23 Aralık 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Adnan Binyazar, Edebiyatın Dar Yolu’nda günümüz “yeni” edebiyatında kimsenin anımsamadığı, anımsamak istemediği, “piyasa”ya düşmemiş yazar ve şairlerimizin yapıtlarına eğiliyor. Halide Edib Adıvar’a bugün kim gereken önemi vermektedir? Türk romanının temel taşlarından Vurun Kahpeye, Ateşten Gömlek’i ve Adıvar’ın anılarını derlediği Türkün Ateşle İmtihanı adlı kitaplarını irdeleyen Binyazar, çarpıcı saptamalarda bulunuyor. Ë Ahmet YILDIZ dnan Binyazar, soyu tükenen yazarlarımızdan. Yalnızca ülkemiz edebiyatı için değil, dünya edebiyatı için de soyu tükenen yazarlardan olduğuna inanıyorum. Çünkü son yirmi yıldır “küresel” dünya yeni bir düzen oluştururken, kültürel alana da el atıp “yeni” bir edebiyat yaratmayı başardı. Neoliberal rüzgârların toplumsal değerleri alt üst etmeye başladığı 1980’li yıllarda, ülkemizde çıkan edebiyat dergileri de, anımsanacağı gibi “yeni”(!) bir edebiyattan söz ediyordu. “Eski”(!) yazarlarımız tu kaka edildi: Yaşar Kemal, Fakir Baykurt, Adnan Binyazar, Dursun Akçam gibi dev isimler sanki gizli bir el tarafından kovulmuş gibi yurtdışında yaşamayı yeğlediler. Ülkemiz “yeni”, “başka” bir tür yazarların, başka edebiyat anlayışının istilasına uğradı. Edebiyatımızda bu makas değiştirme işinin çok önemli olduğunu düşünüyorum. Bu edebiyatta, ne yazık, dil yok kurgu(!) vardı; erdem yok ihanet vardı; yardımlaşma duygusu yok arka Adnan Binyazar’ın edebi denemeleri Edebiyatın Dar Yolu dan hançerleme vardı; sevgi, aşk yok seks vardı; maddi dünya yok metafizik dünya vs. vardı. Kısacası, insanlığın kat ettiği yol ve bugün yaşadığı ortam karman çormandı ve “yeni”(!) yazar kardeşlerimiz için de “yeni” okur için de nice eziyetle, emekle yaratılmış değerler altüst olmuştu. “Ben yazdım oldu da bitti” anlayışında kendinden menkul üçüncü sınıf yazarların “önemli” yazar kabul edilebildiği, kötünün iyiyi kovduğu bir dünyaydı bu edebiyat ortamı. İşte bu küçük özetten sonra ilk tümcemin Adnan Binyazar özelinde ne anlama geldiği anlaşılmıştır sanırım. Dilimizin, Türkçemizin tadına varabildiğimiz, sevginin, karşılıksız, çıkarsız bir dünyanın, yardım etme duygusunun yazdığı her sözcükte kendini duyumsattığı, insan olma onurumuzu allak bullak eden “kimlik” cadı kazanının çok üstünde, onu aşmış, duru, bilge bir edebiyatçıyla, “eski” değerlerin “beyinleri ve duyguları aydınlatan” edebiyatçısıyla karşı karşıyayız. DENEMEYE YAKIN... Son yıllarda yazdığı deneme ve romanlarıyla edebiyatımıza yeniden can veren, dilimize kan veren Binyazar, çok önemli yazar ve şairlerimiz üzerine yazdığı, rahatlıkla “eleştiri” yazıları olarak da adlandırabileceği yazılarını, “deneme” adı altında yayımladı. Kitaptaki “Sunu”sunda, “Benim yazılarım eleştiriden çok denemeye yakındır. (...) Yazarlara ya da yapıtlara hep denemeci gözüyle baktım; kendimi ‘yargılayıcı’ durumda görmedim” diyor. Binyazar, en güzel eleştirinin “yeren” değil “öven” eleştiri olduğuna inanıyor. Bu inancını da, “Yerli ya da yabancı, okuduğum onca eleştiri kitabında bilimsel denecek nesnel bir eleştiri kitabına rastlamadım” düşüncesine bağlıyor. Önemli eleştirmenlerin bile yapıtlara “öznel” yaklaşımla eğildiklerine inanan Binyazar, Tuncer Uçarol’un çok beğeneceği adlandırmayla genelde Türk eleştirisinin “eleştirel deneme”ye yatkın olduğunu vurguluyor. Binyazar, Edebiyatın Dar Yolu adlı kitabında, bu anlayışla, günümüz “yeni”(!) edebiyatında kimsenin anımsamadığı, anımsamak istemediği, “piyasa”ya düşmemiş yazar ve şairlerimizin yapıtlarına eğiliyor. Halide Edib Adıvar’a bugün kim gereken önemi vermektedir? Türk romanının temel taşlarından Vurun Kahpeye, Ateşten Gömlek’i ve Adıvar’ın anılarını derlediği Türkün Ateşle İmtihanı adlı kitaplarını irdeleyen Binyazar, çarpıcı saptamalarda bulunuyor. Binyazar, Ateşten Gömlek’i, Peyami, İhsan ve Ayşe arasındaki aşk üçgenini, “savaşın insanın iç evreninde yaptığı yıkımı başarıyla veren...”, “ruhsal derinliklere inerek çözümlemelerde bulunan…” “özü gerçeklere dayanan” bir roman ve Kurtuluş Savaşı romanlarının en başarılısı saymaktadır. Ayrıca Halide Edib’i “Tasarladıklarını değil de yaşadıklarını yazarken daha başarılı…” bir yazar olarak imlemektedir. Düşmanla işbirliği yapan kasaba eşrafıyla, oraya bilginin aydınlığını götüren öğretmen Aliye ve Kuvayı Milliyeci Tosun Bey arasındaki savaşımı anlatan Vurun Kahpeye’nin, 1926’dan 1970 yılına kadar ancak 5 baskı yapmış olmasını, “Çalıkuşu’na benzemesine ve bir de aceleyle yazılmış izlenimi vermesine…” bağlayan Binyazar’a katılmadığımı belirtmek istiyorum. Bence bu kitaba ilgisizliğin asıl nedeni, Türk gericiliğinin Sinekli Bakkal’ı sahiplenmesi ve Türk ilericiliğinin Vurun Kahpeye’yi yeterince sahiplenmemesidir. Şeriatçı “Hacı Fettah” tipi ısrarla yeni kuşaklardan saklanmıştır. “Hacı Fettah”, din bezirganı, sömürücü ve işbirlikçidir. Bugün ülkemizin önemli noktalarını ele geçirmiş Türk gericiliğinin özelliklerine baktığımızda binlerce “Hacı Fettah”ları görmemiz boşuna değildir! Adnan Binyazar, yıllardır süren sistemli saldırılar karşısında kimsenin savunmadığı, edebiyat dergilerimizin, şairlerimizin neredeyse unuttuğu Nâzım Hikmet’e saldırıları göğüsleme görevini de “eski”(!) bir yazar olarak kendinde görüyor. “Ölümünün 35. Yılında Nâzım Hikmet” ve “ Nâzım Hikmet’e Saldırılar” başlığıyla yazdığı yazılarda Nâzım Hikmet’in en çok, ilk başlarda dostları olan Necip Fazıl ve Peyami Safa tarafından eleştirildiğini belirtirken, Hikmet’in Türk şiirindeki yerini de tartışıyor. Binyazar’a göre onlar, “Nâzım Hikmet’in karanlık günlerinden aydınlık Türk şiirinin doğacağını bilememişlerdir. Bunu bilmemekle kalmamışlar, ister siyasal, ister yazınsal alanda olsun Nâzım’ı karalayanlar, kendi kör kuyularında boğulup kalmışlardır.” Bir kitap ya da yazar/şair üzerine yazı yazmak, yazı yazma eyleminin en zorudur. Bir romana hazırlanma oylumunda yan çalışmayı, daha önce yazılmış yazıların bulunmasını gerektirir; ama yine de eksiklik duygusunun hep ağırlığını duyumsattığı sancılı, karmakarışık bir iştir. Roman ve öykü yazarlığının arasına bu zorlu yolu da sıkıştırmış olan Adnan Binyazar, Edebiyatın Dar Yolu’nda Emin Özdemir’den Talat Sait Halman’a, Mahmut Makal’dan Oya Baydar’a, Murat Yalçın’dan Faruk Duman’a, Mehmet Uzun’dan Gültekin Emre’ye, Ahmed Arif’ten Fakir Baykurt’a, Yaşar Nabi’den Fakir Baykurt’a, Server Tanilli’den Sait Maden’e, Tahsin Yücel’den Erdal Öz’e, Oktay Akbal’dan Yaşar Kemal’e, Ayfer Tunç’tan Bekir Karadeniz’e 30 yazar ve şair üzerine “deneme” yazmış. Ama beni en çok etkileyen Cevdet Kudret ve Dede Korkut üzerine yazdıklarıdır. Yazdıklarından çok bu iki değeri ele almasıdır. “Yeni”(!) edebiyatçılarımızın adlarını bile anımsamak istemediğini bildiğim bu iki edebiyat değerimizi, ancak Adnan Binyazar gibi görev bilincine sahip bir yazar ele alabilirdi. Günümüz postmodern dünyasında, etnik grupların, azınlıkların, dinsel kimliklerin tarihi fetiş düzeyinde pohpohlanırken, Türk tarihine olan ilgi milliyetçilik sayılır oldu. Ulusal tarih bilinci giderek artan bir biçimde körleşti. Böylece ezilen “Türk” halkı bile yazarlarımızın/şairlerimizin ilgi alanından salt Türk oldukları için buharlaştı. Örneğin NATO liderleri Topkapı Sarayı’nda “Farklılıkların Ahengi” adlı müzikal gösteriyi izlerken çok mutluydular. Nasıl bir tuhaf benzerlik ki “farklılıklar”a ilgide bizim “yeni”(!) yazarlarımızdan/şairlerimizden eksik kalır yanları yoktu! Oysa Terry Eagleton’un Kuramdan Sonra’da belirttiği gibi, “Dünyada hiçbir azınlık demokrasi ya da tarihsel ilerlemeyi sağlayamamıştı!” DEDE KORKUT OĞUZNAMELERİ Böyle bir ortamda Dede Korkut Oğuznameleri üzerine yazı yazmak cesaret ister! XVXVI yy.’da yazıya geçmiş Dede Korkut Oğuznameleri’ni ilk önce yabancılar ele geçirmiştir. İstanbul’da ilk kez Kilisli Rifat tarafından, ancak von Diez’in Dresden nüshasından kopya ettiği Berlin nüshasına dayanarak 1916’da yayımlayabilmiştir. Özgün adı Kitabı Dedem Korkut ala lisanı taifei Oğuzan’dır. Bugün kitabın Dresden’de, Berlin’de ve Vatikan’da olmak üzere üç el yazması bulunmaktadır. Binyazar, değerli dilbilimcimiz Prof. Semih Tezcan’ın YKY’den çıkan altın değerindeki çalışması Dede Korkut Oğuznameleri ve Dede Korkut Oğuznameleri Üzerine Notlar kitabı üzerinde dururken Dede Korkut’un Alevi dedelerinin piri olduğunu iddia ediyor. Tezcan son kitabında, üç nüshadaki anlam ve anlatım bozuklukları üzerindeki tartışmaları netleştiriyor; bir sonuca bağlıyor. Binyazar bu noktaya da dikkat çekiyor. Cevdet Kudret’i, Adnan Binyazar’ın yazılarında daha iyi tanıdım dersem yeridir. Öykü ve romanları hep “geri planda bırakılmak istenen” Cevdet Kudret, aslında iyi bir öykü ve roman yazarıdır. Onu, “…bir tür heveslisi sayıp, başarısız roman, öykü, oyun, şiir yazıp, bunlarla olmayacağını anlayarak başka alanlara, en çok da eleştiriye kayan yazarlar kesiminden saymak büyük yanlışlığa düşmek olur.” (s. 67) Cevdet Kudret’in romanı, deneme anlayışı ve oyunları hakkındaki çarpıcı üç yazı belki de onu tanıma, yakınında bulunma onurunun bir görevidir. “Zaman, bedeni alıp götürüyor. Cevdet Bey de, birçok kişiye büyük bir mirası, onun yakınında bulunmanın onurunu bıraktı gitti. O mirasta payımın olması en büyük mutluluk kaynağımdır” diyor Adnan Binyazar. (s. 77) Ben de Adnan Binyazar’ı tanımış olmanın, kitaplarını okuyor olmanın, aynı zaman diliminde yaşıyor olmanın onurunu taşıdığımı belirtmek istiyorum. ? CUMHURİYET KİTAP SAYI 972 A Binyazar, Edebiyatın Dar Yolu adlı kitabında, günümüz “yeni”(!) edebiyatında kimsenin anımsamadığı, anımsamak istemediği, “piyasa”ya düşmemiş yazar ve şairlerimizin yapıtlarına eğiliyor. SAYFA 6
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle