllara doğru gidiyor sonra tekrar kendimizi bir anda 70’lerde ya da 2000’lerde bulabiliyoruz. Ölü Bir Zamana Ağıt’a bir romanın yazılmasının romanı da denilebilir. Romanın “gerçek” yazarı İbrahim Yıldırım’ın giriş yazısından sonra, roman kahramanı Neşet İlhan’ın kendi romanını yazma çabası, yine Neşet İlhan’ın görüşünü almak için romanını yolladığı öğretim görevlisi Dilek Sunay’a yazdığı mektuplar ve notlar, Galip Işık’ın anlattıkları ve Bayraklı Defter’e yazdıkları anlatı katmanlarını oluşturuyor. Üçlemenin son cildinde Neşet’in dosyasını İbrahim Yıldırım’a veren öğretim görevlisi Dilek Sunay sözü alırsa hiç şaşırmayacağım. İbrahim Yıldırım bir kumaştan iki üç takım elbise çıkartıyor. Romanın girişinde hastaneye yatıp çıktığını öğrendiğimiz Neşet İlhan, “birden çok saplantısı olan, her şeyi eksiksiz öğrenmek isteyen ama her işi daima yarım bırakan bir adam…” Kendini Vav harfine, virgüle benzetiyor, virgülle biten bir cümle gibi hep eksik ve yarım kalıyor. Yayına hazırladığı yirmi bir Köy Enstitülü öğretmenin anılarından oluşan “Bir Cumhuriyet Projesi: Köy Enstitüleri / Anılar, Görüşler, Eleştiriler” adlı kitabın bir bölümünü oluşturacak olan öğretmen Galip Işık’ın anılarından oluşan Bayraklı Defter’de yazılanları doğru anlama, çözümleme girişimi ile gelişiyor roman. Neşet, bu amaçla Galip Işık’ı evinde ziyaret ediyor ve hem bu metni anlamaya hem de Galip Işık’ın iki gün gibi kısa bir sürede 160 sayfalık böyle uzun ve karmaşık bir metni nasıl yazdığını öğrenmeye çalışıyor. Kayıp oğlunun acısını çekmekte olan, saralı olduğunu anladığımız Galip’in tüm aşağılamalarına katlanıyor ve onun yazdıklarının anlamını ve tabii “Pamukpınar Köy Enstitüsü’nde Kadriye adlı kız öğrencinin cinayete kurban gitmesi ve diğer öğrenci ölümleri”nin nedenini açıklayacağı umuduyla ziyaretlerini sürdürüyor. Böylelikle hem hazırla dığı kitabın Galip Işık’la ilgili bölümünü daha anlaşılır yazacaktır hem de Bayraklı Defter’den yola çıkarak yazmayı umduğu belgesel nitelikteki eseri “roman gerçek” için malzeme toplayacaktır. Ama Galip Işık, defterde anlattıklarının ayrıntılarına girmek istemez. Çünkü yazmasını için çok ısrar etmelerine dayanamayıp anılarını kaleme alması ile içini dökmüş, rahatlamış, bir anlamda geçmişinden, belleğinde yer eden kötü anılardan yazarak kurtulmuştur. Neşet onu anlatmaya zorlayınca da söyledikleri beklenenden çok farklı olur. “Kısacası o konuştukça ve ben onu dinledikçe bütün anlar, anılar, izlenimler günümüzde bile yine iç içe geçti, karıştı; anlatılanları düzene koymak bir kez daha zorlaştı” diye durumu izah eder yıllar sonra Neşet. Galip Işık’ın devrimci bir örgüte katılıp ortadan kaybolan oğlu Fuat’ı bulma çabası, yine Galip Işık’ın gözaltına alınışıyla biten öğrencileriyle yaptığı kolera salgınında yeterince önlem alınmamasını protesto ettikleri izinsiz gösteri, Neşet’in Galip Işık‘ı izlerken dahil olduğu gizli örgüt (!) serüveni ve sonucunda hep birlikte tutuklanmaları, gibi olaylar da romanın hem merak unusurlarını oluşturuyor, hem de 12 Mart günlerini kavramımızda, 70’li yılların Türkiyes’ini, İstanbulu’nu tanımamızda anahtar yan olaylar oluyorlar. Galip Işık’ın evi, evin loşluğu, belki sürekli karanlığı, evdeki insanın üzerine yapışan çeşitli kokular romanın önemli gizem unsurlarından. Galip Işık ve karısının namaz saatlerini kaçırmayıp Fuatpaşa adı verilen odaya gidip ibadet etmeleri, evde yapılan yemekler, ikramlar… Ama Neşet İlhan, bu gizemleri çözmede de pek başarılı olamayacaktır. Yazar kafamızdaki Köy Enstitü imgesinin gerçeğe uymadığını da Galip Işık’ın dindarlığı, okulda estirilen komünizm karşıtlığı gibi ayrıntılarda sezdiriyor. Ama roman bir Köy Enstitüsü eleştirisine, sorgulamasına evrilmiyor. Neşet’e, kendisinin sık sık belirttiği gibi “atelofobi” teşhisi konmuştur. Mükemmel olmamaktan korkma, bu nedenle sürekli erteleme, kaytarma hali diye açıklanan bu fobi, Neşet’te sadece, Galip Işık’ın Bayraklı Defteri’ni daha iyi anlama ve romanını yazma konusunda görülmez. Karısı Merve’nin kendisini terk etmiş olması, çocuğunu görememesi, hazırlamakta olduğu kitabın diğer bölümleriyle hemen hiç ilgilenmemesi, bu bölümleri daktilo etme işini teyzesine bırakmış olması gibi birçok tavrı aslında onun hiçbir işi tam olarak yapamama, bitirememe halinin tipik örnekleridir. “Ertelemeci, kaytarmacı, her şeyi yarım bırakan” biridir ve romanın tüm yapısına bu hal yansır. Romanı okurken sürekli “erteleniriz”. Hemen hiçbir olayın nedenini tam olarak anlayamaz, çözümlere ulaşamaz, son satırı okuduğumuzda hâlâ kendimizi eksik ve yarım hissederiz. Nasıl Neşet, Galip Işık’ın anılarını netleştirmek, ayrıtılandırıp belirgin kılmak istedikçe her şey gize bürünüyorsa, roman da okundukça flulaşıyor. “Bir şeyler daima eksik kalacak, belirsizliğini sürdürecekti”r. Le Clezio Ourania Bu yıl Nobel edebiyat ödülünü kazanan JeanMarie Gustave Le Clezio, dünya edebiyat çevreleri için sürpriz bir isimdi. 80’lerden beri kitapları İngilizceye çevrilmediği için Amerika’da hemen hiç tanımayan, Avrupa’da pek az bilinen Le Clezio, Türk edebiyatseverler içinse tanıdık bir isim. Altı kitabı çevrilmiş. O daha Nobel’i kazanmadan, Kasım 2007’de son romanlarından Ourania Türkçede yayınlanmıştı (çev. Aysel Bora, Merkez Kitaplar). Nobel Edebiyat Ödülü’nün veriliş gerekçesinde Le Clezio, “mevcut medeniyet altında ve ötesinde insanlığın kaşifi, duygusal coşkunun, şiirsel maceranın ve yeni ayrılıkların yazarı” olarak tanımlanmış. Le Clezio, çölleri, okyanusları, denizleri romanlarında birer kahraman gibi işlemesiyle tanınmış. Çocukluk, delilik, azınlık olma hali, yolculuk gibi ana temaları var. Le Clezio, Ourania’de bir ütopya hayata geçirildiğinde neler yaşandığını anlatıyor. “Cinselliğin serbest olduğu, çocukların kral muamelesi gördüğü, paranın kullanılmadığı, aile kurumu yapısının tamamen değiştirildiği” bir yer olan Campos bu ütopya şehri. Meksika’da bir vadide, çilek tarlalarının ortasında gözden ırak olmaya çalışan bir topluluk. Kendilerine has kuralları var ve dışarıda yaşayanlarla hemen hiç ilişki kurmadan, onlara rahatsızlık vermeden hayatlarını yaşamaya çalışıyorlar. Fransız coğrafyacı Daniel, tesadüfen varlığından haberdar olduğu bu topluluğu bulmak için yola düşüyor. Ama, çocukluk hayali olan ütopik Ourania’yı Campos’ta bulana kadar Meksika’nın yolsuzluk ve yoksullukla oluşmuş gerçekleriyle yüzleşmek zorunda kalacaktır. Ütopik şehrin hemen yanındaki her geçen gün sınırlarını genişleten kent hem Daniel’e Meksika’nın acı gerçeklerini öğretecek hem de ütopyanın baş düşmanı olacaktır. Sonunda Campos’u keşfeder, oradaki hayata şahit oluruz. Ama onlara yaşama izni verilmez. Çünkü, Campos’ta yaşayanlar olabildiğince içine kapalı, kendi hallerinde ve zararsız olmalarına rağmen bu kentin saldırısından kurtulamaz ve dağılmak zorunda kalır. Le Clezio, olabildiğince sade ve gerçekçi bir anlatımla hem Meksika’daki hayatı, hem de ütopya düşünün gerçekleştiğinde neler olduğunu anlatıyor. ? CUMHURİYET KİTAP SAYI 978 SAYFA 6