Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Kitaplar Adası M. SADIK ASLANKARA Şairler kaç yaşındadır, ya bayramlar, barışlar?.. den söz açmayacağım anlamına gelmiyor elbette. Nitekim Bilal Kayabay’la birlikte genç şair Mehmet Çakır’ın (d.1985) ilk şiir kitabını kutlayışımız da rastlantı değil zaten. Çakır’ın adıyla ilk kez Adam Sanat’ta karşılaşmıştım yıllar önce. Genç bir şairin şiirindeki gelişimi izleme fırsatı yakalamıştım böylece. Tanışmamız ise çok daha sonra. Şiirlerini, henüz yayımlamadan okuduğum da oldu Mehmet Çakır’ın. Andığım kitabını değil ama, daha öncelerde hazırladığı iki farklı şiir dosyasını okuma fırsatı doğdu benim için… Bu nedenle ilk şiir kitabını kutlamak, bunu esenlemek de büyük mutluluğa dönüştü şunca yıl sonra… Okuduğum o ilk dosyalarına oranla genç şairin, bu geçen süreyi tam anlamıyla değerlendirerek önemli yol aldığını görmek de çok sevindiriciydi doğrusu… TAŞI YONTMAK, AMA NASIL, ŞİİRLE... Taşın İnceliği, iki bölümden oluşuyor: “Değirmenlere Karşı” başlıklı ilk bölüm, gençlik coşkusunu yansıtıyor bir bakıma. “Giz” adını taşıyan ikinci bölümse, yine gençlik coşkusuyla verimlense de şairin süreç içinde ne ölçüde olgunlaştığını göstermesi bakımından ilginç… “Değirmenlere Karşı” bir manifesto şiir aynı zamanda: “şimdi ben desem ki/ değirmenlere karşı sürüyorum atımı./ yeni şey değil, diyecekler,/ bir atlı daha geliyor üstümüze.// sonra ben desem ki/ değirmenler değil derdim./ soracaklar kaygıyla/ kim?// suların başını göstereceğim.” “Giz”de genç şairin, sevgiyle ölümün çakışırlığına yönelik, örtük de olsa bir “ölüm estetiği” yaratmaya giriştiği sezilmiyor değil. Bu bağlamda yol açtığı örtük “ölümsevgi”, dikkat çekici bir tutum, bunun yanında estetik biçim, biçem yaklaşımı sergiliyor. Bundan ötürü, Mehmet Çakır’ın özellikle “Giz”deki şiirleri, bu taş kabuğundan kurtulmadıkça, incelikçe kendini kolayca ele vermiyor hemen. Ama zaten, “Taşın İnceliği” de kitabın bu ikinci bölümünde çıkıyor ortaya. Çileğin mayhoş tadını geride bırakıp bir koyu kaysı tadına varılıyor denebilir. Koygun, baygın, ağdalı, şuruplu bir tat. Sürdürdükçe okumayı, daha da derinleşiyorsunuz bu tatta. Sözgelimi Çakır’ın “Yuva Kurmak” başlıklı şiiri, bilinen bir içeriği yeni bir biçim kadar yeni bir biçemle buluşturma kaygısından, çabalayışından da izler taşıyor görebildiğimce. Geçmiş yalnız özlemle anılmıyor burada, yanı sıra bir kültürün, değerler dizgesinin bizi sorgulayan gücüyle de çıkıyor şair karşımıza. Dönüp de kendi sertliğine, deyiş yerindeyse “ermemişliği”ne sevecenlikle, hoşgörüyle bakan şiirler de denebilir bunlar için. “Taşın İnceliği”, erginleşmenin evrensel sesiyle kulağa dolarken bunu fısıldıyor işte: “bir armağan sun bana/ taşların en incesini/ eve yorgun yürürken/ ezip geçtiğin yoldan// dilimin altına gizleyeyim onu/ çözülsün kekeme/ beklediğin sözler/ bir bir yeşersin”. Bir yaşanmışlığın prizmasından geçirilerek üretilmiş şiirler, en azından bir bölümü için büyük kuşatıcılık yansıttığı düşünülebilir bunların. Böyle olunca, gerçektenlik duygusu yüksek duyarlık temelinde şiirler olarak çıkıyor karşımıza. Gide gide, yoksa gele gele mi denilmeli, ermişliğe varıp dayanan bir şiir olmuş Mehmet Çakır’ın verimi… Binlerce yıllık bir geleneğin barış için savaşan bayram yürekli şairlerin de ardılı olarak… Bayramdır, şeker gibi şiir de bulundurur musunuz bilmiyorum evinizin bir köşesinde, arada sırada da olsa tatlandırmak için ağzınızı? Şekerin tadı da öfkenin inceliğinden, taşın renginden değil mi zaten? ? B alık Pazarında siyah beyaz bir fotoğraftayız sanki. Tabaklarımızda ikişer üçer çatallık “mahzun” istavritler… Hemen yanlarında yarı bellerine dek içilmiş rakılar. Karede iki şair. Bense onların kederlere karılı bakışlarını bir yana bırakmış, düşüncelere dalmışım… İster resim, müzik, ister tiyatro, bale, ister roman, öykü her ne olursa olsun, sanat türleri kendilerini ilkin kurdukları evrenle ortaya koymaz mı? Ama şairler, kurdukları evrenle birlikte buna ilk katılan ya da yalvaçlar gibi kurdukları evrenin ilk duyurucuları olduklarını düşünmekten çekinmeyen kişiler… Bedenlerini enstrüman olarak kullanan sahne sanatçıları gibi, şairler de şiirlerindeki evrenle birebir özdeşlik kuruyor sürekli. Bu durumda kendi şiir evrenlerinin de kişisel yansıtıcısına dönüşüyorlar kolayca. Oysa yazında örnekse roman, öykü, ne bileyim deneme, eleştiri, oyun verimleyicileri için bunu bu ölçekte kesinleyebilmek oldukça güç… Kim mi bu iki şair? Bilal Kayabay’la Mehmet Çakır… ŞİİRİ ÖFKEYLE KARMAK... Bilal Kayabay’la yakın otururuz. Minnacık cıvıltılı evinin iki metrelik avlusunu çim yeşili, çiçeklerin birbirine girişmiş güzelliği kuşatmıştır. Tertemizdir avlu… Hani taşrada sabahları, kuyu sularıyla kova kova yıkanmış maltataşlı avlular vardır ya, öylesine duruluk, alçakgönüllülük yansıtır Bilal’in bahçesi. Arada telefon edip yemeğe çağırır. Ya balık hazırlığındadır ya da çorba, kuru fasulye, bulgur pilavı pişirmiştir… “Ekmeğe bıçak vurulmaz Anadolu’da” der, somunu iki hamlede kopararak masaya bırakır. Yanında gününe göre salata, cacık. Konuşmaları, şiirlerinin ardı sıra uzayıp giden bir evrenin yansıması olarak görünür bana. Diyeceğim Bilal Kayabay, gündelik yaşamında da kendi şiirinde geziniyorcasına bir enstrümana dönüşmüştür artık bu evrende. Şiirlerinden yansıyan tok öfkenin, insanı sallayıp silkeleyen seslenişin nasıl da uzayıp gittiğini gözlerim onda… Çorbasını kaşıklarken bir an durup, bir siyasal gelişime yönelik yükselen öfkesine, üst katlardan çer çöp döken komşusuna patlayışına tanıklık yaparım… Kendi şiirlerinde geziniyor gibi gelir Bilal, böyle durumlarda bana. Ona bakarken, diyelim öyküler kaleme alsa, bir türlü öykülerindeki evrenin yansıtıcısı enstrümana dönüşmeyeceğini düşünürüm onun. Şairler, nasıl oluyor da kendi şiir evrenlerinin bunca somut özdeşliğine, yaşamlarıyla bunu somutlayan enstrümana dönüşebiliyor? Şiirlerinde böylesine bir özdeşlik kuran şairler, sonrasında nasıl oluyor da öykü, roman, oyun, deneme vb. kaleme alırken, kurdukları evrenden kopup hâlâ o şairin kendisi olarak kalmayı başarabiliyor? Öteki şairler, söz konusu tutumu bütün verimlerinde nasıl sürdürüyorsa, Kayabay da bugüne dek yayımladığı şiir kitaplarında işte yukarıda açımlamaya çalıştığım kendi şiir evreninde yaşayan biri olarak görünüyor hep. Bu nedenle tüm kitapları, bir ölçüde bunun izini sürüyor: Adanmış Türkülerim (1993), Bir Hüzzam Şarkı (1993), Gülüşüne Bereket (1994), Bahar Kal (1996), Öfkenin Yedi Rengi (2000). Bayramlaşırcasına barışa yürüyen, ama öfkesini, haykırışını yanardağ püskürtüleriyle savurmaktan bir an olsun geri dur mayan bir şiir. Henüz kitaplaşmamış son şiirlerinde, şairin bir ölçüde soğukkanlılığın haddesinden geçtiği, hatta yer yer sessiz, suskun acılara büründüğü düşünülse de bu şiirde, yine de öfkenin, haykırışın egemen olduğu görülebiliyor hâlâ. Ya suskunluğun hıncı, o nasıl bir şey? ŞİİRDE SUSKUNLUĞUN HINCINI SOLUMAK... Siyah beyaz fotoğraf karesinden bana bakan iki şairle oturmuş bayram sevinçlerinin taşkınlığında rakı içiyoruz… Mehmet Çakır’ın yayımladığı ilk şiir kitabını kutluyoruz aramızda: Taşın İnceliği (Artshop, 2008). Kitabın adı bile, Mehmet Çakır’ın kurduğu şiir evreninin nasıl olacağına değgin ipucu vermeye yetiyor aslında. Belli, şairin, suskunlukla kuşandığı bir hınç var bu şiir evreninde… Ancak eklemem gerekli; şairin şiir evreninde sergilediği “temel duruş”tan söz etmeye çalışıyorum burada. Yoksa, her şiirin, şairin şiir evrenini yansıtmakla birlikte çok farklı açılımlar, sesler, renkler getirebileceği nasıl göz ardı edilebilir? Buna göre şair, elbette kendi şiir geleneği içinde aykırılık taşıyan şiirlerinin de enstrümanıdır, bu evrenin, her ne olursa olsun artık birebir yansıtıcısıdır o. Ama, her şiirinde ille de öfke yansıtmak, hınç solumak zorunda da değildir… Nitekim Kayabay’ın da Çakır’ın da öyle şiirleri var ki, kendi şiir evrenlerinin dışında örnekler olarak alınabilir bunlar pekâlâ. Taşın İnceliği, incecik bir kitap… Bakın ilk şiir kitaplarına inceciktir tümü de, İster Rıfat Ilgaz’ın Sınıf’ı, ister Garipçilerin Garip’i, ister öteki şiir kitapları olsun, hiçbiri de şişkin sayfalı değildir, obur görüntü vermez… Şiirin yükte hafif, pahada ağır yazınsal tür olduğu bilinmez değil, tıpkı matematikteki “aksiyom” gibi… Bu yüzden bakın, bizde en cahilinden, en şiir bilmezine dek, şiir kitabını eline alırken insanımız, gözlerinde yüceltme duygusunun içten ifadesiyle, haşa Kuran gibi yaklaşır kitaba. Bu nedenle ilk şiir kitaplarını, genç şairlerin birer gençlik fışkırması bağlamında almak eğilimindeyim kendi payıma. Ancak bugüne dek “Kitaplar Adası”nda şiirden çok öykü, roman üzerinde durduğumun da ayırdındayım… Bu, benim kendi yazınsal verimleyişimin uzanış, yayılış coğrafyasından kaynaklanıyor kuşkusuz, bunun da ayırdındayım… Yine de bu, gençlerin verimlediği şiir İşte o zaman örneğin Nâzım Hikmet, Behçet Necatigil, Can Yücel kendi şiir evrenlerinin birer enstrümanı olarak çıkıyor karşımıza… Oysa Nâzım’ın da, Oktay Rifat’ın da, Melih Cevdet Anday’ın da kurdukları roman kadar oyun evrenlerinde de birer enstrüman olarak kendilerini koydukları düşünebilir mi hiç? Aynı şekilde Behçet Necatigil’in şiiriyle radyo oyunu ya da Necati Cumalı’nın şiiriyle sahne oyunu için de dile getirilebilir bu düşünce. Şair olarak, birer berrak su damlası gibi nece yayılmışlarsa şiir evrenlerine şairler, roman, oyun evrenlerinde ise bu ölçüde kıyıda durmayı yeğliyor sanki tümü de. Örnekleri yaymak olanaklı. Sözgelimi Orhan Veli’yle Melih Cevdet Anday’ın ya da Salâh Birsel’le Cemal Süreya’nın şiir, deneme evrenleri veya Cahit Sıtkı Tarancı’yla Sabahattin Kudret Aksal’ın şiir, öykü evrenleri için de geçerli bu öne sürüş… Değişkenlikleriyle şaşırtıcılıklar getiren şiir evrenine sahip İlhan Berk de olsa örneğimiz, sürüyor yine de bu ölçüt. Oysa şairler, öteki türlerdeki verimlerinde de kendileri elbette. Ne var ki yalnızca şiirde, kendilerinin enstrümanı olmayı başarıyor tümü de… Siyah beyaz fotoğraf karesinde işte o iki şair kendi şiir evrenlerinin birer yansıtıcısı halinde ışıldarken, ben onların, kurdukları bu evrende nasıl bu denli somut birer enstrümana dönüşebildiğini düşünüyorum… SAYFA 20 CUMHURİYET KİTAP SAYI 972