Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
¥ rülmüş olan o su değirmeni, ıssız vadideki tek yapıydı. 14 yaşına kadar o yörede yaşayan Leonardo’nun da yolunun o vadiye düşmüş olabileceğini düşündüm. Romana böyle girdi. Tamer Doğan çıkmaza girdiğini fark ettiğinde iki arkadaşıyla birlikte, İtalya’daki Vinci kasabasına gidiyor. Orada kendini tedavi etmeyi mi amaçlıyor? Böyle çaresiz durumlara mekân değişikliği kâr eder mi? Tamer Doğan’ın oraya gidiş nedeni aslında yalnız kalma isteği değil. Arkadaşlarıyla gidiyor, fakat onlar iki gün sonra sıkılıp geri dönünce kendisinin yalnızlık dönemi başlıyor. Önceden planlama söz konusu değil. Bir de Leonardo üzerine bir şeyler yazma arzusu var içinde. Ne var ki yalnızlıkla birlikte Gizem kendisine eşlik etmeye başlıyor; geri dönüşler, yanılsamalar, sanrılar… Buna benzer durumlarda mekân değişikliğinin yararının olacağını sanmıyorum. Tam tersine, ıssız bir çevrenin yalnızlığında insanın tutkusunun başatlık kazandığına inanıyorum. Kişi gittiği yere kafasındakini, yüreğindekini de beraberinde götürür. Mekân değişikliği, dediğiniz gibi, eğer aşk söz konusuysa kâr etmez. Yoksa Kerem ile Aslı, Ferhat ile Şirin, Tahir ile Zühre bugünlere kalırlar mıydı? Kitapta diyorsunuz ki “acılarını insan kendi seçer.” Bu marazi bir durum değil midir? Tamer’in yaşadığı acı onun sonunu hazırlayacak kadar büyük. Böyle şeyler genç yaşlarda daha normal karşılanır, o yaşta bu denli çıkmaza gireceğini bile bile, böyle bir seçim sizce normal midir? Doğrudur. İnsan ilişkilerinden doğan acılar, acıyı çekenin istenci dışında ortaya çıkmaz genelde. Bu çoğu kez bir seçimdir, fakat bu seçim niçin marazi/hastalıklı olsun? Adam genç bir kadına âşık oluyor, bu aşk karşılık da buluyor ve büyük heyecanlar, coşkular, mutluluklar yaşıyor. Acı, son çözümlemede mutluluğun ters eşidir; mutluluk ne kadar büyükse yitimi de o kadar acı olur. Ben bunda olağan dışı bir yan görmüyorum. 70’ine yaklaşmış bir erkek 20’li yaşlarının başındaki bir genç kadınla tinsel ve bedensel bir ilişkiye giriyorsa, birikim/donanım düzeyi de göz önüne alındığında, bunun nasıl sonuçlanacağını bilmek, öngörmek durumundadır. Tamer Doğan da biliyordu, sanırım. OLGUN KADIN DA YAŞAYABİLİR Daha önce de Türk ve dünya edebiyatında yaşlılıkta cinselliği keşfeden erkekleri konu edinen romanlar okuduk. Kadınlar da yaşlanır. Onların böyle çok bilinen öyküleri yok. Sizce bu da toplumsal bir durum mu? Yoksa bu konuda da kadınların ne durumda olduğunu kimse umursamıyor mu? Aristokrasinin yaşamını konu alan ilk dönem Fransız romanında yaşlı kadıngenç erkek ilişkilerini işleyen örnekler var, fakat ‘erkekler dünyasından’ Nobakov’un Lolita’sı gibi çok bilinen edebiyat ürünleri kadar tanınmıyorlar, haklısınız. Doğrusu bu, bana çok aykırı gelen toplumsal bir durum. Olgun bir kadın genç bir erkekle niçin aşk yaşamasın, yaşayamasın? Ben kendimce kadınların ne durumda olduğunu umursuyorum. Fakat asıl umursaması gerekenler dünyada ve Türkiye’deki kadın edebiyatçılar. Böyle bir ilişkiyi yaşamış olan veya yaşayabileceğini düşünen kadın edebiyatçılar bile sanırım görülen ya da görülmeyen ama duyumsanan toplumsal baskılar nedeniyle bu konudan uzak duruyorlar. Bu, son çözümleCUMHURİYET KİTAP SAYI 978 mede bir tür otosansürdür. Öte yandan basında son zamanlarda magazin düzeyinde de olsa olgun kadıngenç erkek aşkları sıkça yer alıyor. Bu ilişkiler yaygınlaşıp kalıcılaştıkları ölçüde herhalde öykü ya da roman konusu olacaklardır. Tamer, “Her zaman gururuyla, özgüveniyle övünen beni, aşk, kaldırımlarda dizleri üzerine dilenen bir dilenciye döndürdü” diyor. Aşk insanı bu denli dilendirir mi? Tamer böyle bir tespitte haklı mı sizce? Dilendirir, sanırım. Daha önce de sözünü ettiğim gibi bu, kişinin istencine egemen olan bir tutku durumu. Tamer Doğan bu tutkuyu tüm benliğiyle yaşıyor, en büyük korkusu da Gizem’i yitirmek, ona bir daha dokunamamak, onu bir daha okşayamamak, onunla bir daha sevişememek. Onu yitirince kendini de yitireceğinin bilincinde; Gizem’den başka herkese ve her şeye karşı körleşiyor. Dolayısıyla kendini bir ‘dilenci’ olarak tanımlaması yanlış değil. Tamer beden olarak yaşlansa da ruhen genç kalmayı başarmış biri. Sizce artık yaşlılık kavramı değişiyor mu? İnsanlar üretme ve tabii ki hayata daha çok katılma yaşını büyüttü mü? Beden olarak yaşlanıp beyin olarak, ruh olarak genç kalmak yeni bir şey değil. Benim benden 1520 yaş daha yaşlı dostlarım var, ama ruh yaşları henüz 40’a varmamış. İçlerinde tiyatro sanatçıları var 80’ini aşmış, iki saat sahnede kalsalar ‘bana mısın’ demezler, hadi ad da vereyim, Mücap Ofluoğlu gibi. Yazar dostlarım var, Hıfzı Topuz ile Aydın Boysan gibi, hem üretiyorlar hem de hayatın içindeler. Âşık da olabilirler, büyük aşklar da yaşayabilirler. Ruhsal yaşlılık bir kabullenme durumudur, eğer bir kabulleniş varsa insan 30’unda da ihtiyarlayabilir. Söz gelimi ben 65 yaşındayım, ama bilişimiletişim teknolojisindeki gelişmeleri yakından izliyorum, hiphop dinlemekten zevk alıyorum, Ceza da, Sagopa Kajmer de, Ayben de hoşuma gidiyor. Chuck Berry’nin rock’n roll konserini kaçırmak istemiyorum. Dinlerken yerimde duramıyorum. Biliyorum, çevremde bu hallerimi yadırgayanlar da var. Ne yapayım, zaten sıkça yaptığımı daha fazla yapıp yalnızca Vivaldi, Stravinsky, Ravel, Dede Efendi, Arif Bey ya da Duke Ellington, Charlie Parker, John Coltrane, Wynton Marsalis mi dinleyeyim? Siz yalnız roman değil, anı kitapları, hikâye kitapları da kaleme alan bir yazarsınız? Ayrıca Cumhuriyet gazetesinde köşe yazıları da yazıyorsunuz. Elbet hepsini severek yapıyorsunuzdur ama, hangisini daha severek yapıyorsunuz? Bu zor bir soru ama yanıtlamaya çalışayım. Köşe yazılarını dışarıda tutacak olursak, günümüz edebiyatında türler arasında kesin çizgiler artık pek yok; uzun öykü, anlatı, roman iç içe geçebiliyor, örneğin. Bu da türler arasına kesin çizgiler çekmeyi zorlaştırıyor. Benim için kolaylaştırıcı bir durum bu, çünkü ben bir ‘şey’ yazmaya başladığımda sonunun nereye varacağını kestiremiyorum çoğu zaman. Deneme diye başlıyorum, öykü çıkıyor; öyküye başlıyorum romanlaşıyor. Dolayısıyla şunu daha severek yapıyorum, diyemiyorum. Tek bildiğim, istemediğim hiçbir şeyi yazmadığım. Hayatım gibi yazdıklarımı da kalıplara sokmaktan, dayatmalara boyun eğmekten kaçınıyorum. ? Onu Ben Öldürdüm Leonardo/ Deniz Kavukçuoğlu/ Can Yayınları/152 s. WXGHPHGHEL\DWĞGÖOOHUL ìLLU<DUÜíPDVÜ 6HÁLFL.XUXO $WDRO%HKUDPRùOX $\ODd×QDURùOX Kemal Özer 0XVWDID5XKLuLULQ Ülkü Tamer <DUÜíPD.RRUGLQDWĞUÖ 0DYLVHO<HQHU °GÖOOHU %ú5ú1&ú/ú. ú.ú1&ú/ú. hdh1&h/h. 0$16ú<21 <7/ <7/ <7/ <7/ www.tudem.com SAYFA 21