06 Mayıs 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

... KISA KISA ... KISA KISA ... KISA KISA ... KISA KISA ... ? Abdülmuttalip ONAY K alkıp “Deccal Atatürk” diye bir yazı yazsam, maazallah derimi bile yüzmeye kalkarlar; bundan kuşkunuz olmasın! Oysa, hepimiz bildiğimiz halde nedense bilmezden geliyoruz ki, yaşadığımız dönemde, yüz binlerce kişi böyle düşünerek rejim için ciddi bir tehdit oluşturuyor. Atatürk ve çevresindeki bir avuç vatanseverin emperyalizme karşı verdiği mücadeleden sonra elde ettiği kazanımların büyük bir kısmını şimdiden yitirdik, çok daha kötü gelişmelere karşı derhal önlem alınmazsa, iş işten geçmiş olabilir. Günümüzün sözde Atatürkçüleri, Atatürk’ün okullarda din dersini kaldırarak imam hatip Okullarının faaliyetlerine son verdiğini, ezanı Türkçeleştirdiğini, Hac ziyaretine gidişi yasakladığını, saltanat ve hilafeti kaldırdığını, kılık kıyafet devrimi yaptığını bilmiyorlar mı? Bütün gazetelerin ilk sayfalarından bu konu ilanla duyurulsa, televizyonlarda çok sık reklamlarla dile getirilse bile, bu gerçeklere kayıtsız kalınacak bir toplumda yaşıyoruz. Kara sesler, özellikle 12 Eylül’den sonra çok büyük ilerleme kaydetmiş, çağdaş, laik ve demokrasi yanlısı herkes için büyük bir tehlike oluşturmuştur. ROMANDAKİ TEMALAR Alp Atalar’ın “Kara Devrim” romanı, Atatürk ve vatan sevgisini, İslamı, emperyalizmin oyunlarını ve Kuvayı Milliye ruhunu tema seçerek, günümüzden 30 yıl sonraki Türkiye’yi ele alıyor. Namaza geç kalanların çok ağır şekilde cezalandırıldığı, herkesin kollarındaki bileziklerle elektronik bir sistem sayesinde kontrol edilebildiği, Kara Devrim kadınların sokaklarda tek başlarına gezmelerinin yasak olduğu bir devirde, devrim muhafızı Hürcan, Burcu adındaki genç bir kızın hayatını kurtarıyor, ki filmin koptuğu an, bu andır. Kanlı bir darbeyle iktidarı ele geçiren Dinin Direği ve Allah’ın Gölgesi yönetimine karşı örgütlü bir savaşım veren Kuvayı Milliyecilerle tanışan Hürcan, gerçekleri öğrendikten sonra gönüllü olarak Kuvayı Milliyecilerin neferi olmaya karar verip, ülkenin en büyük lideri Dinin Direği’nin sarayı Mezbele’de casusluk yapmaya başlıyor. Emperyalizmin kirli ellerinin Türk ve İslam âlemi üzerindeki gizli senaryolarını keşfedip bunlardan Kuvayı Milliyecileri de haberdar eden Hürcan, Türkiye’nin doğusunun, Karadeniz’e kadar olan bölümünün Kürtlere verilmesi yüzünden, evsiz, barksız kalmış, bütün ailesi kalleşçe katledilmiş istihbarat şefi, Diyarbakırlı Ali ile birlikte İslam dünyasının sonunu getirmeyi planlayan Batılıların kuklası durumundaki tarikat liderinin dergâhında öyle bir operasyon düzenliyorlar ki, roman bittiği için insan üzüntüsünden kahroluyor, diyebilirim. Derin devlet ve faili meçhullere göndermelerin yapıldığı, egemen ideolojinin medya vasıtasıyla halkı uyutarak koyun gibi güdebildiğinin anlatıldığı, Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi’nin geçtiği bölümde gözyaşlarının sele dönüştüğü romanın yazarı Alp Atalar, Türk “Salman Rüştü’sü” olmaya aday görünüyor. Çoğul üniversite diplomaları ve entelektüel birikimi gibi büyük (?) dezavantajları yüzünden, cahil cühelaların ele geçirdiği edebiyat dünyasında hak ettiği yere gelmesi zor olan yazar, ilk çalışmasında mükemmel bir esere imza atmış. Gazetelerde, “Gerçek sahiplerinden tam vekâlet almış, sahibinden, az kullanılmış, muhayyer SATILIK VATAN” türü ilanların görülmesinin an meselesi olduğu günümüzde, yurdumuzun bölünme tehlikesine ve Kıbrıs sorununa dikkat çekilip; yobazların ülkeyi ele geçirmek üzere olduklarına vurgu yapılıyor. ? Kara Devrim/ Alp Atalar/ Güncel Yayıncılık/ 272 s. Alp Atalar Kalkırmızı ? S. Aylin ANTMEN zak diye bir ağrı... İletken bir kâğıdın, cama kazandırdığı niteliği görüyor kendisinde. Yarım bırakılmış ve az sonra devam edilecek bir hüzün gibi yürüyor, bir parça acı iliştiriyor iç cebine, vicdanını sırtlanıp gidiyor... Sesimden Kalkırmızı’ya dek uzanan şiir yolculuğunda şairin tüm halleri sorguladığını duyumsuyorum, en çok da kalma/ gitme hallerini, kendinden, çocukluktan, sesimden. Aşk yok, kadın yok; buna karşın dolu dolu bir aşkla uzanıyor yalnızca sesime, çünkü o kadın vurgusundan uzak bir tanrıça, aynı anda hem dünyanın merkezi hem atmosferi. Çoğu şiirlerin pek çok kadınının aksine, Kılıçkaya şiirinde sadece bir kadın tasviri var. Sokakları da evcilleştiriyor, ağır iş makinelerini de; trenleri seviyor, yolcuları seviyor, yolları ve aslında gitmeyi kal’a bağlayan istasyonları... diğer sevgililere ise sanki bir şey kalmıyor, Kılıçkaya şiirinde bireyselliğin izleğini görüyoruz. Karmaşanın hâkim olduğu bir sokakta duyuyoruz çağırtkan sesini, veryansını ne sokağa, ne de karmaşaya; haykırıyor kendi monoloğunu sokağın monoloğuna: O kadar uzaktan sesli kadın... yüzün öyle patika / şimdi sen sevseydin öpüşürken / ben iyi şeyler olurdum... yüzün ne kadar kayıp / oysa göçümüz yalnızlığımıza orospulanmış / yok öyle bir yer... bu şehirde kadın sesleri kirlenmiş ve uzak / yok öyle U bir yer / yüzün yok... Çoğu dile hâkim içmonolog hali, bize dışarıdan sergilenen bir dünyanın ol deyince olamayan şeklini kanıksatıyor, yüzümüze defne yapraklarından türettiğimiz yalnızlığı giydiren saflık, dudaklarımızda kana karışacak taze ümidi göveriyor. Günah rüyalarımıza giremeyecek kadar kirli, yine de tüm günahlarımızı çalıyor ağaç kuşları... Kılıçkaya şiirinde kendiyle savaşıyor, kendiyle sevişiyor, kanatıyor kendini anlamın derin oylumunda; eşyalara dil veriyor, çekiyor gökyüzünü kendine, uzaklaşan kuşları da çağırıyor, günahları da seviyor. Benim bir ablam olsa şiiri dizelerinde çocukluğu, yarayı, samimice peşinde koşulan değerleri yüceltiyor. İçimizdeki saflık çağlayanının önünde uzun uzun duruyor ve ruhumuzda konaklıyor: “...Seni bir şiir bıçaklamış Gördüm atlasımda coğrafyanı Yaranı kırlangıçların kanatlarında uçurdum ... Çocukların ulaşamayacakları yere koymuşlardı tanrıyı Geldin saçlarından aktı sabah...” Tarihin yapraklarında insan mevsimini imliyor dizeler; yarım kalmışlarımızı, içinde yarım kaldığımız insanları tamamlıyor. Birbirine bağlanan kelimelerin arasında geçen öyküyü, yer yer görülen eğretilemeyle anlatıyor. Bu aslında tırnakların ete olan bağlılığında, kirpiklerin yaşa olan sadakatinde yaşıyor kendisini... Gövdeyle gölgenin bütünlüğü arasına giren ışık, tasavvuru imkânsız bir kokunun belleğinde saklanıyor. Şiir, gözlemini us üzerinden; duygunun çıkmazlarında, varlığın tekerrüre aidiyetinde gerçekliyor. Ayna demiştik kırık bir görüntü olarak, aynanın içine doğru kırılmasını acıyı imlediği, çocukluğa yolculuğu gerçekleştirdiği için sevmiştik. Kılıçkaya şiirlerinde acılarımıza olan sevimizi güçlendirirken, tragedyamıza olan borcumuzu ifşa ediyor. Görmenin, duymanın, tatmanın, dokunmanın aynalarından oluşan binlerce yansımanın bize öğrettiği bir şey var; yaşama kavgası.? Kalkırmızı/ Doğan Kılıçkaya/ Artshop Yayınları/ 126 s. KİTAP SAYI ? 917 SAYFA 18 CUMHURİYET
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle