06 Mayıs 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

? sular içirileceği, ellerinayakların zincire vurulacağı, katrandan gömlek giydirileceği, ateşten örtüler örtüleceği cehennem korkusu salınıp, beyinler tutsak ediliyor. Milli Eğitim Bakanı'nın çağdaşlıktan, bilimden nasıl tahrik olduğuna ilişkin onlarca örnek var. Süleyman Demirel'in bir konserde Beethoven'in eserini dinledikten sonra “işte çağdaşlık bu...” demesinden sonra nasıl acımasızca eleştirildiğini anımsayın. Bütün bunlar bir yana, Sivas'ta 14 yıl önce Pir Sultan Abdal'ı anmanın faturasının diri diri yakılan onlarca insanın canıyla ödendiğini unutmayın. Bu gericiliğin temelinde, tarih boyunca tahrikin olduğu biliniyor. Yakmak, yıkmak, öldürmek için her şeyden tahrik olmaya hazır bir kitle. Bizim coğrafyamız kimi insanın dinden çıktı diye öldürüldüğünün, kimi insanın dinden çıktı diye katli vacip buyruklarıyla yakıldığının tanığı değil mi? Mustafa Kemal'den tahrik olanlar için söylenecek ne var?.. Bizim yeniyetme sivil toplumcuların demokrasi anlayışına göre herkesin vazgeçilmez ve devredilmez tahrik olma ve tahrik etme hakları var.(!) Dileyen Mustafa Kemal'den tahrik olur, isteyen Mustafa Kemal'le tahrik eder. Bence ona tapmak ne kadar yanlışsa onu tahrik nedeni saymak da o kadar yanlış. Ben Mustafa Kemal'i tahrik nedeni kabul edenlerin “ümmi sapık” olduğuna inanıyorum. Bu bağlamda ruh sağlığı bozuk olan “mebzul miktarda” devlet ve siyaset adamı, gazeteci, yazar ve öğretim üyesi tanıyorum. Siz de tanıyorsunuz. Kiminin beyninde ur var. Sarası tutup saldırıyor. Kiminin cüzdanında bol sıfırlı çek var. Saldırdıkça ününe ün, servetine servet katıyor. GERİ DÖNÜLMEZ BİR NOKTA... Kuruluşundan bir yıl sonra katıldığı ilk seçimde Meclis’in yüzde 65'ini ele geçiren Akepe, iktidarda nasıl bir sınav verdi sizce? Gerek Recep Tayyip Erdoğan'ın söyledikleriyle, gerekse onu canı gönülden savunanların yazdıklarıyla nasıl bir sınav verildiği ortada. Recep Tayyip'li ekonominin, Recep Tayyip'li demokrasinin üstünde Demokles'in kılıcı gibi duran ABD'li, AB'li küreselleşmenin ülkeyi geri dönülemez bir noktaya sürüklediğini herkes görüyor, biliyor ama bir tek onlar görmüyor. Hikmetyar'lı, Rabbani'li, El Kadı'lı, Ofer'li, Harriri'li, El Mahdum'lu, Barzani'li politik söylemin gideceği adresin bir çıkmaz sokak olduğu açık seçik ortada. Akıllarınca Ortadoğu'yu yeniden Osmanlılaştırıyorlar. Malaka Boğazı'ndan Basra Körfezi'ne, Doğu Akdeniz'den Kızıldeniz'e, Somali'den Karadeniz Kıyılarına, Pakistan'dan Kafkaslara ve Orta Asya'nın derinliklerine uzanan bir proje bu. Bu dev projenin gerçekleşmesi için Türkiye'nin canının yanması, kanının akması gerekiyor. Bu geri dönülmez noktanın adı bence bir iç savaştır. Kurulduktan 16 ay sonra tek başına iktidar olan Akepe bu konuda başarılı bir sınav vermiş, kendini iteleyip öteleyen, iktidar yapanları mahcup etmemiştir. Akepe'yi destekleyen geniş bir kitle de var ama… Bu ölçüde vur kaçın yandaşı olur elbette. İktidara geldikleri 2002 yılında Türkiye'de sadece 2 dolar milyarderi vardı. Bu sayının bugün 26 olduğunu unutmayalım. Yaygın bir çıkar ağı oluştu. İktidardan uzaklaştıklarında CUMHURİYET KİTAP SAYI kullanabilecekleri devasa fonları var artık. Desteğin bir bölümünü bu varsıllar oluşturuyor. Geri kalan destekse aç ve yoksul halktan geliyor. Beş kilo bulgurla, makarnayla, bir teneke yağla açlığını gideren, bir torba kömürle ısınan geleceksiz yoksul halkın büyük bölümü de elbette onları destekliyor. O zaman sıra sanıyorum, “Biz nerede yanlış yaptık?” sorusuna geliyor… Biz dediğinizin siyasi yelpazenin solu olduğunu kabul ederek yanıtlayabilirim bu soruyu. En başta son çeyrek yüzyıldır gelişmelere müdahale etmek için yeterli olamadığımızı söylemem gerekiyor. Partilerimizin, sendikalarımızın, derneklerimizin üstüne acımasızca çöken son eylül darbesinin altında un ufak olmuştuk. Baskının azaldığı dönemlerde kendi irademizin dışında süreçlere sürüklendik. 12 Eylül öncesini unutup, 12 Eylül'ü milat kabul ettik. Sovyetler Birliği'nin dağılmasını, Duvarın yıkılmasını, kimse kızmasın ama, müjde gibi algılayanlar, sevinçle karşılayanlar oldu. Kısaca “yabancılaşmayı” değişim, “yozlaşmayı” dönüşüm kabul edenlerin arkasına takıldık. Her kötüErbil Tuşalp, bir televizyon söyleşisinde... lüğün anası olan 1982 Anayasası'nı değiştirmek için, örgütlenemedik, kavgayı göze alamadık. Sonuçta kendi ellerimizle / kendi beynimizle kendimizi sıfırladık. Meydan onlara kaldı. Bir siyaset arkadaşımın eylül darbesinin zor günlerinde askeri mahkemede yaptığı savunmasından aklımda kalan bir uyarısı var. Bugünlerde sık sık anımsayıp kulaklarını çınlatıyorum. Savunmasının sonunda, “Siz bizi burada faşizme karşı örgütlendiğimiz için yargılıyorsunuz. Ama tarihin bizi, faşizme karşı örgütlenemediğimiz için yargılayacağını biliyorum,” demişti. Kimse kızıp küsmesin ama sürecin doğruladığı bu yaklaşımı, “Akepe'nin arkasına takılarak demokrasi mücadelesi yaptığını sananları tarihin, İslam faşizmine karşı örgütlenmemekle yargılayacağına inanıyorum,” diye güncellemek istiyorum. Dönenlerin, esneyenlerin, vazgeçenlerin, pişmanlık duyanların saf değiştirip Recep Tayyip demokrasisine övgü düzmeye, Recep Tayyip demokrasisine karşı olanlara sövmeye başladığını herkes biliyor. Kuklaturka'nın kahramanı da bir dö nek. Evet ama içinden geldiği harekete farklı bakan bir dönek. Akepe'nin bir merkez parti olma göz boyacılığına karşı duran, partinin dinci damarını savunan bir dönek. Kendi tarihini tersten okuyabiliyor. Herkes ordunun din eksenli siyasetler karşısındaki tutumunu eleştirirken o, siyasal İslam açısından askeri darbelerin sağladığı olanaklardan söz edebiliyor. 27 Mayıs'ın Mehmet Özgüneş'ine, Cevdet Sunay'ına, 12 Mart'ın Muhsin Batur'una, Turgut Sunalp'ına, Faik Türün'üne, Refet Ülgenalp'ına şükranlarını sunuyor. 12 Eylül'ün Kenan Evren'inin hizmetlerini asla unutmuyor. 28 Şubat'ın Çevik Bir'ine muhabbet duyduğunu saklamıyor. Kısaca biz bilmesek de o, her askeri darbenin kendilerine yararlar sağladığını biliyor. GERÇEKÇİ DÖNEK... Gerçekçi bir dönek yani… Gerçekçi mi bilmiyorum, ama belge üzerinden konuşan değişik bir dönek. Paniklemiş bir durumda olsa da, dünü asla unutmuyor. En azından düne küfretmiyor. Anılarını kirletmiyor. Bence Akepe'ye karşı olanları “ahmak” ilan eden köşe yazarından daha ahlaklı. Gençliğinin en güzel yıllarını cezaevi çilesiyle doldurduktan sonra “Cumhuriyeti Recep Tayyip ve makulesinin elinde oyuncak olmaktan kurtarmanın” tek çözümünün “sosyal cumhuriyet” kurmak olduğunu söyleyen kıdemli devrimciden daha ilkeli. Kısaca dönek ama bildiğimiz döneklerden değil. Dinbazlığından kaynaklanan bazı kurnazlıkları var. Örneğin zaman zaman yeni aidiyet, yeni adres aradığını belli ediyor. “Karşı tarafı” da bildiğini göstermek için sık sık “sizde olduğu gibi” karşılaştırması yapıyor. Ya da “onlar olmasaydı” dediği yol arkadaşlarının İslam'a, dolayısıyla iktidara ve de ülkeye hizmetlerini “şükranla” anıyor. Ama Dışişleri Bakanı'ndan İçişleri Bakanı'na, Maliye Bakanı'ndan Adalet Bakanı'na kadar tüm arkadaşlarının eylem ve söylemlerini tek tek sayarak, belgeleyerek onları kötülemekten hatta ihbar etmekten de geri kalmıyor. Zıtlıklara, karşıtlıklara (paradokslara) sık sık vurgu, yapıyorsunuz… Peş peşe gelen paradokslar anlatımı zenginleştiriyor. Çarpıcı bir vurgu etkisi uyandırıyor bence. Nasıl yani diyor insan. Olamaz diyor. O bunu söylemez diyor. Aklından zoru olmalı diyor. Şaşırıyor. Örneğin 10. Yıl Marşı'na bozulan başbakan “Hep konuştular, demir ağlarla ördük dediler. Ne ördünüz, ne ördünüz bugüne kadar laftan başka?” diyor. Ama bir bakıyorsunuz yaşamını sosyalizme, devrime adadığını bildiğiniz, bedel ödediğine inandığınız bir arkadaşınız çıkıp “85 yıldır padişahlığı devirmiş olmanın ötesinde bir övüncü olmayan cumhuriyetin, bir 85 yıl daha bununla övünmeye devam edemeyeceği de açık” diyerek sizi şaşırtıyor. Olamaz diyorsunuz. O öyle söylemek istememiştir diyorsunuz. Oysa oluyor. Akepe'li bir milletvekili, “Cumhuriyetin 85 yıllık pisliğini temizleyeceğiz!” diye konuşuyor. İçiniz cız ediyor. Bu örtüşmeyi kötü bir tesadüf saymaya hazırlanırken başka bir arkadaşınızın “Ulusal kurtulamayış” tezi geliyor aklınıza. Kalpakla takkenin bu denli hızlı yer değiştirmesi karşısında üzülmek yetmiyor. Utanıyorsunuz. ? Kuklaturka/ Erbil Tuşalp/ Say Yayınları/ 432 s. SAYFA 15 KİTAPTAN ... ir bilim adamı, “Atatürk'ü sevmek için bütün geçmişi ayaklar altına almak zorunda olmadığımız gibi, bu ülkede yaşayan herkesi ille de Atatürk'ü sevmek zorunda bırakmak gibi bir mecburiyetimiz de yoktur. Zorladığınız zaman o insanları münafık edersiniz,” diye düşünebilir ve bu düşüncesini açıklayabilirdi. Bir bilim adamı yargılarını özgürce savunabilirdi: “Fatih'e, Yavuz'a, Abdülhamit'e, Vahdettin'e hatta Mevlana'ya küfretmenin serbest olduğu, hatta fazilet sayıldığı bir ülkede siz insanlara 'Atatürk'e küfretme' dediğiniz zaman samimiyetinize inanmazlar.” Bu alıntı bir doçentlik sınavına giren Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik'in “bilimsel bir eser olarak 5 profesöre gönderdiğini” söylediği yazıdan yapılmıştı. Çelik'e göre “Atatürk bir asker ve devlet adamı idi. O, ne bir filozof ne de bir müçtehit idi. Onun altı okla topladığı prensiplerin hiçbiri kendi icadı değildi.” Bir bilim adamı bu düşüncede olabilir, bu savlarını bilimsel tartışma ortamına taşıyabilirdi. “Bitmiş tükenmiş bir milletin şahlanışı olan Milli Mücadele'de 'Atatürk yedi düveli denize döktü' diye körpe beyinlere telkinde bulunursanız, günün birinde, işgalcilere karşı vatanperverlik örnekleri veren Şahinler, Sütçü İmamlar takdir edilmekle beraber İngilizlerin, Fransızların ve İtalyanların hiç de öyle ordularla, silah zoruyla çıkarılmadıkları öğrenildiği zaman, tarih kitaplarında anlatılan Milli Mücadele şaibe altına girmez mi?” Bir bilim adamının her türlü görüşü olabilirdi: “İşgal askerleri Mustafa Kemal'in kurtuluş ordusunun silah gücüyle değil, Saidi Nursi'nin talebelerinin iman gücüyle ülkeden çıkarılmıştı” Bir bilim adamı her tür soruyu gündeme getirebilir, bu sorunun yanıtı için bilimsel çalışma yapabilirdi. “Bütün dünyada milli lider olarak kabul edilmiş kimselerin, değil bizimki gibi binlerce, yüz binlerce büstüne; belki onlarcasına bile rastlanamaz. Atatürk büstlerinin önünde esas duruşa geçip saygı duruşunda bulunurken, özel defterlere yazdığımız yazılarda neredeyse onun ruhaniyetinden istimdat ederken bizim yaptığımızın adı nedir Allah aşkına?” Peki ya bir Milli Eğitim Bakanı bu düşüncelerini ulusal eğitime katabilir miydi? B 917
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle