05 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

? bir tarih ya da destan gibi yazmak ve bunu konuyu değiştirip bozmadan yapabilmektir. Gerçekleştirebileceğinden emin olamadığı bu idealin, belki de çok önemli ve özgün bir girişim olacağını düşünmektedir. Madame Bovary’nin yazarının kendisi üzerindeki etkisini açıklarken “yazmayı amaç edinen herkes kısa sürede Flaubert’e öykünerek düşünüp yazmaya başlar” diyen ve bu romana olan hayranlığını “her iki ayda bir okuyabileceğiniz bir kitap” sözleriyle belirten Pierre Michon da, Magazine Littéraire’de yayımlanan söyleşisinde bu düzyazıya dikkat çekiyor: “Romanı yazmaya başladığında Flaubert, ‘Chateaubriand’laştırılmış bir Balzac üretmekten korkuyorum’ diyordu. Ama romanında da bu var işte: Chateaubriand’a özgü büyük lirik atılım ve ona egemen olan, tam anlamıyla sulta durduran çözümleyici Balzac bakışı. Bu denklemi çözmek öyle kolay iş değildir. Romana başlamadan hemen önce, çok uzun zaman antik, epik bir konu üzerinde, Saint Antoine üzerinde çalışmış olması, onu destana uygun bir biçem geliştirmeye götürmüştü. İşte, tuttu, bu biçemi ufacık nesneler için yeniden işledi. Deha budur. Bana göre Bovary’ye gücünü veren tam da bu oransızlıktır.” (9) Madame Bovary’nin konusu pek çoklarınca hiç de önemli bulunmaz. Jacques Neefs’e göre, Flaubert de zaten bunu istemekte, iyi ya da kötü konu ayrımı yapmamakta, hiçbir konu olmasa da biçemin başlı başına ve mutlak bir görme biçimi olarak kalacağını düşünmektedir: “Bana göre en güzeli, yapmak istediğim şey, konusu bir hiç olan, dış dünyayla bir bağı olmayan, tıpkı hiçbir şeye tutunmaksızın havada kalabilen toprak gibi, biçeminin iç gücü sayesinde kendi başına var olacak bir kitaptır, neredeyse hiç konusu olmayacak ya da mümkünse, konusu neredeyse görünmez olacak bir kitap. En güzel eserler en az konu içerenlerdir; anlatım düşünceye ne kadar yaklaşırsa, söz düşünceyi ne kadar sıkı kavrar ve görünmez hale gelirse o kadar iyidir. Sanatın geleceğini bu yönde görüyorum.”(10) Zaten, yazarın bu öngörüsünü doğrularcasına ve PierreMarc de Biasi’nin de vurguladığı gibi (11), her türlü kişisel özellikten yalıtılmışlık, farklı bakış açılarının bir arada kullanılışı, basmakalıp düşüncelerin işlenişi, vb. gibi biçimsel özellikleriyle, Flaubert’in eserleri 19601980 yılları boyunca hem yeni romanın öncüleri hem de yeni eleştirinin kuramcıları için en önemli başvuru kaynakları olmuştur. Flaubert’in konuya önem vermeden biçemi işlemesine değinirken Jacques Neefs şu yorumu da ekliyor: O kadar titizlikle çalışılmış bu düzyazı toplum hayatında en sıradan ve ortak olana, duygusal hayatın anlaşılmazlığına, nesneye karşı duyulanlara ilişkin olduğu için; isteklerin ve tutkuların gizliliğini araladığı için; anlattığı hayaller ve heyecanlar dünyasını sürekli, duyarlı ve neredeyse özerk bir bütün olarak soyutlayabildiği için, Madame Bovary garip bir güç kazanmıştır. Beraatla sonuçlanan Madame Bovary davasından yedi ay sonra aynı nedenlerle yargılanan ve cezaya çarptırılan Kötülük Çiçekleri’nin şairi Beaudelaire, Flaubert’in bu estetik stratejisini anlamış görünmektedir. “Canlı, renkli, incelikli, özenli bir biçemi sıradan bir taslağın üzerine yayacağız. En sıcak ve en ateşli duyguları SAYFA 20 en sıradan serüvenin içine tıkacağız. En tumturaklı, en kesin sözler en aptal ağızlardan dökülecek.”(12) GARİP TAŞRA ÂDETLERİ Madame Bovary’nin sayısı onu aşan Türkçe çevirilerinden yalnızca birinde, Nurullah Ataç ve Sabri Esat Siyavuşgil çevirisinde (13) yer alan bir alt başlık vardır: “Taşra Âdetleri.” Claude Duchet de Magazine Littéraire’deki yazısında (14) bu sunuşun pek çoklarınca görmezden gelindiğini hatırlatıyor ve romanın yayımlandığı yıllarda “Taşra Âdetleri” alt başlığına tepkileri üç grupta topluyor: Yalnızca Rouen bu alt başlığı anıyor ve hemşerilerinin Normandiya’yı bu kadar iyi betimlemiş olmasından gurur duyuyor. Paris eleştiri çevresi Flaubert’in taşrasını bayağılığı, sıradanlığı, salaklığı betimlemek için bir bahane gibi görüyor. Beaudelaire başta olmak üzere sanatçılar cephesi ise bu taşrada yalnızca burjuvaziye duyulan nefreti ve sanatı yozlaştıran, sanatın özgürlüğünü engelleyen her şeye duyulan tiksintiyi görüyor: Bu taşra onlar için bir kötülük çiçeğidir. Claude Duchet, bu “Taşra Âdetleri” alt başlığını irdelediği yazısında bir soruya yanıt arıyor: Acaba bu alt başlık romanın gerçekçilik akımına katıldığına mı işaret, yoksa tam tersine, bir izini kaybettirme isteğinin ifadesi mi? Hep tartışıla gelen bu konuda Flaubert uzmanı yazarın görüşleri uzun uzun alıntılanmaya değer: “Flaubert’in taşrasının Balzac’ın taşrasıyla hiç ilgisi yoktur, olsa olsa tam karşıtı sayılabilir ve artık eksiksizdir. Bir kere bu en geniş anlamıyla taşradır: Paris olmayan her şeydir; özerk, kendi kendine yeten, tamamen işlevsel, üç temel boyutuna tam tamına yer verilmiş bir taşra: kır ve köylüler, kasaba ve burjuvalar, taşra kenti ve kentliler. […] Flaubert’in taşrası aynı zamanda bir laboratuvar, dünyanın bütünlüğü içinde gözlemlendiği bir yerdir. Kapsayıcıdır, bütüncüldür, tüm öğeleri, Paris’i bile içine alır ve işte bu şekilde salt kurgusal olan, gerçekte olmayan bir yere ulaşılır. […] Madame Bovary’nin taşrası hem her şey hem de hiçbir şeydir, her şey olduğundandır ki hiçbir şeydir. Roman onun aracılığıyla kendini mutlak bir uzaklığa yerleştirir. […] Nesneler ve kişiler dolaysız olarak oradadırlar, onları anlatacak sözcükler de öyle. Bu, gerçeğin yazıya geçirilmesini, metinle gerçeğin bir tür eşdeğerliğini engellemez, ama gerçekçilik anlayışındaki gibi, Balzac’a yakıştırılan anlamdaki gibi bir ‘temsil etme’ söz konusu değildir. Romanın tam başlığı bir metinleştirme stratejisine uygun düşmektedir. Madame Bovary, “bir başkasının adı”, Taşra Âdetleri, “bir başkasının âdetleri”… ve bu âdetler o adı anlatmakta, o ad da bu âdetlere göndermektedir. […] ‘Madame Bovary. Taşra Âdetleri’ başlığı eşsözlüdür, gereksiz yineleme içermektedir ve söylendiği anda geçersiz kalmaktadır çünkü, nihayetinde, kendi kendini söylemektedir. Başlık böylece bir kopuş romanının, Balzac geleneğinden farklı bir romanın, bir şeyleri temsil etmeye kalkışmaksızın söylemeyi isteyen romanın uygulamaya konulduğunu doğrular.” (15) Madame Bovary başlığının göründüğünden daha özel bir adlandırma olduğunu ve Taşra Âdetleri alt başlığıyla açıklanmasının anlaşılabilirliğini vurgulayan Claude Duchet, kadın kahramanın isminin romana verildiği durumlarda genellikle ya ad ve soyadı kullanıldığını (Eugénie Grandet gibi), ya da da ha romantik biçimde yalnızca ad kullanıldığını (Indiana gibi) belirtiyor ve Flaubert’in romanındaki farklı uygulamayı şöyle açıklıyor: “Madame Bovary bir medeni durum, bir eş gerektiriyor, aynı zamanda hem burjuva, hem önemli, hem de taşralı hanım takdim ediyor. ‘Madame Bovary’ ne Emma Bovary’dir ne de Emma. Başlık metnin sözü içine sokulmuştur bile, daha orada yazılmadan önce adlandırılmış, taşralaştırılmıştır. ‘Madame Bovary’nin roman olarak var olması için, sıradan olanı olaya dönüştürecek bu taşra dış dünyasına ihtiyacı vardır. Taşra her şeyden önce bir dildir”. AYRINTILAR, AYRINTILAR... Nathalie Sarraute, “bir eleştiri yazısını okurken önce alıntılara bakarım, sonra, metinle ilişki kurduktan sonra o kadar dolaysız ve o kadar doğal bir ilişki ki, dışarıdan gelen hiçbir yorum onu değiştiremez eleştirinin metin hakkında ne dediğini ilgiyle okurum […] bu bazen tekrar okuyuşumu zenginleştirir, ama asla bana ilk izlenimimi kaybettirmeden.” diyordu. (16) Aslında belki daha en başta yapılması gerekeni hiç olmazsa şimdi yapıp okura Flaubert’in diliyle ilişki kurabilme olanağı tanımak için, romandaki okuma izleklerinden biri olabilecek ölçüde dizgeli kullanılan renk seçimine yalnızca birkaç örnek verilebilir. (17) Gerçekten, romanı okuduktan sonra Philippe Bonnefis’in Madame Bovary’deki renk kullanımına baktığı yazısını (18) incelendiğinizde, o inceden inceye işlenmiş düzyazı boyunca sesini dinlediğiniz ikincil bir “renkler dili” kendini daha açık ortaya koyuyor. Öyle ki, “kalem adam”ın aynı zamanda da bir “kameragöz” olarak çalıştığı, örneğin romanı sinemaya uyarlayacaklar için renk seçimini zaten hazır sunduğu görülüyor.(19) Önce, roman boyunca varlığını hissettiren solgun ya da parlak gün ışığının rengi, Lion d’or ile Croix rouge arasında gelip giden posta arabasının rengi var, sarı renk, tüm tonlarıyla: Yonville betimlemelerinde “Güneşten hafifçe yanmış, gevşek, sarışın yüzlerinde bir tatlı elma şırası rengi vardı”; Emma portrelerinde: “ Bütün romanların seven kadını, bütün dramların kadın kahranmanı, bütün şiirlerin belirsiz kadınıydı. Omuzları üzerinde Yıkanan Odalık’ın amber rengini buluyordu”; düşlerini süsleyenlerde: “Birden Edgar Lagardy göründü. Güneyin ateşli ırklarına mermerlerin parıltısından bir şey katan, parlak solgunluk vardı yüzünde”; aşığı Rodolphe’a koşuşlarında: “Pencereler boyunca sarı perdeler, ağır, sarışın bir ışık geçiriyorlardı usul usul. Emma gözlerini kırpa kırpa, el yordamıyla ilerliyor, saç örgülerine takılmış çiy damlaları, yüzünün çevresinde sarı yakuttan bir ayla gibi duruyordu”. giysilerinde: “Madame Bovary leğeni alıp masanın altına koydu; eğilirken giysisi dört volanlı, geniş etekli, uzun, sarı bir giysiydi bu çevresine, odanın döşeme taşları üzerine yayıldı.” Sonra kırmızı, romandaki diğer tüm renklere baskın renk, yine bütün tonlarıyla... Emma’nın pembe gözkapaklarından, alnında, yanaklarında, Charles’ın bileklerinde, Hippolyte’in saçlarında, M. Guillaumin’in favorilerinde, Binez’nin burnunda …, Maître HaKİTAP SAYI ? CUMHURİYET 900
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle