23 Aralık 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

¥ railli romancı David Grossman’ın oğlu Uri Grossman’ın ölümüydü. 2006 yazında, İsrail ordusunda çavuş olan 20 yaşındaki Uri, Lübnan işgali sırasında öldürülmüştü. Ne gariptir ki ölümü, babasının acilen ateşkes çağrısında bulunduğu bir basın toplantısı düzenlemesinden sadece iki gün sonra gelmişti. “Ölümü David’i perişan etmişti” diye açıklıyor Auster, olayın onu hâlâ üzdüğü çok açık: “Böyle harika bir adamın bu güzel oğlunu kaybetmenin acısını yaşamak zorunda kaldığını düşünmek insanı afallatıyor.” Uri’nin hikâyesi kitabın en karanlık anının temelini oluşturuyor –idealist bir gencin Irak’ta katledilişi. Bu okurları şoke edecek ve Auster’ın dünya haliyle ilgilenmeyen, mesafeli bir zanaatkâr olduğu suçlamasının en azından şimdilik bir kenara koyulmasını gerektirecek bir sahne. “Karanlıktaki Adam’ı çok kısa bir sürede yazdım” diye açıklıyor Auster: “Sadece dört ayda. Kitap kendi kendini yazdı aslında. Bu benim bir yazar olarak yaşadığım en yoğun deneyimdi.” Normal yaratma temposu kaplumbağa ayarında olan Auster için bu büyük bir kırılma noktası. “Her şeyi elde yazıyorum. Paragraf paragraf. Sonra, günün sonunda yazdıklarımı –genellikle 1000 kelime daktiloda temize çekiyorum. Kitap bittiğinde, el yazısıyla düzeltmeler yapıyor ve sonra her şeyi yeniden daktiloya çekiyorum. Bir keresinde bilgisayar başında bir senaryo yazdım ve bundan o kadar nefret ettim ki bunu bir daha asla yapmamaya yemin ettim.” Şimdi, etrafımızı kaplayan bütün o daktiloların anlamı açıklık kazanıyor. Auster’ın internetle hiçbir alakasının olmadığını öğreniyorum. Postmodernizm üstadı olarak anılan birinin siberuzayda hiç vakit geçirmemesinden duyduğum şaşkınlığı dile getirdiğimde, Auster bu durumun kendisini “büyük dijital hayat gölündeki garip ördek” yaptığını kabul ediyor. “Internete güvenmiyorum” diyor: “Oradaki çoğu şey yanlış. Beni takdim eden insanların yanlış bilgiler verdiği okuma günleri düzenliyorum. Onlara bilgileri nereden aldıklarını sorduğumda, hiç istisnasız ‘internetten’ diyorlar.” Auster’ın film endüstrisiyle de garip, kendine özgü bir ilişkisi var. Bir yandan, yapımcıların romanlarını uyarlama tekliflerini geri çeviriyor. “Romanlar içsel hayatla ilgilidir, dünyada içsel olarak varolma deneyimiyle ilgilidir” diyor: “Filmler dışsal hayatla ilgilidir. Romanların derinliğine ancak nadiren dokunabilirler.” Diğer yandan ise Auster bizzat bir yönetmen, ikinci senaryosu Blue in the Face’i bağımsız film üstadı Wayne Wang’la birlikte yönetti; Lulu on the Bridge ve The Inner Life of Martin Frost’ta yönetmen koltuğunda tek başınaydı. Fakat insan, yönetmenlik deneyiminin yazarı yıldırdığı hissine kapılıyor. “Martin Frost’u çekerken gerçekten zorlandım” diyor dalgın bir edayla: “Filmi tamamladığımızda, dağıtımcı için bir gösterim yaptık. Filmi çok beğendiğini söyledikten sonra, sanki sonradan aklına gelmiş gibi filmin ‘hiç ticari potansiyele sahip olmadığını’ ekledi. Bugünlerde vaziyet böyle işte, özellikle de Amerika’da. Marjinal filmlere yaşam şansı tanınmıyor.” CUMHURİYET KİTAP SAYI 972 Başka bir film yönetmek istemeyişinin 60’ını geçmiş olmasıyla bir alakası olup olmadığını merak ederek, Auster’a son romanlarında görülen bir eğilimi soruyorum: Baş karakterlerinin dermansız veya yaşlı ya da ikisi birden olması. “Neden ölüme dair hikâyelere doğru çekildiğimi bilmiyorum” diyor, sanki bu düşünce daha önce hiç aklına gelmemiş gibi: “Bu muhtemelen yaşlanmanın etkisinden başka bir şey değil.” Bir sonraki romanın baş karakterinin 1967’de reşit olan, genç, sağlıklı bir karakter olduğunu ekliyor. “Tekrar genç birine ev sahipliği yapmak güzel. Özellikle de bu devirde.” Bu esnada Auster’ın karısı, gayet başarılı bir romancı olan Siri Husvedt geliyor. Konuşma çok geçmeden, ikilinin kızları Sophie’yle birçok yaz tatilini geçirdiği Vermont’a kayıyor. Aniden canlanan Auster, Vermont’taki komşusuna dair komik bir hikâye anlatmaya girişiyor: patikanın sonundaki kulübede yaşayan yaşlı, garip bir adam. “Posta kutusunda Thee Bill Smith yazıyordu. Bill Smith değil, Thee Bill Smith. İki ‘e’ ile” diye ekliyor Hustvedt, “Thee. Thee Bill Smith.” “Diğer Bill Smith’in aksine” diye bir espri yapıyorum. Bunu duyan Auster sessizleşiyor, dökük bir Vermont kulübesinde tek bir kimlik için mücadele eden iki adam fikrini düşünürken karanlık gözleri dans ediyor –tam bir Paul Asuter hikâyesi. Thee Bill Smith hâlâ orada mı bilmiyorum ama oradaysa, dikkatli olması gerekir zira beklenmedik bir ziyaretçiyle karşılaşması kuvvetle muhtemel. TİPİK PAUL AUSTER Defterler : Auster’ın evi daktilolarla süslenmiş olabilir ama romanlarında tekrar eden bir figür teşkil eden şey o mütevazı defterler. Kehanet Gecesi’nde mavi bir defter bütün bir anlatı için katalizör görevi görüyor. Brooklyn: Auster’ın romanları Brooklyn’e demir atmış durumda. Brooklyn, meçhul biri olarak kaybolup gitme riskinin yanı sıra sonsuz olasılıklar da taşıyan şehir hayatının keyifli ve tehlikeli yönleri için sembol teşkil ediyor. Kendini yazmak: Auster romanlarında kendi adıyla ya da kişisel olarak boy gösteriyor: Cam Kent’te baş karakter Quinn, Paul Auster takma adını kullanıyor ve Siri adında bir karısı olan yazar, Auster’la karşılaşıyor. Matruşka tekniği: Auster’ın romanları anlatı içinde anlatı içinde anlatılar içeriyor, bunlardan bazıları romanın dünyası içersinden, bazıları da baş karakterlerin hayal gücünden ortaya çıkan hikâyeler. ? * The Sunday Times, 24 Ağustos 2008, Çeviren: Ahmet Ergenç. Karanlıktaki Adam/ Paul Auster/ Can Yayınları/ Çev: Seçkin Selvi/ 176 s. SAYFA 17
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle